- 554 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
dilimizin pası
Dil konusunda, lisede edebiyat derslerinde öğretilenden daha fazlasını bilmediğimi hemen söyleyeyim ama ayağımızın altındaki kara topraktan mı, üstümüzden geçmiş koca bir tarihten mi bilinmez, çok zengin bir dile sahip olduğumuzu açıkça görebiliyorum. Atasözlerimiz zeka pırıltılarıyla dolu, deyimlerimizin her birinin eğlenceli birer öyküsü var. Doğu dillerinin şiirselliği bizim teknemizde mayalanmış, batı dillerinden gelen sözcükler de yaşamın getirdiği yeni ihtiyaçları rasyonel bir şekilde gidermiş, artık hepsi bizim olmuş.
Dil devrimi ve yeni sözcük türetme konusu çok tartışmalı. Ben bu tartışmaya girebilecek yetkinlikte biri değilim zaten. Ama dilimize kolay gelmeyen, ya da dilin kendine özgü müziğini kötü seslerle zedeleyen zorlayıcı bazı sözcüklerin de hayatta kalma şansı olmadığını düşünürüm hep. “Örneğin” sözcü bunlardan biridir. Kaçımız bir örnek verecekken “örneğin” der ? “Yaşam” sözcüğü hiçbir zaman “hayat” kadar nefes alan ve nefes veren bir sözcük olmamıştır benim için. Bu sadece eskiden gelen sözcükler için geçerli değil. Başka bir örnek daha vereyim: “pratik” sözcüğünü tam olarak karşılayabilecek başka bir sözcük var mıdır?
Ama “bilgisayar” gibi anlaşılır ve yerleşik kelimeler varken “pii sii” demeyi marifet sayanlara da bıyık altından gülmüşümdür hep. Bilgisayarlı tomografiyi BT olarak kısaltıyoruz yazarken, ona da Bii Tii diyenler ayrı bir komedi.
Onca anlam derinliğine, söz çeşitliliğine ve kültür zenginliğine rağmen, dilimiz pas tutmakta. Sözcükler azalıyorken, ünlemler çoğalıyor ki bu bence seslerin beyne uğramadan ağzımızdan çıkıverdiğinin bir işareti. Kendi kendinize küçük bir anket yapın: Bugün kaç kişiyle konuştunuz? Kaç ifadenizde bir atasözü kullandınız? Kaç ifadenizde bir deyim söylediniz ve zekice gülümsediniz? Bugün hiçbir fıkra ya da hikaye anlattınız mı birine? Kaç kez kızdınız, bunların kaçında kontrolsüzce kabalaştınız ve ağzınızdan anlamsız tuhaf sözler çıktı (hayret bişey gibi). Hadi kendimizi çok yıpratmayalım, çuvaldızı alalım elimize şimdi de. Çevrenizde bazı kelimeleri ısrarla yanlış telaffuz edenleri düşünün. Benim yüksekokul mezunu bir tanıdığım kalorifere “kaleyfer” derdi mesela. Yazılı kültürden uzak yaşayan bir Anadolu köylüsünden bunu duysam ne kınarım, ne de yadırgarım, ama okumuş kişinin hatası daha çok göze çarpıyor.
İşim gereği gün boyu birçok kişiyle diyalog kuruyorum. Üslup sorunları beni hep şaşırtıyor. Hitaplar “Hocam” ve “canım” arasında zamirler “sen” ve “siz” arasında sarkaç gibi sallanıp duruyor. On dakikalık bir karşılıklı konuşma başımı döndürmeye yetiyor. Uygun mesafeyi bulamama, bulunca koruyamama sorunumuz var bizim, ya da bunu konuşma üslubuna aktarmayı beceremiyoruz.
Şimdi burası bir edebiyatseverler mekanı olduğuna göre herkesin dil becerisi iyidir, herkesin güzel konuşmaya, dili tüm zenginliğiyle kullanmaya ilgisi vardır. Bilimsel bir gerçek olarak teslim edelim ki, her insan aynı sözel zekaya sahip değil. Ama asgari bir “iyi” tanımımız olmak zorunda. Benim sayısal zekam iyi değildir. Matematik ödevlerini ağlayarak yapardım. Hala da zorlanıyorum. Dört basamaklı iki sayıyı kafadan çarpmam beklenmesin, ama yüzde on beş zammın ne olduğunu, dokuzun küp kökünü, çemberin çevresini hesaplamayı bilmeliyim. Tıpkı bunun gibi; günlük yaşamda da kiminle nasıl konuşulacağını, hitap şeklini, üslubu bilmek, tam bilmediğimiz sözcükleri öğrenmek, yok o kadar şart değillerse de kullanmaktan vazgeçmek, ağzımızdan kaba saba sesler çıkmadan önce bir kez yutkunmayı denemek de iyi bir sosyal iletişim için çok temel şeyler aslında.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.