- 5352 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
DARAĞACI
DARAĞACI
Ve günlerden bir gün, bir sabah erken…
Kuşluk vaktinde, bülbüller öterken…
Kentin meydanında bir darağacı…
Sallanıyor boşlukta bir yabancı.
Tarih 9 Eylül 1980
Yer Ulucanlar Cezaevi Ankara
5. Koğuş Siyasi suçlular koğuşu.
***
Baba;
Sana son kez baba diyorum. Biliyorum bana çok öfkelisin. Belki de, ben sana demiştim oğul diye düşüneceksin ömrünün sonuna kadar. Seni ve annemi yaraladığım için çok üzgünüm. Beni ne olur affedin. Sende biliyorsun ki bu yolun sonunda dönüşüm olamazdı. Ben bu yola baş koymuştum. Şimdi bu baş ezilmeye mahkûm ediliyor. Ama müsterihim. Elbet bir gün bu başlar olması gereken yerlerde olacaktır. Benim ardımdan çok ağlamayın. Oğlunuz gururla, sehpaya adımını atacak. Küçük kardeşimin, anamın ve senin gözlerinden hasret ile öpüyorum. Selamlar.
Oğlunuz
Tahir Elveren
Kâğıdı dörde katlayıp zarfın için yerleştirip, yastığının altına soktu. Ranzasının üzerinde, yan yatıp bacaklarını karnına doğru çekti. Ellerini birleştirip bacaklarının arasına soktu.
İçi bomboştu. Tıpkı içi boşaltılmış bir kelek kavun gibi hissetti kendini. Koğuşun duvarlarında gezindi bakışları. Duvarların tüm yıpranmışlığını süzdü boş gözlerle. Gelmiş geçmiş tüm mahkûmların duvarlara kazıdıkları yazılar, buğday tarlasına karışmış gelincik çiçeği misali gibiydiler. Kan renginde. Kıpkızıl.
Al bayrağın altına yazılmış yazıyı okudu gözleri.
Özgürlüğünü kaybettin, onurunu kaybetme!
Yılmaz.
Yılmaz kim bilir kimdi? Hangi zamanlarda buradaydı? Neydi onu buraya mahkûm eden suçu? Özgürlük savaşçısı mıydı? Kim bilir?
Niceleri gibi diye geçirdi aklından.
Bakışları koğuşun eskimiş duvarlarından, pas içinde olan demir ranzalara kaydı.
Kimi; gözleri tavana dikili öylece bakıyor. Uzaklara. Gitmek istediği yabancı diyarlara doğru... Koğuşun yüksek tavanın sarı renkte ki ölgün ışığında, memleketinin buram buram özlem kokan rüzgârına kaptırmış kendini.
Kimi; devam ediyor yazmaya şiirlerini. Bu defa daha hırsla umarsızca… Kin ve nefret cümlelerini kusarak...
Kimi uyuyor. Uyuyor gibi. Sadece gözleri kapalı… Zira buradaki tüm mahkûmlar bilirler ki…
Kurulan idam sehpaları, sabah ezan vakti öncesinden devrilmeye başlar. Alaca karanlığın tüm sessizliğinde ve ayazıyla beraber… Sessiz bir çığlığın devamında…
İnfazı belli olmuş idam mahkümları; ezan okunduktan sonra, halsizce soluklanıp beklemekten yorgun düşmüş beyinlerini ve bedenlerini uyutmaya uğraşırlar. Kendilerine bir günlük verilen ödül; bir burgu gibi bir daha ki sabah ezanına kadar oyar durur delice beyinlerinin içini. Burada metanetli olmanın sınırlarında gidip gelirsin. Havsalana sahip çıkabilmek için Allahın takdirine güvenmekten başka çaren yoktur.
Gözlerin tavana dikili, kulağın demir kapının ağır aksak açıldığında çıkan o boğuk, ürkütücü sesine kilitlenmiştir. Yüreğinin ağzına geldiği an işte bu andır. Gardiyanın ağzını açıp kükreyen sesinde çıkan tını, duvarlara çarpıp adı söylenen mahkûmun suratına şimşek gibi çarpar.
Koparsın.
Ölümün soğuk eşiğine titrek adımını atmak için ayağını kaldırdığında yer gök birbirine karışır ansızın tepetaklak olursun.
***
Tahir; midesinden boğazına kadar yükselen alevi söndürebilmek için yutkundu. Son zamanlarda içtiği su dahi midesini kor bir alev gibi yakıyordu. Tehcir odasında kaldığı bir ay boyunca gördüğü kâbuslar, ruhuyla beraber bedenini de bitap düşürmüştü. Sol ayak bileğini ovuşturdu. Bileğindeki sızıyla beraber midesinin yangını birleşince göğsünün orta yerinde dayanılmaz bir sıkıntı hissediyordu. Ayak bileğine takılmış zincir ile yatağa bağlı halde geçirdiği günler boyunca, azap dolu dakikalar ardı sıra birbirini kovalamıştı. Öfkesi arttıkça bileğinde takılı olan zinciri çekiştirmiş, kanayan yarasına aldırmadan günlerce bağırıp durmuştu.
Ta ki sesi kesilene kadar…
Umutsuzluğa kapılmamak adına verdiği mücadelede, vücuduna verdiği eziyetin dışında elinde koca bir sıfırla beraber duvar diplerinde uyuya kalmıştı. Soğuk duvar diplerine yanan yüzünü sürüp, koca bir hiçliğin etrafında dolanıp durmuştu. Hiç kimse onu umursamamıştı. Boş bir çuval gibi kenara atılmıştı.
Kendilerine göre tehcir odası, bir aklanma yeriydi. Doğru yolu bulmanın, uslanıp adam olmanın yeri buradan geçiyordu. Psikolojik baskı dediklerinden… Elindeki tüm oyuncakların alıp bir aslanı terbiye edercesine kırbacı şaklatma yeri.
Gözlerini kapattı.
Siyasal bilgiler fakültesinin bahçesindeydi. Ortalık ana baba günü gibiydi. Kafasına inen bir dipçik darbesinden sonra, kulağının kenarından boynuna doğru süzülen kanın sıcacık temasını hissetti. Sonrasında birkaç arkadaşıyla beraber apar topar sürüklenerek, bir askeri aracın arkasında sallanarak bilinmezliğine doğru sürüklenmeye başladı.
Ülkenin karanlığa sürüklendiği günlerin beraberinde, kendi yaşamı da birileri tarafından o yöne doğru hızla çekiştiriliyordu.
Hâlbuki yapacak daha ne çok şeyleri vardı.
Okulu bitirince mesleğine dört elle sarılıp para kazanacak, ailesine küçük bir ev alacaktı. Babası her sabah apartmanın kapılarını gezip çöp toplamayacak, evlerinin küçük bahçesinde çiçeklerini sulayacaktı.
Sevgiyle. Huzurla.
Küçük erkek kardeşi liseyi bitirince, üniversiteye kendi elleriyle kaydını yaptıracak, anacığını bir daha asla merdiven yıkamaya, cam silmeye göndermeyecekti. O çok sevdiği mis gibi kokan tarhana çorbasını pişirecekti minicik, mutfağında türküler mırıldanarak.
Derin bir nefes alıp çekti.
Gözlerini sımsıkı kapattı.
Kapattıkça; gözlerinin önüne gelen babasının hayali, etrafında pervane misali dolanıyordu.
Utanıyordu Tahir.
Oğul biz bunun için mi çırpınıp durduk? Diyordu babasının gözleri. Sorguluyordu. Ağlıyordu koca adam.
Gözleriyle konuşmaya anlatmaya çalışıyordu Tahir. Bir türlü suskun yüreklerin tesellisi olamıyordu. Yüreği dağlanıp akıyordu ayaklarının dibine doğru.
Yan tarafına döndü.
Bu gün içinde garip bir his vardı. Sanki vücudundaki tüm organları çalışmıyormuş gibi içi sessizdi. Onu terk etmiş gibiydiler. Elini kalbinin üzerine koydu. Duymaya çalıştı. Var ile yok arası bir atış duydu. Ölü gibiyim diye düşündü. Önemsemedi. Son günlerde en çok yaptığı şeylerden biride buydu. Kendini önemsememek. Gözleri ağırlaştı. Üzerlerinde tonlarca ağırlık varmışçasına açmakta zorlandı. Kurşun gibiydi. Bunu da önemsemedi.
***
Koğuşun ağır demir kapısının açılmasıyla beraber, yatağında yatan mahkûmlar başlarının o tarafa yönelttiler. Hayra alamet yorulmayan gelişlerden biri daha kapının önündeydi.
Azrail yamağı seslendi.
_ Tahir Elveren bizim ile geliyorsun.
***
Küçük bir odanın içerisinde... Tavandan sarkan ışığın yansıması duvarlara gölgeler çiziyor. Gölgeler oynaşıyor. Kirli duvarlar üzerine doğru bir gelip bir uzaklaşıyor.
Üzerinde; çıplak vücuduna giydirdikleri, beyaz patiskadan dikilmiş entari gibi bir şey var. Sanki ölmeden kefeni giydirilmiş bir korkuluk gibi orta yerde duruyor.
Öylece.
Sessiz, başı dik, mağrur.
Oda soğuk çıplaklığıyla vücudunu sarmaya çalışıyor. İçindeki tek eşya olan sandalye, hayalet gibi orta yerde duruyor.
İçinde küçük bir kıpırtı var. Anlamını çözemediği bir matematik problemi gibi oracıkta bekliyor. Derinlerde ki çocuk suskun, bakışları yerde… Korku bedeninden yükselip başının hizasından göğe doğru çoktan uçup gitmiş. Artık boşalmış tüm uzuvlarıyla beraber ruhu, teslim olmaya hazır.
Kapı açılıyor içeriye cübbeli bir adam giriyor. Yanına yaklaşıyor. Alışılmışlığın verdiği rahatsız edici bir rahatlıkla… Kısık sesiyle soruyor.
_ İstediğiniz bir şey var mı?
_ Dini telkin yapmak istiyorum.
_ Bilmiyor musunuz?
_ Evet, fakat yanlış yapmak istemiyorum.
Hocanın sesiyle beraber Tahir’in sesi, birbirini ardı sıra izleyip gecenin karanlığında havada aslılı kalıyor.
Metal tınında çıkan ifadesiz sesi, yapılması gereken son görevi doğruca tamamlamanın vermiş olduğu rahatlamayla beraber son noktayı da koyuyor.
_ Ben hazırım.
***
Dışarısı gecenin ayazında buz gibi soğuk… Her iki kolundan tutan askerler ile beraber avludaki dilek ağacına kadar yürüyor. Adımları her zamankinden daha yumuşak basıyor toprağa. Sevgiyle.
Avlunun orta yerine kurulu olan darağacındaki ip, rüzgârın etkisiyle sallanıyor. Bir sağa, bir sola.
Yanına yaklaşan rütbeli tıknaz boylu asker, son bir isteği olup olmadığını soruyor. Gözleri yere çakılı…
Tahir’in ise ipe takılı…
Başıyla hayır işareti yapıyor.
Ruhu çoktan uçup gitmişti uzaklara. Bir an içi titriyor. Soğuktandır diye düşünüyor.
İçinde çırpınan his korkmaktan daha öte bir şey. Yaşamı boyunca hiç hissetmediği bir duygu… Rengiyle, sesiyle, kokusuyla tamamen kendine yabancı… Ama bir o kadar da dost.
Ellerini arkasından bağlıyorlar.
Üç adım ile sehpaya varıyor. İlmiği boynundan geçiriyorlar.
Aklına düşen cümleler dudaklarından o an dökülüyor.
Affet beni baba. Affet beni anne. Elveda güzel yurdumun insanları…
Bir güvercin kanat çırpıp, canhıraş darağacının tepesine konuyor.
Tahirin boynu şimdi bükük.
Gözleri; Ankara kalesinin burçlarında dalgalanan Türk bayrağına mıhlanmış vaziyette.
Öylece ölgün.
Hayata doyamamış özlemiyle.
SEVİLAY DİLBER
YORUMLAR
Ben bu yazıyı okurken, o dar ağacını gördüm. Tahir'i gördüm. Çaresizliğini gördüm. Bana göstermekle kalmadınız ayrıca da yaşattınız yazar kardeşim.
Kalemini kutluyor, bu yazıyı günümün yazısı ilan ediyorum. Güne gelmese bile benim gönlümde geldi. Bu gece okuduğum ilk yazı bu ama üstüne başka yazı okuyamayacağım. Çünkü vücudum titriyor şu an da.
Sevgi ve saygımla kardeşim...
SEVİLAY DİLBER
GECENİN BU SAATİNDE BENİ ÇOK DUYGULANDIRDINIZ.....
GÜZEL YORUMUNUZ İÇİN BİNLERCE TEŞEKKÜRLER....
SELAMLARIMIN EN GÜZELİ SİZE....
bu müstesna kalemi ilk defa okudum......çarpıldım.......o meşum anı yaşamış gibi yazıyor....mermi gibi....hep hedefte...tebrikler
SEVİLAY DİLBER
SELAM VE SEVGİLERİMLE BERABER..
Derin bir yazıydı...
Ürperdim...:(
Konuşmak gerek susa susa...
tebrikler...
SEVİLAY DİLBER
SAYGI VE SEVGİLERİMLE...
O GÜNLERİ YAŞAMIŞ BİRİ OLARAK YAZIYI DİKKATLE OKUDUM.
samimi ve çok içten bir yazı...
ancak bir kaç eksik var
idamlıklar ezan okunmadan(özellikle gece üç gibi)asılırlar...
bir arkadaşım o anı şöyle yazmıştı
"ben her akşam şu ranzada güneş doğunca uyurum
güneşte adam asmazlar! yarım günlük bir saadet
Her akşam yatsıyla gelen soğuk bir şeyler duyuyorum
abdest al güneş bekle ve böyle aylarca devam et...(A.Tefvik Ozan)
kalenin burçlarına bakarak kaç can uğurlandı ulucanlardan
ve bizler
yanı başımızdaki hücrelerden alınarak ölüme götürülen insanlara bilmeden kaç gece güle güle dedik
güle güle ölüme yollamak...
Fikirleri neo lursa olsun canı ölüme yollamak kadar bir şey koymadı bize...
her sabah kalkıp traş olanlar
düğün gününe hazırlanırcasına takım elbise giyip kravat takanlar gördük...
aklı ile daga geçenleri
çıldıranları izledik aylarca...
İsim kurgu gibi gel bana özellikle isim belirtmediğinizi düşünüyorum
sağcı yada solcu
bizim çocuklardı
gençtiler inanmış insanlardılar
devlet eli ile katledildiler
Allah hepsine gani gani rahmet eylesin...
biraz anılarımı kanattı
oldukça samimi bir yazı teşekkür ederim
SEVİLAY DİLBER
ezan öncesi idamlıkların asıldığını belirttim öyküde.
zira mağkümlar ezanı okuduktan sonra uyumaya başlıyorlar...
sağcısı solcusu..
benim içinde hiç faketmez......
onların hepside insandı.
gencecik....
yarına umutla bakan........
yorumunuz için çok teşekkür ederim..
saygı ve sevgilerinle bereber....
SEVİLAY DİLBER
ezan öncesi idamlıkların asıldığını belirttim öyküde.
zira mağkümlar ezanı okuduktan sonra uyumaya başlıyorlar...
sağcısı solcusu..
benim içinde hiç faketmez......
onların hepside insandı.
gencecik....
yarına umutla bakan........
yorumunuz için çok teşekkür ederim..
saygı ve sevgilerinle bereber....
SEVİLAY DİLBER
ezan öncesi idamlıkların asıldığını belirttim öyküde.
zira mağkümlar ezanı okuduktan sonra uyumaya başlıyorlar...
sağcısı solcusu..
benim içinde hiç faketmez......
onların hepside insandı.
gencecik....
yarına umutla bakan........
yorumunuz için çok teşekkür ederim..
saygı ve sevgilerinle bereber....