- 1044 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SON İSTASYON
Sabah ezanı okunuyordu. Güneş şehre ışıklarını düşürmemişti henüz. Zaman durgun, ılık, billûr bir yaz akşamını kalabalık, sıcak, gürültülü bir sabaha dönüştürmek üzereydi. Çobanyıldızı gökyüzünde avare avare dolanan yıldız güruhunu komutası altına almıştı. Kestane ağaçlarının arasında kalan yolun gölgesine, namaza giden beş on yaşlı amcanın dışında namaz için acele etmedikleri her hâllerinden belli olan iki kişinin koşturması da eklendi. Şadırvanda abdest alan insanlar bahçeden hızlı bir karaltının geçtiğini hissetmediler bile. İmam yanık sesiyle kamet getirdi. Cemaat safları sıklaştırıp önce başparmakları kulaklarında avuçları kıbleye dönük olacak şekilde ellerini kaldırdılar, sonra edeple bellerine bağladılar.
Namazın ardından okunan dualar, getirilen salâvatlar, yapılan tesbihât kasabanın üstündeki karanlık örtüyü sıyırıp atmış, dar sokakların yüzünü ağartmıştı.
Kasabada hayat güneşin ilk ışıklarıyla beraber canlanmaya başladı. Kepenkler bir törenin ritüeliymişçesine teker teker huşuyla açıldı. Dükkânların önüne mallar çıkarılmaya başladı. Nalburlar dikenli tel toplarını, el arabalarını çıkardı, manifaturacılar kumaşlarını… Fırıncılar taze ekmek kokularını...
…
“Duydun mu Mustan’ın kızı kocaya kaçmış!”
“Kime kız?”
“Doğulu bir askermiş çocuk.”dedi Hatice hanımın gazeteye sarıp eline tutuşturduğu ekmeğin altını kontrol ederken Şehriban Asiye’ye.
Zekiye usulca sordu Şehriban’a.”Hangisi?” diye.
“Safiye, Safiye” diye ikiledi Şehriban cevabını.”Nasıl bilmezsin?”der gibi.
“Hırlı mıdır hırsız mıdır? Tanımadığın adama ne kaçarsın be kızım… Koskoca kasabada adam kalmadı sanki…”diye baş salladı Asiye, aldığı yarım kilo peynirin ve iki ekmeğin parasını Hatice hanıma uzatırken. Bakkal Hatice hanım, peynir ekmek değil de havadis almaya gelen kadınlara kaşlarını çatmış, susmalarını bekliyordu sabırla.
“Hayırlı işler” dilediler Hatice hanıma. Bakkaldan çıkarken konuşmaya devam ediyorlardı.
Safiye, Anakadın’ın halı evine, askerlik şubesinin önünden geçerek giderdi hep. Zaten evleri de şubenin alt sokağında “Deli Emin yokuşunun başındaydı. Ara sıra da lojmanın kalorifercisi Abdulkadir abinin karısı Hacer yengeye uğrar dertleşirlerdi bazı. Merzifonluydu aslen Hacer. Merzifon’a ilk tayini çıktığında sevmişti Abdulkadir Hacer’i. O zaman dayısı oğluna nişanlı olan Hacer bir gece toplayıp bohçasını kaçıvermişti işte. On iki senedir bir kez bile kırmamışlardı işte birbirlerinin kalplerini.
Mahallede genç kızların Hacer’le konuşmasını pek istemezdi kimse. Yoldan çıkarır kızları derlerdi.Safiye2nin annesi buna pek kulak kabartmaz kızına her zaman güvendiğini, onun sütü bozuk biri olmadığını söyler dururdu. Oysa gide gele, bakışa bakışa Safiye’yle Abdül’ün birbirlerine gönlü düşmüştü bir kere. Hacer’in yardımıyla da tanışıp görüşmüşler, yürekleri yüreklerine ısınıvermişti işte. Ne çare ki Safiye’nin babası söz arasında kızını asker arkadaşının oğlu Bekir’e beşik kertiği yaptığını hatırlatır dururdu. İşin kötüsü yakında asker arkadaşının yapacağı ziyaret için evde hummalı bir hazırlık başlamıştı.
“Abdül. Babam beni evlendirmek istiyor. Senden başkasına varırsam yaşayamam. Yarın tezkereni aldığında beni kaçır. Seni seven Safiye.” İvediyle karaladığı mektubu özensizce zarfa koyup Hacer yengesine verdi. Hacer hanımın oğlu Şâkir’in getirdiği mektubu okuyan Abdül’ün yüzü bomboz oldu. “Allah’ın emriyle olsaydı…”diye geçirdi içinden Abdül.
Safiye halı evindeki arkadaşlarıyla vedalaşır gibi konuştu o gün. Çayının şekerini vedalaşarak karıştırdı, yatağını son kez toplar gibi topladı, annesinin yüzüne ezberlercesine bakıyordu. Bacısı Emine’nin altın saçlarını öpe koklaya son kez taradı. Uyuttu… Uyudu…
Pencereye taş değdiğinde saat üçtü. Çantasını alıp sokak kapısından dışarı çıktığında ve evine son kez bakakaldığında, kendini “Adıgüzeller” ailesine son kez ait hissettiğinde sabah ezanı okunmak üzereydi. Tren istasyonuna el ele koştular. Çocukluğunu, ilk gençliğini, hatıralarını, eski Safiye’yi arkasında bıraktığında vakit öğleye dönmüştü.
Kompartımanın kirli camlarından trenin içine doğru upuzun bir bozkır alabildiğine genişleyerek uzanıyordu. Tren belli bir ritimle hareket ederken, ailesini arkasında bırakmış olan Safiye’nin yüreğinden vidalar, menteşeler, çiviler dökülüyordu sanki. Sinemalarda izlediği filmlerden hiçbir farkı yoktu yaşadıklarının. Ayrılık ve vuslat, sevinç ve hüzün bu trenin koridorlarından, kirli koltuklarından aynı anda yapışıyordu Safiye’nin elbiselerine, eline yüzüne… Yüzünün gölgesine… Safiye’nin kırmızı ojeli küçük parmakları Abdül’ün nasırlı kocaman ellerinin arasında yok olmuştu adeta. Safiye Abdül olmuştu… Abdül Safiye’nin elleri…
Abdül artık iki kere yaşamak zorunda hissediyordu kendisini. Tanımadığı bir adamın peşine tek hecelik bir kelime uğruna takılıp gelen şu kız… Safiye… “Hemen nikâh kıydırmalı” diye geçirdi içinden. “İş kurmalı… Ev bulmalı… Ablalarıma tanıtmalı… Onlardan formalite icabı ‘olur’ almalı…” Safiye’yi beğenmemelerine imkân yoktu çünkü. Sarı saçlı, yeşil gözlü bu apak kızı nasıl olup da kandırdığını herkes soracaktı. Dudakları gururla yukarı doğru kıvrıldı. Hayâyla susturdu sonra hemen gururunu.
...
“Emine! Kız Emine! Aban nerde kız?”
Mahallede annelerinin öğrettiği rencide edici hayâsız kelimelerle bağırıp duruyordu çocuklar Emine’nin ardından. Emine dişlerini sıkmış ağlıyor ara sıra yerden aldığı taşlarla kendine sataşanları taşlıyordu. Bakkal Hatice dükkâna öğle yemeğini götürüyordu. Yanına çağırıp omuzlarından kavradı bu küçük çocuğu. Mavi gözlerinden döktüğü inci tanelerini sildi kınalı parmaklarıyla Hatice.”Ağlama yavru kuş… Ağlama” dedi sesinden şefkat partikülleri serpişti Emine’nin pembe yanaklarına.
“Ben n’etcem hatce yenge? Abam kocaya kaçtı. Ben n’etcem şimdi? Annem beni döverse kimin ardına sincem? Koca mı yoktu koskoca kasabada sanki? Babam ‘Safiye diye kızım yok gari benim!’ dedi akşam… Esti gürledi gene… Abam da gitti… N’etcem şimdi ben?” Emine’nin hüzünlü başını göğsüne gömdü Hatice. Alıp bakkala götürdü. Somruk şekeri ve gofret karşılığı satın aldımavi gözlerinden dökülen altından daha değerli gözyaşlarını. Somruk şekerini somurdu Emine. Gofretini dişledi. Ve unuttu nice sonra abasının ardından nasıl ağıt yaktığını… Hatice yengenin neden bahsettiğini… Somruk şekerin tadının niye acıdığını ağzında… Unuttu her şeyi nice sonra Emine’nin küçük kalbi…
Aynı dünyada iki uzak ülke gibi yabancı geliyordu Safiye için Abdül’ün doğup büyüdüğü ve şimdi de Safiye’nin bundan sonra yurt belleyeceği yerler… Dayısının oğlu öğretmen okulunu bitirip tayini doğuya çıktığı gün neredeyse ağıt yakacaktı ahâli. Tanımadığı yerleri aklına getiren herkes gibiydi tepkisi. Korkusu büyük, heyecanı çok, sevgisi katmerliydi. Abdül’le çıktıkları yol onları nereye götürürse kabul ediyordu yüreği. Şimdi tüm sıkıntılarını soyunup başını sevdiği adamın omzuna yatırmak istiyordu... Ve biraz uyumak…
Abdül gözlerini karşısındaki koltuğun kalkan döşemesine dikmiş, kendi kendine soruyordu:”Şimdi ne olacak? Şimdi ne olacak? Şimdi?”
Safiye sarı röfleli saçlarını Abdül’ün omuzlarına dağıtmış bitkin bir hâlde uyuyordu. Sevdiği kızı Bu hâlde gören Abdül içinden okkalı bir küfür savurdu kendine. Bu kıza ne vaat edebilirdi ki? Meçhul bir hayalin peşi sıra sürüklemişti O’nu da. Kalın parmaklarını dağınık saçlarının arasında gezdirirken uyandı Safiye. Uyku mahmuru yeşil gözlerini kırpıştırıp ovuşturarak şu anda hangi il sınırları dâhilinde hareket ettiklerini anlamaya çalıştı. Pencereden gelen ışık yüzünden kamaşan gözleri yeniden görme yetisini kazandığında az evvelki bulanık dimağı da açılmış, Abdül’ün endişeli yüzüne neşeyle gülümsemişti.
Abdül hayal âleminde yaşamıyordu. Derin endişelere sahipti. İncitmekten korktuğu ahu gözlü peri kızının yüzünde bakışlarını sorgularcasına gezdirdi. Sonra birden bire aylardır zihnini kemiren o soruyu sorma cesaretinde bulundu:”Benim Kürt olmam hiç mi korkutmuyor seni?”
Şaşkın şaşkın baktı Safiye sevdiği adamın yüzündeki ifadeye.
“Tabii ki hayır! Sen benim Türk olmamdan korkuyor musun yoksa?” “Şey… Hayır ama…” diye geveledi ağzındaki birkaç kelimeyi.
“Küçükken nenem beni hocaya gönderdiydi.” diye devam etti Safiye. ”Peygamber efendimiz (s.a.v.) demiş ki;’Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur!’ Yaratılırken hâşâ Allah’la pazarlık mı yapcaz? Ben Türk doğayım, şu İngiliz olsun, beriki Kürt olsun diye? Tövbe tövbe… Garip sorular sorup günaha sokma beni de…”
Abdül gözlerindeki sevinç yaşlarını gömleğinin koluyla silerken sarı gelinini kollarında canına sokacak kadar sıkı sarıyordu.
Tren ağır aksak ilerliyordu. Bulundukları kompartımana dört çocuklu kalabalık bir aile bindi. Gürültücü bir aile… Safiye, minik başörtüsünün altından fışkıran saçlarını parmaklarıyla örtünün alabildiğince altına tıkıştırmaya çalışan kadına bakıyordu. Çiçekli pazenden bir etek giymişti. Üstünde hardal sarısı merserize ipten “Türkan Şoray kirpiği” modelinden örülmüş yeleği vardı.
Kadın kâh kocasına laf yetiştiriyor, kâh oraya buraya koşturan, tırmanan ve tırmalayan, koridora taşıp coşan burnunu karıştıran, ağlayan, sızlayan, çocuklarını azarlıyor, bazen de pazar çantasına daldırdığı ellerini elmayla, ekmekle doldurarak çantanın dışına çıkarıyordu. Yanında getirdikleri yiyecekleri iştahla, önce, destursuz kompartımanlarına doluştukları yeni yol arkadaşlarına, sonra da sırasıyla eşi ve çocuklarına üleştiriyordu.
Abdül, şapka inkılâbından kalma bir adet olan kasketini bu sıcakta bile çıkarmamakta ısrar eden şu adamın kirli sakallarının arasından kayıp giden terlere bakıyordu yalnızca. Terlemesinin dışında adam çok rahat görünüyordu. Sağ bacağını dizinden kıvırıp bileğini sol dizinin üstüne yaslamış, otuzüçlük tespihini , kelimesiz, duasız savurup duruyor, ara sıra da karısına sataşıp duruyordu.
Aydın’da pamuk tarlasında çalışıyorlardı. En küçük biraderinin düğününe gidiyorlardı. Karısı yeni eltiyi sevmemişti anlaşılan. Durmadan söylenip durdu.
“De get şurdan, avrat başınla konuşma! Ben bilirim seni. Burada konuşur durursun. Düğünde halay başı olursun. “diye susturdu karısını, yanaklarından sızan teri cebinden çıkardığı mendiliyle silerken…
Onlar yiyip içip konuşurken, ’İç Anadolu Mavi ‘ treni, rayları eskite eksilte, dilinde türküsünü çağıra çağıra ilerliyordu. Biletçi gelip ellerindeki kalın karton biletlerini delgeçlerle delerek işaretliyordu.
Kalabalık, sıcak, gürültü… Safiye ile Abdül koridora çıkıyorlar, her istasyonda trene binen seyyar satıcılardan üzüm, simit, elma alıyorlardı. Sonra istasyonlarda inip ellerini yüzlerini yıkıyor, birbirleriyle şakalaşıyorlardı.
Bir kez aktarma yaptılar. İki istasyon sonra inip yollarına otobüsle devam edeceklerdi.
Uzun çok uzun bir yolculuğun son demlerinde iyice bitkin düşmüşler, trendeki yolcu azaldığından, gürültücü aile daha rahat edecekleri kompartımanlara doğru dağılmış, çocuklar belli ki annelerinin yanında sızıp kalmışlardı.
Safiye bir koltukta, Abdül bir diğerinde uzanmış uyuyorlardı. Kompartımanın kapısı hışırtıyla açılıp kapandı. Abdül belli belirsiz bir hayalle konuşmaya başladı: ”Kimsin?”
“Abdo! Kalk hadi!”
“Ökkeş ben… Hamidoların Ökkeş…”
…
Aylardan Eylül’dü. Bir haber koşturdu Mardin’in taş sokaklarını, merdivenlerini, abbaralarını…Bir ses yankıladı gökyüzünü bir ağıt…
“Oğul! Nasıl kıydılar sana! Oyy! Hamid’im… Şahin’im!”
Mardin’de taş merdivenler sallandı, kiliseler çanlarını çaldı, medreseler bu ağıtı yankıladı. Eşekler ürktü, sahiplerinin ellerinden kaçtı. Beşikte bebesi titredi. Hamidoların evlerinin üstüne kara bulutlar şimşekler yağdırdı sanki.
Aylardan Eylül’dü… Mardin sokakları Hasso’nun emmisi oğlu Hamid’in iki dönüm tarla için kanını akıttığını konuştu. Beşikteki bebe büyüdü, Hasso’yu vurdu sırasıyla. Sonra Ökkeş’in babası vuruldu. Bir sizden bir bizden devam etti bu dava nesillerce…
…
“Son duanı et!” dedi Ökkeş, yorgun yüzüyle Afyon’dan beri takipteydi kanlısını. Ölme sırasını kendilerine getirecek infazı gerçekleştirmek için…
Safiye irkilerek uyandı kuş uykusundan. Yeşil gözleri önce ışığı, sonra trenin mobilyalarını, Abdül’ün yüzündeki korkuyu, adamın elindeki silahı gördü. Safiye’nin hatırladığı son şey Abdül’e doğru gelen merminin önüne atladığıydı. İki el silah sesi duyuldu. Tiz bir çığlık… Düğünsüz bir vuslat…
Biletçi koşarak geldi, Ökkeş’in elinde asılı duran altıpatları alıp iki cana kıyan, başkalarının günahıyla yaşayan katilin üstüne doğrulttu.
Kara tren, elleri kelepçeli, gençliğini bir hiçe harcayan zavallı masum Ökkeş’i istasyonda bırakıp yoluna devam etti.
Üstlerinden çıkan kimliklerle teslim etti istasyon şefi polise cenazeleri.
Hayat da bir yolculuktu aslında. Bazen son istasyona ulaşamadan bitiveren…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.