- 758 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ONUN ADI MUSTAFA KEMALDİ
Erciş lisesinde görev yapan yeğeni Gürsel, Kazakistanlı Ayça ile daha bir yıl önce 1993 yılında evlenmişti. O günlerde dağılan Sovyetlerin rahat bıraktığı insanlardan olarak gelini Ayça’nın akrabaları, onu ziyaret etmek, keyfini, rahatını yerinde görmek için ta Kazakistan’dan kalkıp Erciş’e gelmişlerdi. Gelenler, Ayça gelinin babası, annesi ve kardeşi idi. Geldiklerinden daha birkaç gün evvel enişteleri Gürsel’in, Abdullah isimli amcasının hanımı vefat etmişti. Kızlarının biraz durgun oluşunu merak edip sorunca, Abdullah amcanın hanımının ölümü haberini duymuşlardı. Böyle olunca usulden olduğu üzere ona başsağlığına gitmeye karar verdiler. Derken aynı gün Van’a Abdullah dedenin yanına vasıl oldular.
x
Abdullah dedenin yüzündeki çizgiler yılların çetelesini tutmuş gibiydi. İlerlemiş yaşına rağmen diri ve dinçti. Belleği yerinde, şuuru ise tamdı.105 yaşında olduğunu söylediği zaman, herkes şaşırmaktan öte şoke olmuştu. İri kemikli ellerindeki parmaklarının derisi incelmiş ve büzülmüştü. Kıpır kıpır gözleri, suda yıkanmış üzüm taneleri gibi ıslak ıslaktı.
x
Daha 15 gün önce ölen eşine başsağlığı dilemek için gelen bu misafirleri seslerinden tanımaya çalışıyordu.
Abdullah Dede, gelen misafirlerin yabancı olduğunu anlamıştı; Gelenler hoş beşten sonra ona başsağlığı dilediler. Abdullah Dede, onların biraz anlamakta zorluk çektiği sözlerini, Ayça gelinin tercümanlığı sayesinde dinleyip başını sallayarak tasdik etmişti.
Şuradan buradan konuşuyorlarken, Abdullah Dede aradan geçen 70 yıllık bir öyküsünü onlara anlatmaya karar vermişti. Söze başlayarak dedi ki:
Aşk olsun zamana... Benim bundan yıllar evvel evlendiğim ilk hanımım da Kazakistanlı idi...
Orada bulunanların çoğu bu olayı yeni duyuyorlardı. Bir anlık şaşkın bakışları üzerinde hisseden Abdullah Dede devam etti.
Evet, dedi. kayın pederim, kayın validem ve kayınlarım da burada yani Türkiye’de idiler...kayın pederim Rusya adına burada görev yapan bir subaydı. O zaman ailemle birlikte Eleşgirt’te oturuyorduk... Ama o günlerde Rusya’da ihtilal çıkınca, bizimkiler de oraya yanı Rusya’ya gitmeye karar veriyorlar; ama bana demeye de cesaretleri olmamış... derken aralarında bir kurma kurarak, beni köyden uzaklaştırıp o fırsattan yararlanarak gitme planı yapmışlar. tabi bu oyunun içinde isteksiz de olsa karım da varmış ama muhannet bana dememişti.
Ne bileyim. işte o gün kayın validem hasta olduğunu, canının nar istediğini söyleyerek, benden bulup getirmemi istedi. Bende atıma binip, hızlıca giderek komşu köyden nar aldım. Sonra atıma bindiğim gibi gerisin geri köye geldim. Evimize uğradım. Kimsecikler yoktu. Kayın validemin evlerine baktım, orada da ne in, ne cin hiç kimse yoktu. Şaşırıp kaldım. Aklıma olumsuz hiçbir şey gelmiyordu. Ama ortada garip bir şeyler olduğu da belliydi.
Nasıl değerlendireceklerine aldırmadan, komşulara sormaya karar verdim. Hiç unutmam kapı bir komşumuz Nebi dayı evlerinin önünde duruyordu. Meğer deminden beri beni gözlüyormuş. Tedirginliğimi belli etmemeye çalışarak ona sordum.
Nebi dayı bizimkiler evde yok. Haberin var mı ?Acaba neredeler?
Haberin yok mu? sizinkiler Rusya’ya gittiler, dedi.
Ne zaman? Dedim.
Daha bugün sabah yola çıktılar, dedi.
Meğer kayınvalidemin canı istediği meyveyi almaya gittiğimin, hemen sonrasında onlar yola çıkmışlarmış. Aklımın ucundan geçmezdi böyle yapacakları... Deliye dönmüştüm...
Hemen atıma binip mahmuzladım. Atıma ve kendime güveniyordum. Nasıl gittiğimi bilmiyorum amma üç beş saat sonra Kağızman’a oradan da Kırmızı Köprü’den, Aras Nehri’ni geçerek karşı tarafa yani Rusya topraklarına varmıştım... Ortalık kalabalıktı. O kalabalıkta biraz uzaktan da olsa eşimi ve ailesini görebilmiştim.Onlarda karşıya daha yeni geçmişlerdi. Onlara yetişmiştim; ama Aras Nehri’ni geçer geçmez de Rus saldatları etrafımı çevirip, silah doğrultarak beni atımdan aşağı indirmişlerdi. Orada kulübe gibi bir binanın etrafında kalabalık insanlar vardı. Sonradan anladığım kadarıyla bu insanlar Türkiye’ye gelecek olanlar ile Rusya’ya geçecek olanların işlemlerinin yapıldığı yermiş.
O kalabalıkta elimi kolumu Rus saldatlarından kurtarmaya çalışırken eşim ve ailesi gözüme çarptı. Ama ne fayda...Fırsatım olmadı... Onlara varmak istedi isem de derdimi kimseye anlatamadım. O arada kayın pederimin Rus askerlerine bir şeyler dediğini de gördüm. Sanırım ki beni zapt etmelerini, kendilerine problem olabileceğimi söylemiş olmalı ki Rus askerleri beni daha bir sıkı sıkı yakalayıp, kollarımı bağladılar.
Bir kaç gün oradaki bir binada tutuklu kalıp, sonrada bir hapishaneye götürdüler. Orada arazi de çalışıyordum. Uzaktan görünen Ağrı Dağı’nın sisli başı gibiydi yüreğim. Hep sisli ve yeisliydim. Kayın validemin yaptığı oyuna mı yansam. Sevgili eşime mi yansam. Yoksa beraberinde götürdüğü daha iki yaşındaki minicik oğluma mı yansam, bilmiyordum. Bildiğim, içimin aldatılmışlığın ve ayrılığın aleviyle kavrulduğuydu. Ama her şeyin dermanı ne de olsa zamandı. Aradan geçen zaman bu anlamda bana da derman olmuştu...
Nihayet, en iyi intikam unutmak diyerek bağrıma taş basmıştım. Elimden bir şey gelmiyordu. Yer demir, gök bakır olmuştu ve ben çaresizdim...
Artık her şey bitmişti. Gönlüm yaralı, içim gamlı idi. Umut dolu gözlerim geride kalmıştı. Kendimi yuvası bozulmuş öksüz kuşlar gibi hissediyordum. Bu hapishanede tam bir sene kaldım. Sonra bir fırsatını bularak Aras Nehri’ni geçip Türkiye’ye kaçtım. Dere tepe derken, tekrar evime baba ocağıma dönmüştüm. Günler çabuk geçti Bu derdi içimde erittim gitti. Zaten Türkiye’ye geldiğimin üstünden bir sene geçmeden de ikinci evliliğimi yaptım. O eşim de sizlere ömür bir hafta oldu vefat etti.
Bu sözler üzerine odada bulunan Kazak misafirler da şaşırmıştı; bu hikayeyi yeni duyan çocukları da... Babalarının ağzından böyle bir şeyi ilk defa duyuyorlardı. Biraz tebessüm, biraz garip bakışların etkisi, yerini misafirlerle ilgilenmeye bırakmıştı.
Kazak misafirler olayı benimsemişlerdi. Abdullah Dede’ye olamayacak bir işi halledecekleri gibi sözlerle “ İstersen sen eşinin ailesinin isimlerini ver. Biz oraya giderken araştıralım,” diye. Abdullah Dede, suda balık denilen umut gibi, onlara kayınpederini, kayınvalidesini eşinin ve kayın-biraderlerinin isimlerini teker teker yazdırdı...Adres olarak şehirde işyeri bulunan oğlu Hamdi’nin dükkan adresini yazdırdı.
Başsağlığına gelen misafirlere töre gereği verilen çaylar içildi. Bu gibi hallerde ziyaretin kısa olanı makbuldü ama uzaktan gelen misafirler için bu gelenek pek de geçerli değildi. Ama yine de misafirler için gitme vakti gelince izin istediler.
Misafirler aynı gün Erciş’e dönüp, orada birkaç gün kaldıktan sonra da ülkeleri Kazakistan’a geri gittiler...
Gidişlerinin arası bir ay kadar geçmişti ki. bir gün postacı Abdullah Dede adına gönderilmiş bir mektubu oğlu Hamdi’ye verdi. Mektup Kazakistan’dan geliyordu ve babasının adına idi. Hamdi,Mektup ile birlikte hızlı adımlarla ve merakla babasına koştu. Babasına kendisine bir mektup geldiğini söyleyip, onun yanında açıp okumaya başladı. Mektup, gelinleri Ayça’nın ailesinden geliyordu. Kazakistan’a döndükten ve evlerinin olduğu Alma-ata’ya vardıktan sonra belli ki boş durmamışlar ve Abdullah Dede’nin akrabalarını aramış bulmuşlardı. Mektupta kısaca selam kelamdan sonra, Abdullah Dede’nin kayınpederinin ve kayınvalidesinin öldükleri, ama eşi Şeker ile kardeşlerinin orada ve hayatta oldukları yazılıydı. Hatta mektubun ikinci parçası oradaki akrabalarına aitti. O heyecanla hemen Alma-ata’daki akrabalara bir cevap yazıldı.
Mektuplar kısa sürede karşılıklı birkaç kez gönderildi. Artık Alma-ata’ya gönderilen mektupların adresi de değişmişti. Adres Şeker-ana’nın adresiydi. Hasret ve özlemle ilgili sıcak ifadeler ve görüşme arzularının vurgulandığı mektuplar çoğalmıştı. Hatta bir defasında Abdullah Dede’nin eşi Şeker-ana’nın ve kardeşlerinin fotoğrafını bile yollamışlardı.
Sovyetler Birliği dağılmış olduğundan, eskisi gibi oraya gidiş gelişteki disiplin ve sıkı önlemler de kalmamıştı. Bu sebeple Van’a ve hatta Türkiye’ye dağılan Rus vatandaşları çeşitli vesilelerle gelmiş alış verişler yapıyorlardı. Onlar Türkiye’ye geldiğine göre, Türklerde oralara kolaylıkla gidebilirlerdi.
Bu heyecanlı günlerin sonunda Abdullah Dede oğlu Hamdi’yi bir gün Kazakistan’a göndermeye karar verdi.
Hamdi, birkaç günde pasaport çıkartıp hazırlığını yaparak, uçak bileti alıp İran üzerinden Kazakistan’a vardı. hava-alanında kendisini karşılayanlar onu kısa sürede babasının ilk hanımı Şeker-ana’ya götürmüşlerdi...
Hamdi çok ilgi ve alaka görmüş, dayıları ve anası kendisi ile çok yakından ilgilenmişler ve izzet ikramda bulunmuşlardı. Hamdi Alma-ata’da gezip dolaşmış oraları incelemişti.
Anasını, gıyabında mahalle halkına ve çevreye sormuştu. Onlar Şeker-ana diyorlardı ona...Şeker--ana çok iyilik sever oluşu ve has huyu ile çevrede adı gibi biliniyordu...Herkes onu anlatmakla bitiremiyordu. Hamdi anasının bu hoşluğunu duydukça çok hisleniyor ve dalıyordu...şaşkındı... Kaderin cilvesi bu denli renkli ve dolambaçlıymış diye düşündüğü çok olmuştu.
Hamdi, Türkiye’ye döneceği günlere yakın, Şeker-ana’yla konuşurken onu Türkiye’ye davet etmişti.
Gel Türkiye’ye gidelim...seni babamla görüştüreyim, diye bir teklifte bulundu Şeker-ana’ya.
Şeker-ana: Oğlum Hamdi ben 90 yaşındayım. Artık dizde, gözde takat, derman kalmadı. Türkiye’ye çok gelmek istiyorum. Ayrıca, hele babanı dünya gözüyle görmek isterim. Ama dedim ya kendime güvenemiyorum artık. Fakat babana has selamlarımı söyle. De ki: o son ayrıldığımız gibiyim. Ve beni son bıraktığı gibiyim. Ona olan sevgi ve muhabbetim hiç azalmadı ama kader böyle imiş...
Hamdi anasının bu cevabına bir şey diyememişti...artık Türkiye’ye dönme zamanı gelmişti...
Hamdi, anasından ve buralardan ayrılmadan önce içini kemiren ve çok merak ettiği bir şeyi sordu anasına...
Ana, madem Türkiye’ye gelmiyorsun ama sana son bir şey sorayım,dedi. Babamın dediğine göre sen buraya gelirken yanında getirdiğin iki yaşında kardeşim varmış, o nerede onu hiç görmedim. Onunla tanışamayacak mıyım ? diye sordu...
Şeker-ana derinlere dalan gözlerini kaldırıp Hamdi’nin gözlerine dikerek dedi ki. – Ah oğlum ah...onu hiç sorma... O kardeşin 1415 yaşlarına gelince faili meçhul olarak öldürüldü...
Hamdi’nin başından sanki sıcak sular dökülmüştü...Saç tellerini diken diken havaya kalkmış gibi hissetti...titredi...Kekeme gibi sesi titreyerek tekrar sordu.
Peki ana kim öldürdü...?
Şeker-ana: kim olacak, komünistler öldürdü,dedi
Bir an ortalık sessizliğe büründü. Ana oğul sanki akıllarından geçenleri biliyormuşçasına suskundular. Suskunluğu bozan yine Hamdi oldu.
Ana niçin öldürdüler ? diye sordu.
Şeker-ana dedi ki.
Çünkü, onu benim ile Türkiye arasında bir ortak bağ gibi düşünmüşler...
Hamdi şaşkın ördeklere dönmüştü...Aklı bir türlü almıyordu...
Peki dedi...Ana öyle bile olsa bir çocuğun seninle Türkiye arasında bir bağ olabileceğini düşünüp neden öldürsünler ki?
Şeker-ana yılların uzaklığı içindeki hayallerine dalmıştı. Dirseklerini dayadığı dizleri titriyordu. Yüreği bir yine parçalanmış, kalbindeki küller yanmaya başlamıştı sanki... derin bir iç çekerek,Hamdi’ye kulağını yaklaştır anlamında işaret etti.Hamdi Şeker-ana’nın dediğini yaptı. Şeker-ana söyleyeceklerini eski rejim ilgilileri duymasın endişesi içinde olacak ki,sağa sola baktıktan sonra sessiz ama gevrek bir ses tonuyla Hamdi’nin kulağına fısıldadı.
Oğlum,dedi... çünkü....çünkü onun adı MUSTAFA KEMAL’Dİ...
***
Hamdi aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen Mustafa Kemal, adının bu denli etkili bir isim olduğunun çok farkında olarak dost bildiği insanlara bu ilk yurt dışı gezisini anlatırken mutlaka bu olayı her vesile anlatmakta... Kim bilir kaç kişiye daha anlatacak...