- 1147 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ağaçtaki Adam
Gürültü patırtı istemiyordu. Otobüse, vapura, tramvaya binmek istemiyor; yürümek, insanların yüzlerini böyle yakından görmek, ten kokularını duymak, gölgelerle haşir neşir olmak istemiyordu. Sıkılıyordu. Bu hayat karmaşıktı, kalabalıktı. Bu ömür denilen süreç boğuyordu onu. Sıkılan insan ne yapardı? İnsanlar hayatlarından, işlerinden, eşlerinden, çocuklarından, anne babalarından sıkılırlar mıydı? Yoksa tek sıkılan o muydu?
İnsanoğlunun bütün yolları kapalıydı demek. Demek sıkılmak, bunalmak, bir palamar gibi tam ortasından erimek yasaktı. Bunlar insan alameti değildi. Bütün sakinleştirici etkenleri ortadan kaldıranlar insan ruhunu ve onun gereksinimlerini düşünemediler demek. Şimdi gidecek neresi vardı? Bunalmak, bulantının içine hapsolmaktan başka yapabileceğimiz ne kaldı? Bir yer olsaydı sığınabileceğimiz. Bir yer. Şu durup durup içimdekiyle kavgam dinerdi belki. Dar sokaklardan, vakitlerin en ıssızını seçip ayırmaktan, en kuytu köşelere yönelmekten kurtulurdum belki. Bu klavye seslerinin arasına hücum eden bağırtılar, bu basınçlı ortamlar, bu tek kaçışın sigaraya, demli çaya ayrıldığı saatler, bu derilerden nükseden ağır hava, bunlardan, bunların takibinden bıktım usandım. Başımı çevirip iliştiğim her yer yabancı, her bucak ürkütücü.
Kimse değmeseydi ona. Bıraksaydılar ya haline. İlişmeseydiler suskunluğuna. Dürtüklemeseydiler sakinliğini. Üşüşmeseydiler yalnızlığının başına. Ruhu kalan yılları izbelerde geçirmeye yatkındı nasılsa, ekmek su dilenir, verirlerse teşekkür eder, vermezlerse de dizlerini karnına bastırır uyurdu; kimseciklerin düzenini tehdit edecek değildi, söz veriyordu. Kavgasını kendi içinde yaşayacak, orada mağlup olacak, destanını da, ağıtını da orada seslendirecekti. Hiçbir beyni zehirlemeye kalkışmayacaktı, asla. İdeallerinden bile şartsız şurtsuz vazgeçmeyi göze almıştı, yeter ki gölgesi kimsenin gözüne ilişmeye, kimseye tesadüf etmeye.
Bu yollardan, bu iş güçten, bu mecburiyetlerden yakasını kurtaramaz mı? Bir yere gitse, bir şey olsa, buralardan, bu tek düzelikten sıyrılsa. Daha dün evine gelirken nasıl bunalmış nasıl çıldıracak olmuştu. Çıldırsa kurtulurdu da, deli deyip onu bir köşede bırakırlar bir daha da kalkmasını istemezlerdi. Nasıl delirebilirdi acaba? Deli olunca karısı ona merhamet eder, çocukları ondan korkar, rahat kalırdı. Durduk yerde bunalıyor, ağlayacak oluyordu. Utanmasa ağlardı. Bir arkadaşı psikoloğa git, demişti, gitti. Tam derdini izah edici birkaç cümle kurmaya niyet etmişti ki, birden vazgeçti. Ceketini aldığı gibi oradan uzaklaştı. Bir daha da ne doktor ne psikolog yüzü görmek istedi. Kendi derdini biliyordu, çaresini de. Alıp başını gitmeliydi. Issızlığın en kalabalık olduğu, insanların hiç uğramadığı, belki bir köpeğin ara sıra uluduğu bir yerde yaşamalıydı. O zaman rahat edecekti. Dağlara sığınmalıydı. Ama nerede bulacaktı bu zamanda dağ. Mağaralar bile sahiplenilmiş. Bir nefeslik bile durdurmazlardı onu oralarda. Kovarlardı. Her yerde bir şeyler yapılır olmuştu. Eskiden dağların, ormanların olduğu yerleri şimdi evler, fabrikalar kaplamış. Bildiği bir yer vardı. Durup durmadığını kontrol ettirdi, gördü ki taş ocağı kurulmuş oralara. Sık ağaçlıkların yerinde taş topraktan başka hiçbir şey kalmamış. Bir zamanlar bir dere akardı yamaçlarında, şimdi kimsecikler varlığından haberdar değil. O sivri dağları hangi katil makine oymuş. Hangi zorbalık insanın yalnızlığını yerle bir ediyor böyle. Biz dere tepe, dağ, orman bayır görmeden nerede ve ne şekilde rahatlayacağız. Bu beton kıyametinin içinden kaçacak bir delik bile bırakmamışlar.
Bir yabansı memlekette, dilini bilmediğim, amacına vakıf olamadığım bir takım insanlar içinde yaşıyorum. Bir dükkânın camına yapıştırılmış duyuru yazısı ne kadar eksantrik geliyor şimdilerde. Bu yazılar, bu eğri büğrü, bu kimyasını kaybetmiş harfler bildiğim alfabeden mi oluşmuş. ‘Saybısından kiralik tükan.’ Bir bodrum katında asılı şu ‘satlık dayre’ ilanı hangi imla kuralını içeriyor, bulamıyorum, ya kafam karıncalanıyor ya da kendimi koyduğum yerde değilim. Dünya şüphesiz dönmekten fıttırdı, her şey anlamını yitirmiş burda. Evde yaşadıklarımız bizi paklamazmış gibi bir de sokakta, caddelerde başımıza gelenler yüzünden, bir gün kendi kendimizi duyup göremeden, amaçsız bir pisi gibi çürüyüp gidecektik. Kuşku yok böyle olacaktı. Cesedimizi orta sayfalarından bir gazete parçasıyla örterlerdi bizim de. Gelen geçen bir gün kendi başlarına da gelmesi kaçınılmaz bu olaya çipil gözlerle bakıp, pek zavallı der, evlerine, eşlerine dönerlerdi. Bir gün sağımızı solumuzu kaplayan şu Azrail sürüsünden biri -artık ne marka ne renk olacağı pek de önemli değil- ezip geçecekti emellerimizi. Bunca sene eve sağ salim dönmemiz bile büyük talih. Karılarımızın şansı varmış. Yoksa kimi bulacaklardı dırdır edip kafa şişirecek.
Hemen her günüm birbirine benziyordu, yani hepsi aynı lanet düzeyde. Her güne muhakkak moralimi bozacak bir şeyler sığıyordu. Bir türlü alışamamıştım; omuzlarımı kırıp geçen kaba saba insanlara, ayakkabımın burnunu pestile çevirenlere, savrulup atılan sümüklerin paçalarıma yapışmasına, ağızlara sığmayıp taşan bol köpüklü küfürlere, üstüme üstüme yürüyen, her hakka sahip kabadayılara, insanlara, maalesef insanlara.
Bir taraftan itiş kakış arabalar, bir taraftan uzun insan kuyrukları, bir yanda park halinde sandığınız otomobillerin hareketlenip ezilme tehlikesi geçirmeniz, bir yanda ne tarafa doğru gideceği belirsiz çocuk kümeleri, bir yanda kaldırımlara park etmiş aylak sürüleri, birbirlerine bağırıp söven şoförler, sonra kadınların çantalarında gezinen kapkaççı gözleri.
Siz böylesi bir anı yaşamaya durun, bunca patırtı gürültünün içinde kendi sesinizi zor işitin, kalksın hurdacının biri el arabasının üstüne yan yatırdığı, antenini de sonuna kadar çektiği eski bir radyodan haşır huşur bir şarkı dinlesin, üstelik şarkıya eşlik etsin. Sizin sinirlerinizi son sınırına dayatanların keyiflerinin gayet yerinde oluşu bu durumda canınıza tak demesin de ne desin. Sonunda yapacağım şey bana kendini gösterdi. Bir tek şey yapacaktım ve bu bir tek şey, çok basitse de, ruhumu doyuracaktı. Kararımı verdim. Kalan hayatımı ağaçta sürdürecektim. Neden mi ağaç? Mağara bulsaydım oraya sığınırdım. Bir dağ bırakmış olsalardı çıkmakta tereddüt etmeyecektim. Bir karış ıssız, izsiz toprak verselerdi girecektim, ancak bunların hiçbiri yoktu ki. Bu ülkede bir tek dağ kalmamış, olanların kimine jandarma kimine haydutlar konuşlanmış. Sıkılıp bunalanlara tek yer yok. Onlar sıkıldıkları yerde daha da sıkılmaya devam etmeliler, ta ki son süre çatana dek. O zaman, bütün her şey gibi, onların da çok önemli sandıkları bu dertleri biter, bir de bakarlar ki hiç de büyük değilmiş sandıkları şey, önlenemez değilmiş, fakat ben o son süre gelene kadar dayanabilecek gibi görünmüyordum, başımın çaresine bakmalıydım, şimdi bakmalıydım.
İşte, şehrin öteki yakasında barınan ağacı buluşum bana bir avuntu, bir ümit oldu. Oldukça geniş gövdeye, kalın ve sık dallara sahipti. Gür yeşil yaprakları avantajım olabilirdi. Bu ağaç kurtarıcım olacaktı, bunu görür görmez hissettim. Aramızda bir duygu alış verişi başladı. Birkaç zaman gidip geldim. Dallarını, yapraklarını seyrettim. Gövdesine sarılıp kaldım dakikalarca. Beni yanına almasını, onunla nefes almama, kalan ömrümü birlikte geçirmemize izin vermesini istedim. Orta katlarında barınabilirdim. Kimselere belli olmadan burada yaşayabileceğimi kafaya koymuştum. İş, evden uzaklaşmaya bir bahane bulmaya kalmıştı. Onu da halledersem bu ağaç yeni evim olacaktı. Ve ben işe gitmekten, otobüse binmekten, toplantılardan, misafirlerden, faturalardan, alışverişlerden, bayramlardan, davetlerden, düğünlerden her bir şeyden kurtulacaktım. Burada yaprak yer, keyfime bakardım. Kimsenin beni burada aramak aklına gelmezdi. Polisler delirmiş olduğumu sanıp beni kendi halime terk ederlerdi. Sokakta bir sürü deli vardı sonuçta, kimse onları toplamıyordu. Ben kimin gözüne fazla gelecektim ki. Karımsa düşündüğüm, değmezdi, birkaç gün ağlar sonra unuturdu, annem babamsa onlar zaten yoktular, arkadaşlarımsa umurumda değillerdi, çocuklarıma gelince onlara babalarının delirmiş olduğunu söyleyeceklerdi muhakkak, zaten deli bir babanın varlığını ister istemez saklamayı benimseyeceklerdi. Böylece ben de kalan hayatımı şekillendirmekte zorluk çekmeyecektim.
Karanlığın en koyu olduğu bir saatte, daha önce tasarladığım her şeyi boş vererek, evden çıktım. Ayaklarımda pabuçlarım yoktu, kravatım, ceketim yoktu. Kendimi salıverilmiş, bağından kopmuş gibi başıboş hissediyordum. Hızımı alabildiğine artırarak evime gidiyordum. Aklımda kötü anılar yoktu. Şimdi beni hangi kavgaların, tartışmaların, şikâyetlerin beklediğini düşünmeden evimin kollarına atılacaktım. Bu ne saadetti böyle. İşte yaşamak, dedim kendi kendime, bu olmalı.
Karımın beni nasıl bulduğunu o kadar düşünmeme rağmen bulamadım. Geceleri ayaklarım açılsın diye evimden inip sokakları dolaştığımda duvarlara yapıştırılmış fotoğraflarımı görüyordum, beni arıyorlardı, karım olmalı bu, demek daha birini bulamamış, yüklü bir ödül verilecekti yerimi bildirene, ben bu kadar değerli miydim, bundan sonra daha dikkatli olmalıydım, daha geç vakitlerde iniyordum evimden, daha tenha kıyıları seçiyordum yürümek için.
Ne var ki bir sabah olan oldu. Bir patırtıdır gidiyordu aşağıda. Ben o sırada seyir katındaydım. O gece çok sıcak vardı ve tahta kulübemi bırakıp en tepeye çıkmıştım. Dinlenme katına indiğimde büyük bir kalabalığın evimin çevresini kuşattıklarını gördüm. İnsanlar birbirlerine: ‘İşte orada, onu gördüm, ağaçtaki adamı gördüm,’ diyorlardı, sonra çok şaşırdıkları bir anekdotu hatırlayarak: ‘Biliyor musun, yaprak yiyormuş.’
Sinirlerim alt üst olmuştu. Bir de karımı topluluğun önünde görmeyeyim mi, o anda kendimi kaybettim, nasıl oldu bilmiyorum, koca bir dalı kopardığım gibi hınçla fırlattım. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu, polis çağırın, diyordu, yanındakilerden bir kısmı polise gerek yok ambulans çağıralım, derken bir kısmı da itfaiyeden bahsediyordu. Nereyi arayacaklarını bilemediler. Sonunda birileri bir yerleri aramaya başladı ellerindeki telefonlarla. Beklemeleri o kadar uzun sürdü ki, yine de gelen olmadı. Ben de yukarıda korkular içinde bekliyordum. Buradan indirileceğime üzülüyordum. Karım sürekli ağlıyordu, yalvarıyordu. Birini ağaca çıkmaya ikna için önüne gelenin yakasına yapışıyordu. Sonunda oradakiler karımın zırıltılarından bunalarak bir bir dağılmaya başladılar. Karım tek başına kalıp polise ve itfaiyeye lanetler yağdırana dek ağacın dibinde ağlamasını kesmedi. Saçı başı dağıldı, yüzü gözü şişmeye başladı, bir dal daha koparıp kafasına fırlattım. Bu ikincisini fırlatmama bir neden yoktu. Öfkem dinmişti, korku desem ondan da eser yoktu. Niçin böyle davrandığımı kestiremiyordum, o sırada gözüm hiçbir şey görmüyordu -karımın alnının patlamış olduğunu görmüştüm ama- iki elini yarasının üzerine bastırıp beddualar etti, sakın eve dönme diyordu, artık bir evim, karım ve çocuklarım yokmuş. Beni boşuyormuş. Karımın bu müjdeleri üstüne bir iştahım açıldı, bir iştah bombardımanına tutula yazdım ki, hemen yemek katına inip taze yapraklardan çıtırdatmaya başladım. Birkaç tane de akşam girene kadar çevremden ayrılmayan bu azimkâr konuğa yolladım ama onun yaprakların düştüğü yerde gözyaşlarından başka bir şeyi kalmamıştı. Yine de görevimi yapmış olmaktan mutluydum. İçim rahattı. Kendim şekillendirdiğim hayatın içinde olağanüstü bir şekil almak keyfime keyif katmıştı. Artık ağaçta bir adam gerçeği vardı. O adam bendim.
Ben, ağaçtaki adam.
Zeynep Hicret
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.