- 3069 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİNLERİN TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Dinlerin Toplum Üzerindeki Etkileri
İlkel Dinler:
Bu dinleri kaynakları bakımından; Ruhçuluk, Tabiatçılık, Totemcilik ve Vahiycilik olmak üzere dört temel esas üzerinde değerlendirebiliriz. Ana guruplara ayrılan bu ilkel dinlere dikkat ettiğimizde üçünün ilkellik bakı-mından birbirlerini tamamladığını, dördüncüsünün ise semavi bir din ola-rak diğerlerinden ayrıldığını görürüz. Şimdi sırasıyla bu dinleri kısaca açıklayalım:
a-) Ruhçuluk:
Bu inancın esası; insanlardan tabiat ve eşyaya ruhun aktarılmasıdır. İyi ruhlardan yardım istenirken, kötü ruhların gazabından korunmayı amaç-lar. İbadetlerin amacına uygun yapılabilmesi için dua edilmesi, adaklar adanması ve törenler düzenlenmesi şarttır. Ruhçuluk Dinine göre; tüm dinler bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Ruhçuluk dini; felsefe, sosyoloji ve dinler tarihindeki anlamları başka tür-lüdür. Felsefede Ruhçuluk (animizm) hayatın ta kendisidir. Sosyolojik an-lamda Ruhçuluk; İnsanların ruhlar tarafından yönetilmesi şeklinde kendi-ni gösterir. Bu yönüyle Ruhçuluk, dinler tarihinde ilkel bir din olarak de-ğerlendirilmiştir. Konu ile ilgili olarak dinler tarihi bilginlerinden Edward Burnette Tylor göre; Animizm ilkel kavimlerin en eski dinidir. Ölüm ve rü-ya olayları, ilkel insanda ruh fikrini doğurmuştur. İlkel insanlar, kendilerin-de gövdeden ayrı bir başlangıcın varlığını fark etmişlerdir. Can çekişen bir insanda ölümü gösteren belirti, soluğun kesilmesi olduğundan ilkel insan, ruhun gövdeden ayrı soluk, hava ve benzeri türden bir şey olduğu kanısına varmıştır. Bugün bu inançta Amerika, Avusturya ve Afrika’nın birçok bölgelerinde sayısı milyonları aşan insan vardır.
İlkel dine inananlardan bazıları ruhu; ruh yiyen, içen ve arada bir gövde-den ayrılarak uçuşan, avlanan varlıklar olarak tanımlamışlardır. Bazıları da ruhun akışkan olduğuna inanırlar. Başkaları da gölgelerin insanların yanında yürümesi, insan yansımasının duru suda görüntülenmesi, sesin aksetmesi (eko) ve benzeri olaylara bakarak ruhu hafif, buğu türünden bir şey olarak tasavvur etmişlerdir.
İlkel toplumlara göre rüya (düş); eşlerin geçici olarak gövdeyi terk edip, başıboş bir vaziyette dolaşması olarak yorumlanmıştır. Ölüm olayı ise; bu eşin (ruhun) bir daha dönmemek üzere bedenini terk etmesi olarak yorumlanmıştır. İlkel toplumlar, atalarının ruhlarının iyi ruhlar olduğuna inanmışlar ve onlardan yardım dilemişlerdir. Çıldırma, delirme ve çarpıl-ma gibi vakalar da kötü ruhların marifeti olarak algılanmıştır. Bunun do-ğal bir sonucu olarak ta; Atalara Tapınma (Cute des Abcetres) fetişizm, büyücülük, cincilik gibi inançların animizmden doğmuş olabileceği ileri sürülmüştür.
b-)Tabiatçılık (Naturisme ou animatisme)
Bu inança göre, fiziki çevrede rastlanan kuvvetler ve varlıkların kişileşti-rilmesi ve tanrılaştırılmasıdır. Örneğin; bir yanardağın lav püskürtmesi, gök gürültüsü, yıldırım düşmesi, fırtına, yıldızlar, karanlık, güneş ve gü-neş tutulması, ateş, deniz ve ırmak gibi büyük tabiat olayları karşısında hayrete, korkuya düşerek saygı duymuşlar ve onları tanrı zannedip ta-pınmaya başlamışlardır. Tabiatçılara göre din kavramı buradan çıkmıştır.
Tabiat varlıklarının Tanrılaştırılması bakımından Natürizm’e tabiat dini diyenlerde olmuştur. Eski inanç sahipleri, Natürizm ile Natuealizmi birbi-rinden ayırmak için Natürizme Teb’aniye, Natüralizme tabiiye demişlerdir. Sosyolojik anlamda Naturizm, dinin kaynağını tabii kuvvetler ve varlıkları Tanrılaştırmada bulan bir sistemin adıdır. Teori, Hindin kutsal kitabı olan Vedaların (Las Vegas) bulunması sonunda olağanüstü bir önem kazanmıştır. Bu öğreti, son devirlerde Max Müler tarafından düzgün bir sistem haline dönüştürülmüştür. Durkheim’in pek çok eleştirdiği bu nazariyenin esası şu şekilde olmuştur: İnsanoğlu; dünyayı görmeye ve keşfetmeye başladığında ilk dikkat çeken ve onları hayretler içerisinde bırakan tabiat olayları olmuştur. Tabiat; ilkel insanı gözünde en büyük bir yaşama alanı, en güçlü dehşet nedeni ve sonsuz harikalar âlemi olarak görülmüştür. Bu sebepledir ki; tabiatın gözlere ikram ettiği çeşitli görüntüler ruhlarda din fikrini uyandırmış, böylelikle Natürizm inancı doğmuştur. İnsanoğlu; bir yaşam boyu tabiat olaylarıyla iç içe olduğundan, tekrar eden tabiat olay-larını önceden görebilme ve/veya tahmin edebilme yeteneğini kazanmış-tır. Max Müller bu Teorisini ortaya çıkarırken Hint’in Vedalarından esinlenmiştir. Vedalar, Hindi-Avrupai bir dille yazılmıştır ve burada Tanrı isim-leri tabiat güçleriyle ifade edilmiştir. Örneğin; o dönemlerin en önemli Tanrılarından birinin adı Agni’dir. Agni ateş anlamına geliyordu. Hindi-Avrupai dillerde, İhniş, İngilizcede İgnition Agni ile aynı anlama geliyordu. Bu ise Max Müller’in nazariyesini doğrulamıştır. Bunun gibi Sanskrit dilinde parlak gök anlamında olan Dyaus, Yunancaya Zeus, Latinceye Jovis, İtalyancaya Dio, Fransızcaya Dieu, İspanyolcaya Dios olarak geçmiştir. Bu nazariyenin doğruluğuna inananlara göre ilk dinlerin kay-nağı tabiatçılık olmuştur. Bu dinlerde doğal güçler insanlara benzetildiği için maddi âleme de bir ruh âlemi ilave edilmiştir. İşin gerçek yönü; Ani-mizm ve Natürizm’in insanların inançlarını şekillendirip yönlendiren ilkel dinler olmasıdır.
c-) Totemcilik (Totemimse)
Totemcilik; birtakım ilkel klanların atası olarak kabul edilen ve bu sıfatlar-la kutsal olarak görülen hayvanlara ve bitkilere verilen bir addır. Totem kelimesinin Kuzey Amerika’daki Algonkin kabilesinden alındığını pek çok yazar söylemişse de, bazıları Arunta kabilelerinden Ojivayların kendi klanlarına verdiği isimler olduğunu ve terim olarak bu amblemler için kul-lanıldığını iddia etmişlerdir. Bazıları ise asıl deyimin Otam olduğunu iddia ederler. Reinach’a göre ise Totemin anlamı, adı geçen kabilenin dilinde belirti (işaret) veya simge demektir. Kılanlar, bitkilerden veya hayvanlar-dan türediklerine inandıklarından bu bitkileri ve hayvanları Tanrılaştırıp, taparlar. Toplumların en ilkel hali olan klanın din ve toplum teşkilatına kı-saca Totemizm denilmektedir.
Totem inancında bir takım belirleyici faktörler göze çarpar: Örneğin, üyelerin ana tarafından akraba olmaları, dış evlenme, ortaklaşa mülkiyet, parazitsel ekonomi olarak özetlenebilir. Bir klanda fertler akrabadır. Bir di-ğer nitelik, her klanın taşıdığı isim, o klanın ilgili bulunduğu eşya, bitki ve hayvanlardan birinin adı olmasıdır. Bu bakımdan klan üyeleri ile eşyalar, bitkiler veya hayvanlar arasında bir akrabalık olduğu düşünülür. Klan üyeleri bir totemden türediklerine inanırlar. Bu anlayış, her klanın totemini kutsal saymasının bir sonucudur. Totem kadar klan üyeleri de kutsal sayıldığından, birbirleri ile evlilik yapmaları kesinlikle yasaktır. Bu yasaklardan dolayı, dış klanlarla evlilik yapmak klanın temel özelliğidir.
Emile Durkheim, bütün dinlerin esin kaynağı totemizmdir ve totemin yerine bir tanrıyı koyunca yeni dinler için bir açıklama şekli bulunabileceğini ileri sürmektedir. Bu nazariyeyi kabul etmeyen pek çok bilgin, totemizm hakkında çeşitli nazariyeler üreterek, totemizmi ilkel bir din olarak kabul etmezler.
Totemlerin tapınmaları sanıldığı gibi bir hayvana veya bir bitkiye değildir. Totem üyeleri de en az totem kadar kutsal sayılmıştır. Totemizm; kişiye bağlı ve klana bağlı olmak üzere kendi içinde iki kısma ayrılmıştır.
Kişisel totemcilik, totem dininin bireysel tezahürüdür. Totemizmin ilki kişi-sel totemizmdir ve klana bağlı totem anlayışı buradan çıkmıştır. Bu anla-yışa göre “din ferdin vicdanından doğmuştur” sonucu çıkmıştır denilebilir.
Klana bağlı totemcilik; ortaklaşa bir totem anlayışıdır. Klan totemi, uzun zamanda genelleşmiş kişisel totem anlayışından başka bir şey olmaktan öteye geçememiştir. Frazer, totemizmi bir sihirler nazariyesi olarak görmüş olsa da bu yanlıştır; çünkü totemizmde kutsal ile kutsal dışı ayırımı mevcuttur. Bu ayırımı yapan sistem de bir dindir. Kutsal sayılan nesne (totem) hayvan veya bitki değil, fakat bunlarda gizli bir gücün varlığına inanılır. Buna Suikslar Vakan, Ukraynalılar ve Malezyalılar mana ismini verirler. Türkler buna Kut; Ziya Gökalp ise Altın Işık demektedir. Gökalp’a göre bu güç, kişisel değil, ölümsüzdür. Bu, şu anlama gelmektedir. Ken-dinde mana gücü olan bitki ya da hayvan yok olduktan sonra da mana devam eder. Totem, iki şeyi farklı gösterir. Mana, totem, mabut veya hayat prensibi denilen şeyin duyulara çarpan dış görüntüsüdür. Öte yandan klanın bir sembolüdür. Totem, bir klanı diğerinden ayıran bir işarettir.
Emile Durkheim, tüm varlıkları kutsal ve kutsal dışı olmak üzere iki kısma ayırmıştır.
Tanrı’nın kendisi ve ona tabi olan her şey kutsal sayılmalıdır. Bu anlayışın dışında kalanların hiçbirisi kutsal addedilmemelidir. Bu an-layışa göre; dinin temel prensibi, kutsal olanın kutsal olmayana yaklaş-masının yasak olmasıdır. Tapınmaktaki asıl gayenin, kutsal olmayan in-sanın kutsal olan tanrıya yaklaşmasıdır. Bu nedenle ibadetin yapılabilmesi için yaratığın yaratana yaklaşması icap eder. Bu bir ibadet biçimidir ve ibadet edecek kişinin veya kişilerin kişisel duygulardan kurtulması ile mümkün olabilmektedir. Çünkü ibadet edecek kimse, içten ve dıştan te-mizlenerek kutsallaşmalıdır, yani kutsal olan Tanrı’ya ancak bu şekilde yaklaşabilir. Bu bakımdan Emile Durkheim, ibadeti iki ana gruba ayırmış-tır. Din; insanın kutsal gördüğü gerçeklikle ilişkisi, bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, davranış kuralları, tapınma biçimleri ve kuramsal yapılar. Dinlerin temelini kutsal gerçekliğin olağanüstü ya da kişileşmiş bir varlığın “Tanrı” biçiminde tasarlanması zorunlu değildir; zira bütün bir “Tanrı” kavramını bütünüyle ya da büyük ölçüde dışlayan dinler de vardır.
Dinlerin Asıl Amacı:
Dinlerin amacı, evreni açıklamak değildir. Somut yaşantılardan esinlenerek dünyayı anlamlı kılmaktır. İnsanoğlunun doğa ile baş edebilmesini, kendi var oluşunu idrak edebilmesini, başkalarıyla bir arada yaşayabil-mesini sağlamaktır.
Dinlerin Kökeni:
Dinlerin gelişimini İlkçağ düşünürleri açıklamaya çalışmıştır. Sofist Filozof Keoslu Krstos’a göre din, insanları ahlak ve adalete yöneltebilmek için onları korkutmak amacıyla uydurulmuştur. Politeia (Devlet, 1942–1946) adlı eserinde yönetenlerin, yönetilenlere devlet yararına bazı güzel yalanlar söylemesini gerekli sayan Platon da bu açıklamadan esinlenmiştir. Sonraki Yunan düşünürleri arasında Euhomeros (İ.Ö. 330.yy. 260) Tanrı-ların, tanrılaştırılmış birer insan olduğu yönündeki öğretisiyle özellikle çok tanrılı dinlerin yorumlanmasında uzun sürecek bir etki uyandırdı. Putperestliği açıklamaya çalışan Kilise babaları, Euhomeros’un görüşlerinden büyük ölçüde yararlandı.
Felsefi düşünceyi tekrarlayıcı dinlerin egemen olduğu ortaçağda ise çok-tanrılı dinleri insanın Tanrı’ya başkaldırarak kendi özündeki “tek tanrıcı” inançtan uzaklaşmasıyla açıklayan yaklaşım öne sürüldü; ama bütün in-sanların Tanrı bilgisine “us” aracılığı ile ulaşma yetisini doğuştan taşıdığı yönündeki öğreti, öteki dinlerde de bir doğruluk payı olabileceği düşüncesini giderek olgunlaştırdı. Böylelikle Rönesans ile birlikte dinleri karşı-laştırmalı yöntemlerle inceleme doğrultusunda gelişen eğitimde temelleri atılmış oldu.
Giambattista Vico, Yeniçağda dinleri evrimci bir bakışla açıklamaya çalışmıştır. (1668–1774) Vico’ya göre Eski Yunan dini önce doğanın, sonra insanın denetlemeyi başardığı güçlerin (örneğin, ateş ve ürün) ardından kurumların (evlilik) tanrılaştırdığı aşamalardan geçmişti. 18. yüzyılda deneyci düşünür David Hume, insanlık tarihinin başlangıcında yer alan çok tanrıcılık, doğal olayları saf bir antropomorfizmle açıklama çabasının ürünü olduğunu savunmuştur. Özellikle tanrıların öfkesini yatıştırmaya yönelik tapınma biçimleri tek olumsuz bir tanrısal varlığın yüceltilmesine yol açmıştır. Voltaire ve Denis gibi aydınlanma dönemi düşünürleri, put-perestliğe ve dogmacı Hıristiyanlığa karşı çıkarken; toplum düzenini sür-dürmek için gene de bir Tanrı’nın bir doğal dinin varlığını zorunlu gör-müşlerdir. Onlara göre çoktanrılı dinleri yaratan rahiplerdir.
1834–1913 yılında dinleri antropolojik ve arkeolojik verilerle açıklamaya çalışan John Lubback’a göre; insanlık tarihinin temelinde ateizm yer alıyordu. Hiyerarşik düzene göre, fetişizm, doğaya tapınma ve totemcilik, Şamanizm, antropomorfizm, tektanrıcı inanç ve son olarak da etik tek tanrıcılık gelişimini tamamlamıştır. Çağdaş antropolojinin kurucularından olan İngiliz etnolog Edward Taylor göre en eski din biçiminin animizm olduğunu savunmuştur. Sonraki dönemlerde fetişizm, cinlere inanma ve çok tanrıcılık inancı gelişmiştir. Tylor’a göre tektanrıcılık, çok tanrıcı bir çerçeve içinde, örneğin Gök-Tanrı gibi büyük bir tanrının yönetilmesi so-nucunda doğmuştur. Herbert Spencer ise; animizmin değil, atalara ta-pınmanın temel din biçimi olduğunu öne sürmüştür. Buna karşılık olarak Andrew Log ve Wilhelm Schmidt gibi araştırmacılar bulguları, bazı ilkel toplumlarda “öncü tek tanrıcılık” adı verebilecek bir tür yüce tanrı inancı-nın da görüldüğünü ortaya koymuştur.
Uzakdoğu’nun bazı coğrafyalarında nüfusun çoğunlu birden çok dine bağlı olarak yaşamaktadır. Çin, Kore, Vietnam dinleri Mahyana Budacılığı, Taoculuk, Konfüçyüsçülük ve halk dinlerini kapsar. Japon dinleri Şinta dini ile Mahyana Budacılığıdır.
Üçlü Tek Tanrıcılık İnancı:
Hıristiyan din adamları, Hıristiyanlığın içini baba, oğul ve kutsal ruh ola-rak doldurmuşlardır. Bu inanç biçimi Petrus’un İsa Peygamberin gerçekte bir Mesih olduğuna gözleriyle görüp inanmasından ve Thomas’ın İsa Peygamber’in dirildiğine inanmasından yola çıkan havariler, bu Üçlü Tan-rı inancının doktrinlerini oluşturdular. İsa Peygamber, öldükten sonra Tablan Dağı’nda 3 havarisine görünmesi İsa’nın güçlü kişiliği İstanbul Konsili’nde de onaylanmıştır.
Ülkemiz, son günlerde Hıristiyanların dinimiz üzerinde bir takım hain oyunlar peşinde koştuğu bir ülke haline gelmiştir. Dinimizin özü ile oyna-yıp, İslam’ın içine Hıristiyanlığın temel esasları sızdırılmaya çalışılıyor. Bu projelerini “Ilımlı İslam” ve “Dinler arası Diyalog” masalları ile sürdürülüyor. Kuran’ın inmesiyle ve Son Peygamber Hz. Muhammed’in gelme-siyle tüm semavi dinlerin batıl olduğu belirtilmiş, tüm dünya insanlığı İs-lam’a davet edilmiştir. Bu bakımdan gerçek din’in ne olduğuna kısaca değinmekte fayda vardır.
Din Nedir?
Yüce Allah’ın (c.c) Kuran ile bildirdiği emirleri ve yasaklarıdır. Yani Allah’ın yasalarının tamamıdır. Kuran ile Yüce Rab, insanlara yaratılış ga-yelerini ve var oluş hikmetlerini bildirir. Yüce Rablerine karşı ne şekilde ibaret edecekleri öğretir. İyi ve güzel ameller işlemeye sevk ederken; zararlı amellerden de men eder. Din, insanların kendilerine sorduğu “ben kimim, nereden geldim ve nereye gidiyorum?” sorularının yegâne cevap kaynağıdır. Din, imkânların tükendiği anda ümitleri yeşerten bir imkân ve ümit kaynağıdır. Din İnsanlara adalet, iyilik, fedakârlık, doğruluk, fazilet, vatan sevgisi gibi duyguları aşılayan bir anlayışın ifadesidir.
Yüce Rab (c.c) kullarını cüzi bir iradede yarattığı için, kullarının küfre ve şerre yönelmemeleri için önce peygamberlerini yollamıştır. Peygamberler, vahiy yoluyla Allah’tan aldıkları dini kanunları insanlara bildirmişlerdir. Bu yönüyle bakıldığında dinlerin hakiki sahibi Yüce Allah’tır. Peygamber-leri ise dinin hükümlerini insanlara aktaran birer elçidirler.
Din inancı, insanoğlu ile birlikte doğmuştur. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde din duygusundan mahrum bir kavme rastlanmamıştır. Nerede bir insan topluluğu zuhur etmiş ise mutlak surette orada bir iman, ibadet ve dini yaşayış görülmüştür. Buradan da anlaşıldığı üzere; Yüce Rab (c.c) yarattığı kullarını dini kabul edecek ve kendisini tanıyıp, tasdik edecek bir formatta yaratmıştır.
Konu ile ilgili olarak Filozof Auguste Sabatier şöyle demiştir: “Diyanet, gayet kuvvetli bir ağaç gibi, insaniyetin geçirdiği inkılâpların hepsinde hayatını muhafaza etmiş ve edecektir. Zaman geçmekle onun kaynağı kurumak şöyle dursun, bilakis gittikçe o membaın derinleştiğini ve genişlediğini görmekteyiz. Binaenaleyh, insan hayatı diyanetle başlamış olduğu gibi, diyanetle kuvvet bulacak, diyanet ile nihayetlenecektir. Ben niçin dinliyim sualini nefsime sorar sormaz şu cevabı alıyorum; dindarım çünkü başka türlü olmaya muktedir değilim”
İlkel ve batıl dinler hakkında kısaca izahta bulunduktan sonra; asıl konumuz olan Yüce Dinimiz İslam’ın neleri şer saydığı konusuna değinelim:
Gıybet ve İftira:
Gıybet; insanların fiziki yapılarını, giyim-kuşamlarını, kötü hal ve hareket-lerini dile getirip çekiştirmektir. İftira ise; insanda var olmayan kötü hal ve hareketleri varmış gibi dile getirip kişiyi zan altında bırakmak ve karala-maktır. Bu çirkin ameller hakkında Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: “Dinleyen de gıybet eden gibidir. Söyleyen ve dinleyen gıybet-te birdir, ortaktır.” Ancak dili ile konuşmaz, korkar ve kalbi ile tasdik etmezse bu günahtan muaf olur. İmkânı varsa oradan ayrılmalıdır. Bunları yapmayıp da içinden dinlemeyi isteyerek, diliyle yapmacık olarak ‘ko-nuşma’ derse, bu da onu kurtaramaz; bu nifak olur ve münafıklık alamet-lerindendir.
Kumar ve Zararları:
Sonucu önceden kestirilemeyen ihtimallerle bir şeye bağlı kalmak suretiyle mal veya para vermek. Adı ne olursa olsun bu özelliği taşıyan para veya mal karşılığı oynanan her oyun ve ortak bahislerin tamamı kumar-dır. Kolaylıkla mal çarpmak veya çarptırmak olduğu için Kuran’da “meysir” denilen kumar, kolaylık anlamındaki “vûsi” kökünden türemiştir.
Kumar illeti insana Allah’ı unutturan, namaz kılmaktan alıkoyan, tembelliğe yönelten, çalışma şevkini yok edip, insanlar arasına kin ve düşmanlık eken haksız bir kazanç biçimidir. Fert ve toplum hayatında unutulmaz yaralar açan kumarın her türlüsü İslam Dini’nde men edilerek haram sa-yılmıştır. Yüce Kitabımız Kuran-ı Kerim kumar hakkında şöyle buyurmuş-tur. “Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve batıl yollarla yemeyin” (el-bakara, 1/183; en-Nisa, 4/29) Bir başka ayette; “Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister” (el-Maide, 5.90.91; Ibn Abidin Reddû’l Muhtar, İstanbul 1307, V, s, 355; Hamdi Yazır; Hak Dini Kur’an Dini, İstanbul 1960, II. S, 766)
Yasak ve günah olması bakımından içki ile kumar arasında hiçbir fark yoktur. Allah Tealâ her ikisini de aynı ayet-i kerime ile haram kılmıştır: “Ey iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal okları ancak şeytanın işlerin-den birer pisliktir. Onun için siz bunlardan kaçının ki muradınıza eresiniz. (el-Maide, 5/90)
Oynayana kazanç veya zarar getiren her türlü şans oyunu kumardır. Kumar; haksız yere başkasının malını almak, bile bile ortaklaşa hırsızlık yapmaktır. Bu yönüyle kumar, toplumsal bir felakettir. Dinimizin şiddetle yasakladığı bu yıkıcı kötülüğün pek çok aileyi sefil ve perişan ettiğini gü-nümüzün her saatinde görmemiz mümkündür.
İçki:
İnsan aklını uyuşturduğu için haram kılınmıştır. İçki tüketen bir kişi, sağllıklı düşünemez. İçki insanlara sahte bir cesaret ikram eder ve kişiyi türlü tehlikelere sürükler. Bu hal; toplum ve aile düzenini temelinden sarsar. İslam, aile ve toplum düzenini temelinden sarsacak her türlü kötü amele karşı olmuştur. Kuran’ın amacı; insanların huzur, barış, güven ve sağlıklı yaşamalarını sağlamaktır. Kuran-ı Kerim içki hakkında şöyle emreder: “Ey iman edenler! İçki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir” (el-Maide, 5/90) Ayette adı geçen “hamr” kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir. Köpüklenip, kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr’dır. Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr’a kıyasla haramdır. Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dâhil olduğunu söylemiştir. (Sahih-i Müs-lim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, IX, 247)
İçki tüketmek İslam’da yasak olduğu gibi önceki semavi dinlerde de yasaklanmıştır. Yahudilerin Kutsal Kitabı Tevrat’ta şu cümleler dikkat çeki-cidir. “Ve Rab Harun söyleyip dedi ki; Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinize ebedi kanun olarak, ta ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz” (Tevrat, Levililer, Bab 10, A, 8–11)
Hıristiyanlığın Kutsal Kitabı İncil’de şöyle denir: “Onlar yemek yerlerken; İsa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tabilerine verdi ve dedi ki; “Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki; bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim, o güne kadar ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim” (İncil, Matta, bab, 26, A; 26–29)
İslam’dan önce ve İslam’ın ilk dönemlerinde, cahiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslam, beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar; akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru koruyamaz duruma düşer. Amerika’da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat, yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşı-lınca; O’nun hatırasına Nev York’ta “Muhammed Çeşmesi” adını verdikleri bir abide yaptırırlar” (Yeşilay Dergisi, s.441, Ağustos 1970)
İnsanların aklına hemen şu soru geliyor. Acaba içki yasağı nasıl bildirildi? Kuran’da içki yasağı tedric prensibine göre bildirilmiştir. Mekke’de inen ilk ayette yasak hükmü yer almamıştır. Bu, (en-Nahl, 16/67) ayette: “Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapıyor, güzel rızık ediniyorsu-nuz. Bunda aklı eren bir kavimi için elbet bir ibret vardır” Bu ayetin inmesinden sonra Hz. Ömer Resulullaha gelmiş ve şöyle demiştir: “Ya Resulullah! Şarap malı helâk edici ve aklı giderici olduğu malumunuzdur. Yüce Allah’tan şarabın hükmünü bize açıklamasını iste. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Ey Allah’ın, şarap hakkında bize açıklayıcı beyanını bil-dir” diye dua edince, şu ayet indi: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki; Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak günahları faydalarından daha büyüktür” (Bakara, 2/219) Bu ayet inince, bazı sahabeler “Büyük Günah” diye içkiyi bırakmış, bazıları ise “insanlara faydası da var” diyerek içmeye devam etmişlerdir.
Bir gün Abdurrahman B. Avf bir ziyafet vermiş, ashab-ı kiramdan bazıları da bu ziyafette bulunmuştu. Yemekte içki de içilmişti. Akşam namazı vakti gelince, içlerinden birisi imam olmuş ve namaz kıldırırken “Kafirun” suresini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ya Rabbi, bize içki konusunda beyanında ziyade yap” diye dua etmiş ve daha sonra şu ayet inmiştir: “Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” (Nisa, 4/43) İnananlar, ayetten anladıklarıy-la amel edip, içki içme zamanlarını namazlara göre ayarlamışlardır.
Yine bir gün Utbe b. Malik, bir evlenme ziyafeti vermişti. Sa’d b. Ebu Vakkas da orada bulunuyordu. Ziyafette deve eti yediler, içki içtiler ve sarhoş oldular. Sonra asalet davasına kalkıştılar. Sa’d bu konuda kavmi-ni öven ve Ensar’ı hicveden bir şiir okudu. Ensar’dan birisi buna sinirle-nerek sofradaki bir deve kemiği ile Sad’ı yaraladı. Sa’d da durumu Resulullaha bildirdi. Bunun üzerine bu konuda kesin içki yasağı bildiren ayetler indi: “Ey iman edenler. İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçınınız ki felaha eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Maide, 5/90–91)
Hz. Muhammed, çeşitli hadisleri ile bu konuda uygulama esaslarını gösterir: “Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey ha-ramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse; ahrette Kevser şarabını içemez” (Müslüm, Eşribe, 73) Bir başka hadisinde; “Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır” (el-Askalani, Bulgu’l Meram, Tecr. A. Davudoğlu, IV, 61) İçkinin ilaç niyetiyle kullanılması sorulduğunda; “Şüphesiz şarap deva (ilaç) değil, aksine derttir” buyurmuştur. (El-Askalani, IV,61)
Hırsızlık:
İslam Din’i barış ve huzur dinidir. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan emirler bütünüdür. İslam, bırakın insanların elini kesmeyi, kimsenin dedikodusuna bile rıza göstermemiştir. İslam; adaletiyle ortaya çıkmıştır. İnsanları, dilleri ve ırkları bakımından ayrı görmemiştir. Bu bakımdan İslam, tüm insanlara eşit mesafede olmuştur. İslam’ın birinci amacı, insanları her türlü kötülükten korumasıdır. Bunu yaparken, ülkede işsizliği, kıtlığı yani; insanları hırsızlığa yöneltecek tüm sorunları çözmekle mükelleftir. İslam, bu sorunları ortadan kaldırdığı halde, bazı insanlar huyları ve karakterleri icabı hırsızlık yapmış ise; o kişiye had cezası uygulanmıştır. İslam Adaleti’nde torpil kesinlikle söz konusu olmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) zengin bir Arap kızının hırsızlık yapıp ta cezasının kıza uygulanmasını isteyip, “O ileri gelen birinin kızıdır, cezayı azaltalım” talebiyle karşılaşınca; “Vallahi, hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa yine aynı cezayı veririm” buyurarak, İslam’da kesinlikle torpilin olamayacağını ortaya koymuştur.
Bir ülkede açlık, kıtlık ve işsizlik varsa bu ülkede hırsıza ceza uygulan-maz. Hz. Ömer, kendi döneminde, kıtlık vakti hırsızlık cezasını kesinlikle yasaklamış; hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşürenlere ceza vermiştir. Dikkat edilirse; gerek Peygamberimiz döneminde ve gerekse dört halife döneminde İslam, hukuk sistemiyle ve sosyal yardımlaşma sistemiyle açlığı, yoksulluğa, torpile meydan vermemiştir; İslam adaletli bu şekilde tecelli etmiş; bu yönüyle insanların gönlüne hitap ederek kısa zamanda tüm dünyaya yayılmıştır.
Hangi Şartlarda Had Cezası Uygulanır:
a-) Hırsız, çocuk değilse.
b-) Çalınan mal belli bir değerin üstünde olursa. Örnek: 10 dirhemin üzerinde.
c-) Hırsızın çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise.
d- Mal, korunan bir yerden çalınmış ise,
e-) Mal, kamu malı değil ise,
f-) Et, süt, yaş meyve türünden değil ise,
g-) Eşi, çocuğu, babasının malı değil ise,
h-) Mahkemeye başvurmadan evvel malı geri verip tövbe etmemiş ise,
ı-) İki şahit var ise ve hırsızın itirafı ile suç kesinlik kazanmış ise, hırsızlı-ğın cezası uygulanır.
Görüldüğü gibi, bir cezanın uygulanması bile belirli şartlara bağlanmıştır. Had cezalarının uygulanması, toplum düzenini sağlamak amacına yönelik olduğu kadar, verilen cezaların da caydırıcı olması bakımından çok önemlidir.
Recm; zina eden evli kişilerin taşlanması cezası İslam’da var mıdır? Ku-ran-ı Kerim’de böyle bir ceza yoktur. Kur’an, zina yapanların toplum içinde utandırılıp, rezil edilip, yüz sopa ile cezalandırılmasını emretmiştir. Hadis-i Şeriflerde recm cezasından bahsedilmekte ise de; bu ceza her zaman tartışma konusu olmuştur. Osmanlıların altı yüz yıllık tarihinde sadece bir recm olayı yaşanmıştır; o da Şeyhülislamın “bu konuda fetva veremem” deyip, görevini bırakması ile sonuçlanmıştır.
İslam, kısas yoluyla insanlar arasındaki kin, nefret ve kan davaları gibi toplum düzenini temelinden sarsacak suçları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Bir insanı öldüren kişi için toplam üç hüküm bulunmaktadır. Bu hükümlere göre:
a-) Öldürülen tarafın ailesi adamı bağışlarsa, katil serbest bırakılır.
b-) Öldürülenin ailesi “kan bedeli” alırsa, katil serbest bırakılır.
c-) Öldürülenin ailesi kısas ister; “kana kan” derse; bunun üzerine İslam Devleti katili idam eder. Böylelikle kan davası da olmaz. Çünkü idamı ya-pan devlettir. Katilin ailesi itiraz etme imkânından mahrum bırakılır. Böy-lece idam edilen katilin ailesi de devletin verdiği ölüm emri karşısında boynunu büküp, kan davası güdemez.
İlkel dinlerden Batıl Dinlere, Batıl Dinlerden de Hak Dini İslam’ı bazı yönleriyle deliller ortaya koyarak incelemeye çalıştık. Gördük ki; hepside anlamını yitirmiş, zamanını doldurmuş içi boş inançlardır. Hiçbirisi insanlara mutluluk, saadet, huzur, barış, adalet ve hoşgörü getirememiştir. Sayılan tüm bu güzellikleri İslam bünyesinde toplamıştır. Şu kısa izahımızda bile gördük ki; İslam, en ufak bir haksızlığa bile müsaade etmemiştir. Bu ba-kımdan, dinimizin kıymetini bilelim ve onun emirlerine uymak için çaba sarf edelim. 24.10.2010
Halit Durucan
Emekli, yazar
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.