MERİÇ'İN ÖTE YAKASI
Havalar ısınmış, evde oturacak zamanlar geride kalmıştı. Köyde yaşayanlar kendilerini dışarı atmışlardı. Güneşin yansıdığı güney bölgeler kurumuş, bahçe yapmaya müsait hale gelmişti. Eline kazmasını alan Şeşo Bacı derenin kıyısındaki bahçesine inmiş çapalamaya başlamıştı bile. Her vurduğu kazmanın açtığı yerden toprak kokusu yayılıyordu. Çıkan otları ve taşları yan tarafa atıyordu. Temiz olmalıydı bahçesi. Kazma işi bittikten sonra tırmığı aldı eline. Kazılan toprağın üzerinde ileri geri dolaştırmaya başladı. Bahçe tohum ekmeye hazırdı. Soğan yerlerini işaretledi. Salatalık tohumlarının atılacağı yerlere çizikler yaptı özenerek. İki canlı bir insanın birden bu kadar çalışması hiçte iyi değildi aslında. Az bir zaman kalmıştı doğumuna. Bir an durakladı, doğruldu. Yanından akan derenin akışına baktı kaldı. Bu günlük işi bitmişti. Yarında tarlanın etrafındaki çeperleri (çit )onarırdı eşiyle. Eşi bu gün yoktu. Merkeze soğan salata tohumu almaya gitmişti. Bir arkadaşıyla buluşacak iş koşturacaklardı.
Eve dönen Şeşo Bacı önce kazmayı ve tırmığı aldığı yere koydu. Evinin etrafına göz gezdirdi.Tek göz ev,ona yapışık bir ahırları vardı. Ahşap ev çok eskilerden kalma idi. Ta Osmanlı-Rus Savaşına şahitlik yapmıştı. Sahara’ya savaşa giden Yusufeli’li Sabit Bey’in askerleri Aslan dededen ekmek almışlardı. Anlata anlata bitiremezdi yaptığı bu yardımı komşularına. Gözleri parlardı.Ahırında bir ineği bir çift tosun öküzü vardı. Onunla idare eder, ineğin sütünden evine süt, yağ, peynir yapardı. Öküzlerini de bazen kendileri ot getirmek,odun taşımak için kullanırlardı. Bazı zamanlar köyde öküzü olmayanlara parasıyla ot ve odun taşırdı. Öküzlerinden birisi devamlı arabanın altına yattığı için fazla iş çıkmazdı.
Gelen hayvanlarını ahıra soktu. Yan odadan küleği alarak sağmaya gitti ineğini. Babası hayvanlarla birlikte getirdiği bahçe sırığının kabuğunu sıyırmakla meşguldü. Sakalları ak ak olmuş,feleğin çemberinden geçmişti. Köyde arazisi en az olan o idi. Hep dürüstlüğünden bahsedilirdi. Köyde onun hakkında konuşulan bir hikaye bile vardı. Köyden ayrılan Ermenilerin başı ona:’’ Şu köyde istediğin kadar bir tarla alabilirsin’’ der. O ise üç dönümlük bir tarla ile yetinir.
Akşamın hüzünlü karanlığı çökmüştü köye. Eşini beklemeye başladı. Sesiyle uyandı eşinin. Uzandığı sekiden doğruldu,dışarıya çıktı. Şehirden getirdiği öte beriyi aldı elinden. Dalından asılı olan gaz yağı tenekesini indirdi o da. İçeriye girdiler.Yemeklerini yediler. Karşılıklı birkaç kelime ettiler. O gece hava alabildiğince kararmıştı. Şeşo Bacı diktiği soğan ve fasulye fidelerini düşünüyor,yağacak yağmurun faydalı olup olmayacağı hakkında hüküm yürütüyordu. Saat gecenin yarısını çaldığında bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamıştı. Sanki ev bir deniz içinde gibi dalgalarla boğuşuyordu. Birkaç dakika geçmeden çatı akmaya başladı. Serdikleri yatakları akmayan yerlere çekiyorlar,çektiği yerleri de damlalar istila ediyordu. Kaldırdılar sonunda. Kıl keçeyi de üzerine örttüler kenarda. Ayakta beklemeye başladılar üç can üç insan. Her damlanın çatıya vuruşu sanki içeriye kurşun gibi ses çıkarıyordu. Evlerinin üzerinde akan seller çoğaldıkça çoğalıyordu. Bir dere olmuştu sanki. Evi koruyan dut ağacı olmasa sular evin içine dolacaktı sanki. Aslan dede ve eniştesi suyun yönünü değiştirmeye çalışıyorlardı elindeki çapa kazmalarıyla. Şeşo bacının elinde denizci feneri vardı. Üzerine eteğini örtüyor,yağmurdan korumaya çalışıyordu.Hepsinin yağmur iliklerine işlemişti. Evlerine dönüp elbiselerini değiştirdiler. Evlerinin bir köşesine sığınarak sabahı beklemeye başladılar. Kafalarını bacaklarının arasına aldılar öylece kalakaldılar.
Uzaktan gelen derin bir gürültüyle kaldırdılar başlarını. Hepsi birden ‘’Allah’ım bizi koru’’ diye bildikleri duaları okumaya başladılar.Gürültü gittikçe artıyor,kulakları tırmalıyordu. Bütün köylü Aslan dedenin evinin bulunduğu yere koşmaya başladı. Onlar da dışarıya attılar kendilerini.
- Ne var ?
- Ne oluyor ?
- Deprem oluyor herhalde. Dedi birisi.
Köyün üst yanından gelen gürültünün deprem değil, yağan yağmurlarla kabaran derenin gürültüsü olduğunu anladılar az sonra. Dere önüne ne bulduysa katmış büyük bir gürültüyle geliyordu. İki metre olan dere elli altmış metre genişliğinde ve dört beş metre yüksekliğinde akmaktaydı. Kenarında olan tüm tarlaları almış götürmüş,sınırı olmayan bir ova genişliği halinde kalmıştı. Köylülerin en iyi tarlaları buralarda idi. Hepsi de sürmüş,ekinlerini ekmişlerdi. O güzelim tarla kenarlarındaki meyve ağaçlarını,çeperleri su silip süpürmüştü artık.
Sabahın ilk ışıkları göründüğü halde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Donup kalmıştı köylüler. Dere iki gün coşkun olarak aktı yatağından.İ kinci günün sonunda azaldı azaldı yeniden eski yatağına döndü. Bazı yerlerde aktığı yatak da değişmişti. Yukarı köylerde daha büyük afet olmuş yaylaları alıp önüne katmıştı sel. Dere yatağı biçilmiş tahtalarla dolmuştu. Kıyıya taşıdılar hepsini. Eline baltasını alan dere yatağına inmiş odun hazırlamaktaydılar. Sanki giden tarlalar onların değildi.
Şeşo bacı yaşlı gözlerle tarlasını aradı bir an. Sel kocaman kayaları alıp getirmiş üzerini kapatmıştı. Taş, çamur dolmuştu. Ekilecek bir hali yoktu artık buraların.
Bahar sonuna doğru arkadaşıyla buluşmak üzere hazırlığını yaptı Emin. Köyden de iki arkadaş edinmişti. Onlar da gelecekti gurbete.Severdi ikisini de. Çocukluğu birlikte geçmişti. Artık dayanacak güçleri kalmamıştı . Bu sırada çocukları da doğmuştu.Cılız bir çocuktu bebekleri.Nasıl beslendiği yüzüne yansımıştı. Anasının sütü yetmiyordu. İneklerinden aldığı süte su katarak doyurmaya çalışıyorlardı.
Üç arkadaş son kez eşleriyle vedalaştılar. Köyden ayrıldılar. Emin geriye döndü eşine el salladı. Gözden kayboldular. Şehirdeki arkadaşlarıyla buluştular küçük bir kahvehanede. Çaylarını yudumlarken Emin:
-- Nereye gideceğiz ? Diye sordu.
-- İstanbul’a. Dedi şehirli.
-- Tanıdık falan var mı? Dedi. Davut.
-- Yok. Dedi şehirli.
-- Artık konuşma zamanı değil. Dedi. Alim.
Arabaların kalktığı yere gittiler elindeki çuvallarla. Hopa’ya giden bir kamyon buldular. Yayladan dönüyor, içinde koyun taşıyordu. Bindiler. Kendilerine bir yer yaptılar. Her rampada araçtan iniyorlar.itiyorlar,düze çıktıklarında da biniyorlardı. Cankurtaran’a çıktıklarında ayağı kalktı Emin. Aşağılara baktığında çok korktu. Yerine oturdu hemen. Bir ummana ulaşmışlardı Hopa’da. Ucu görünmeyen deniz ve deniz kokusu. Kamyondan bozma bir otobüsle hareket ettiler İstanbul’a doğru.Gözlerini denizden ayıramıyorlardı.’’Bu kadar su nasıl oluşmuştu? Derin miydi , tadı nasıldı ? İçilir miydi ? Diye düşündüler. Üçüncü günün akşamı indiler İstanbul’a. Bir tanışları yoktu. Otobüslerin yanaştığı yerdeki bankların üzerine oturdular.
- Bir han bulalım kendimize. Dedi .Şehirli.
Kalktılar, yakındaki ‘’Anadolu Oteli ‘’ yazan hana yerleştiler.Ertesi gün iş aramaya çıktılar. Akşama eli boş döndü hepsi. Üç gündür iş bulamamışlardı. Otel kahvehanesinde otururken yanlarına sarışın, uzun boylu, elli elli beş yaşlarında biri yanaştı.
-- İş mi arıyorsunuz ? Dedi.
-- Öyle. Dedi Alim.
-- Sizi İpsala’ya pirinç ekmeye götüreyim.
- -Uzak mı orası ? Dedi. Emin.
-- Yok. Dedi.
Eşyalarının sırtlandılar adamın peşine takıldılar. Bir traktöre aldı onları. üç saat sonra düz bir araziye indirdi onları. Hangisi indiyse ayakları çamura batıyordu. Her yer yarım metre su göletleriyle doluydu. Bellerine kadar çizme giymiş kişiler pirinç ekiyorlardı .Gördükleri biraz zorlarına gitmişti. Yatacağı yerlere doğru yöneldiler. Büyük bir çadır kurulmuştu göletin içine. Ranzalar suyun içinde idi. Dışarıda çizmelerini giydiler. Herkes bir ranzaya yerleşti. Üzerlerinden çıkardıklarını da asılı iplere astılar. Sabahın erken saatlerinde uyandırılıyorlar,akşam karanlığı çökene kadar pirinç tarlasında çalışıyorlardı. Dördüncü günün sonunda patron olan adam geldi.
-- İsterseniz sizi şu dereden kayıkla karşıya geçiririm orada çalışırsınız. Daha fazla para kazanırsınız.Ama orası Yunanistan.
-- Oradakiler Türkçe mi konuşurlar? Dedi .Davut.
-- Evet bilirler.
-- Gideriz. Dedi. Emin.
Yevmiyelerin ellerine saydı birer birer. İlk kez emeklerinin karşılığında para sahibi oluyorlardı. Eşyalarını toplayıp Meriç nehrinin kıyısındaki kayığa bindiler. Karşıya geçmeleri kolay olmuştu. Demek ki sadece biz geçmedik bu kayıkla diye düşündüler. Aynı çadırlar vardı burada da. İri kıyım birisi karşılamıştı onları. Çadırlara yerleştiler.Fazla çalışma yoktu,yemekleri de güzeldi . Birici ayın sonunda aylıklarını da fazlasıyla almışlardı. Çalışmaya devam edeceklerdi. Emin bazen çadıra gelmiyor hep onu düşünüyorlardı. Bir gün yine gelmemişti. Davut:
--Emin neden çadıra gelmiyorsun? Nereye gidiyorsun? Söyle bize. Dedi.
Arkadaşlarının yüzüne bakmadan.
--Bir Yunan kızına aşık oldum. Onun evinde kızla buluşuyorum . Dedi.
--Sen evli değil misin ? Bir de çocuğun var memlekette. Dedi Alim.
--Olsun ben kararımı verdim . Evlenip burada kalacağım. Evi sorarsanız. Çocuğum çok cılız biri, yaşamaz zaten. Eşimi de boşarım.
Arkadaşları donup kalmıştı. Hepsi birden kızdılar.’’olmaz öyle şey’’ diye bağırdılar. Emin geceleri evin penceresine merdiven dayıyor, kızın yanına giriyor. Sabahleyin de merdiveni pirinç tarlasında saklıyordu. Kız çok güzeldi. Üstelik göğsünde üç sıra altın diziliydi. Eminin gözleri hep bu dizi dizi altınlardaydı. O gece hep arkadaşlarının dediklerini düşündü. Onlar haklılardı. Kızla yine de buluşuyor ama eskisi gibi yakınlık bulamıyordu. Bir Gün kıza:
-- Bana şu altınları verir misin ? Diye sorunca o’da Sende bana nüfus cüzdanını verirsen veririm . Dedi. Kız ondan daha uyanık çıkmıştı. İşi gırgıra vurdu. Kız devamlı’’ Benimle ne zaman evleneceksin ? Diye tutturmaya başlamıştı. Kardeşlerine söylerse daha kötü durumlar olacak. Arkadaşlarına da kötülüğü dokunacaktı. Onları da çalıştırmazlardı el memleketinde. Son kez kızla buluşmaya gitti Emin. Onu çok sevgiyle karşılamadı sanki. Yanına gelen bir yabancı biriydi .Eski sevecen hali gitmiş,yerini sevgisiz biri almıştı. Ağabeylerinden kendisini istemeliydi artık .İş çığırından çıkacak,yaptıklarını söyleyecekti.
Evde kalamayan Emin çadıra döndü. Arkadaşları kötü bir şeylerin olduğunu sezinlemişlerdi. Hiç konuşmadılar. Günlerce hiç yatmadığı rutubetli yatağına uzandı. Sabah olana kadar döndü durdu yatağında. Sabahleyin kahvaltılarını ettikten sonra bel çizmelerini giydiler ve çalışmaya göletlere döndüler.
Mola anında uzaktan işverenin geldiğini gördüler. Biraz sinirli bir hali vardı nedense.
--Emin .diye bağırdı.
--Buyurun. Dedi. Emin.
- Sen bi yol gelsene.
Emin göletten çıktı Patronunun yanına vardı. Ne söyleyecek diye düşündü biran. Göz göze geldiler.
--Sen buraya çalışmak için mi, yoksa başka şeyler için mi geldin?
--Hayırdır beyim. Dedi. Emin.
Patronun yanına kızın kardeşleri gelmişler. Olanı biteni bir bir anlatmışlardı. Üç dört aydır kız kardeşlerinin yanında kalan bu adam kardeşlerini almalıydı. Yoksa işler kötü olacaktı. Yarın yeniden geleceklerdi. O gece çok korktu Emin. Arkadaşlarına daha çok yanaştı,daha çok birlik istedi. Aralarında uzun uzadıya konuştular. Emin’in kaçmasına karar verdiler. Bu iş kolay olmayacaktı. Türk kesimine geçecek kayık falan yoktu. Yasaktı. Nasıl geçebilirdi Meriç Nehri’ni. Derinliği iki metreden çoktu. Akıllarına camuş (manda ) sırtında geçmek fikri gelmişti. Ama kimse mandasını vermezdi.Ya mandaya da bir şey olursa diye. Manda otlatan birisiyle para karşılığında anlaştılar. Kazandığı paranın neredeyse yarısını istiyordu adam. Bir aylığını yan cebine ayırdı Emin. Diğer yarısıyla da bir camuş (manda ) aldı. Öğleye doğru Meriç nehrini geçecekti. Suyun azaldığı saatler bu saatlerdi. Alim,Davut Emin’e sarıldılar. Mandaya bindi Emin. Yatak çarşafıyla da kendini bağladı iyice hayvana. Suya saldılar hayvanı. Bir hamle yaptı, ilk iki ayağını atınca derinlik boğazına vurdu. Gerisin geriye döndü.Gitmek istemiyordu. Bu arada kızın kardeşleri ellerine birer değnek almışlar üstlerine doğru koşuyorlardı. Bunu gören Emin son kez mandayı suya saldı.G eri dönüş yoktu artık. Manda Meriç nehrinde sanki kayıyordu. Emin’in başı ve hayvanın boynuzları,boynu görünüyordu suyun yüzünde. Bir ara sendelediler. Ama topladılar kendilerini. Zorlukla karşıya çıktılar. Mandaya bağladığı çarşafı çözdü Emin. Karşıdaki arkadaşlarına el salladı . Üzerindeki suları elinin tersiyle aşağıya doğru akıttı. Bir taşın üstüne çıktı. Kurumaya başladı. Üzerinden dumanlar çıkıyordu. Yan cebinden çıkardığı paraları taşın üzerine serdi. Üstlerine küçük küçük taşlar koydu uçmasın diye. Azıcık kestirdi .Uyandığında gün inmek üzereydi. Kalktı.Yürümeye başladı. Kendi kendine çok büyük aptallık ettiğini düşündü. Evine döndüğünde Şeşo’suna ne diyecekti . Köye dönen arkadaşları olanları söylerse. Karşıdan bir traktörün geldiğini gördü, el etti bindi .İ stanbul’a yakın bir yerde indirdi adam. İstanbul Büyükşehir. Emin küçücük kaldı buralarda. Bir han odasına yerleşti. Ertesi günü gideceği arabaların kalktığı yere gitti. Dört gün sonraya bir bilet alabildi ancak.
Bir gece karanlığında vardı köyüne Emin. Kapıyı çaldı. Aslan Dede’nin sesi geldi içerden.
-- Kim o.
--Benim Efendi Emi. Dedi
Kapıyı açtı Aslan Dede. Eğildi elini öptü Emin . Arkasında eşi duruyordu. Saçları dağılmış ama gözleri gülüyordu. Sırtındaki yorganı indirdi. Elindeki fileyi yan tarafa bıraktı. Eşine de sarıldı.Gaz lambasının ışığını biraz daha artırdılar. Beşikte uyuyan bebeğe kaydı gözleri. Bu bıraktığı çocuk değildi sanki. Balak gibi bir çocuk olmuştu. Kilo almış. Beşikten çıkan kolu tombul tombuldu.
O gece deliksiz bir uyku çekti. Sabahleyin olanı biteni anlattı. İş bulamadıklarını, bulsalar da karın tokluğuna çalıştıklarını anlattı. Davut ile Alim sonra gelecek dedi. Anlatamadığı çok şeyler vardı. Köydeki işlerine başladı. Bahçesini yeniden temizledi. Ekin ekecek hale getirdi zorda olsa. Bir Cumartesi günü güzel bir haber almıştı. Murgul’da Etibank İşletmesi maden işçisi arıyordu. Ertesi günü büyük ümitlerle işe gitti kaydını yaptırdı. İşine başladı. Bakır madeninde çalışacaktı. Duvardaki takvimler 10Temmuz 1959 Tarihini gösteriyordu.
ERTÜRK DEMİRCİ