- 739 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İNŞAAT İŞÇİLERİ
İNŞAAT İŞÇİLERİ
Dört duvarın arasındaydı. Önünde uzun bir masa, masanın üzerine birkaç çay bardağı, eski bir demlik, bir tabak zeytin, bir parçada peynir, bayatlamış yarım ekmek vardı. Uykusundan yeni uyanmış, sersemliğini atamamıştı üzerinden. Çayını yudumlarken, o gün ki işini düşünmekteydi. Uzun ve de yorucu bir gün daha onu beklemekteydi. Bir yandan da bedeni dinlenmek istemekteydi. Fakat çalışmak ve akşama eve ekmek getirmek zorundaydı. Yalnız olamadığını düşündü. Onun gibi çalışmak zorunda olan milyonlarca işçi daha vardı. Birkaç lokma kahvaltısını yaptıktan sonra, en iyisi bir an önce gitmek diyerek oturduğu eski iskemlesinden kalktı. Geç kalmamak için yarı tok bir şekilde hızla üzerini değiştirdi. Evinin eski ve de paslanmaya yüz tutmuş demir kapısını kapatarak, sokağa yöneldi. Sokağın köşesini döner dönmez, sert ve de soğuk bir rüzgâr acımasızca yüzünü yalayıverdi. Ceketinin yakasını fora ederek, düğmelerini ilikledi ve soğuktan titreyen ellerini daha fazla üşümesin diye hızla ceketinin ceplerine soktu. Her ne kadar üşümediğini düşünse de acımasız soğuk iliklerine kadar işlemekteydi. Üşüdüğünü hissetmemek için dişlerini sıkıca bir birlerine kenetledi. Yürürken aklı eski zamanlarına, köyünde çobanlık yaptığı günlere gitti. Evleri saklayan o bembeyaz, masun görünüşlü, ama; insanı ansızın yutuveren karı hatırladı. Kendisine baktı bir de. Değişen bir şey de yoktu. O zamanda açtı, şimdide. O zamanda üşümekteydi, şimdide… Düşünmeye başladı. Neden yaşamaktaydı. Neden hayatın içerisinde idi.
Aslında suç kendisinin değildi. O sadece tarlada çalıştırılmak için doğrulmuş, ya da atalarını erkekliğini ispat etmek için yaptığı çocuklardan bir tanesiydi sadece. Daha çocuktu ve oyun çağındaydı. Fakat oyun oynamak yerine çobanlık yapıyordu yamalı elbiseleri ve de yırtık lastik ayakkabıları ile. Sabah erkenden uyandırılır, güneşin doğuşuyla birlikte, ayaza kesen havada, üzerinde yamalı, paçavra, kirden rengini kaybetmiş kazağı ve pantolonu ile hayvanların peşinden giderdi. Ellerine bir parça tandır ekmeği sıkıştırılır, bir adet de soğan verilir ve çobanlık için uğurlanır, eğer eksik hayvan gelirse diye sıkı sıkıya korkutulurdu.
Sonra büyüttü kendisini. On üç yaşlarında idi. Kendisinden küçük bir kardeşi daha vardı. Mertebe atlayarak, ağabeyleri ile beraber tarlaya gidebilirdi. Baba yine sıcak yatağında uyumaktaydı ve güneş yeni yeni gökyüzünü aydınlatmaktaydı. Üzerinde büyüklerinden kalma, eski püskü bir pantolon, yamalarla kaplı eski ve soluk bir kazak, bir de abisinden kalma eski bir lastik ayakkabısı vardı. Elinde boyuna eşit pırıl pırıl bir tırmık, tarla yolcusuydu. Hayatının en önemli günlerinden biriydi. Artık dağ dere yalnız başına dolaşmayacak, bir sürünün sağlığı için kendini heder etmeyecek, elleri ve ayakları dikenlerden zarar görmeyecek, patikalarda yürümekten ayakları ağrımayacak, geceleri rüyalarına kurtlar girmeyecek ve babasından dayaklar yemeyecekti bir koyun ve ya da keçi için. Çünkü bir hayvan demek para demekti, süt demekti, sabahları kahvaltıya konacak kahvaltılık demekti ve insan canından bile önemli idi. Artık sayımda eksik hayvan çıkmayacak, sabahlara kadar evin kapısının dış eşiğinde kıvrılıp uyumayacaktı. Halinden oldukça memnundu. En azından günü bir parça ekmekle tamamlamayacak, aç ve de yorgun gün geçirmeyecekti. Artık öğle yemeklerinde bir lokma ekmek ve yanına da bir bardak ayran ile geçirecekti. Kısacası bu günden sonrası onun için ziyafet günleri idi. Ama aklıda küçük kardeşinde idi. Şimdide sıra ondaydı ve kendi yaşadıklarını o yaşayacaktı. Dağlarda derelerde hayvan kovalayacak, her an bir terslik olabileceği için gözlerini ve kulaklarını dört açacaktı. Zorlu bir hayat onu bekliyordu. Günlerini bir lokma ekmekle geçirecek, hayatı zindan olacaktı. Bir çözümü olmalıydı ama; ne? Uzun uzun düşündü yol boyunca. Kulaklarında ezdiği toprağın ve dikenlerin sesleri yankılanırken bir el ansızın çekiverdi geriye onu kolundan tutarak. Şaşırmıştı… Hızla ileriye attı kendisini abisi onu durdurarak. Adeta bir kamyon gibiydi. Evet, adeta bir kamyon gibi ileri atılmıştı. Çünkü çocukluğu boyunca görüp görebildiği tek araç ara sıra köylerinden geçen yük kamyonlarıydı. Hatta çocukluğunun hayaliydi. Günün birinde o da öyle bir kamyona binecekti elbette. Hatta binmekle kalmayıp, direksiyonun da başına kurulacaktı muhtar koltuğuna kurulur gibi. Bu onun için bir çocukluk hayaliydi.
Sonra çalıların arasından çıkıp gelen abisine baktı. Elinde bir yılan, sağa sola vura vura geliyordu. Bir kuyu kazmasını söyledi ona. O da kazdı. Yılanı kuyunun içine koyarak, üzerini toprakla örttü. ‘eğer güneşi görürse canlanır ve bize intikam tutar. Onun için derine gömdüm ki can almasın.’ Dedi abisi. Evet, inançlarına göre yılan asla ölmezdi. Bu sebeple de ancak onun güneşi görmesine engel olunmalıydı.
Derin düşüncelere dalmış yürüyorken sert ve de acımasıca esen soğuk rüzgâr, kendisine getirdi onu. O ara önünden geçen bir öğrenci kümesine ilişti gözü. Düşünen gözlerine acı bir hüzün yerleşti. Keşke bende okuyabilseydim diye geçirdi aklından. Okutmamıştı ailesi onu. Okul demek masraf demekti, okul demek iş gücünden bir kayıp demekti ve okul demek babanın huzurunun kaçması demekti. Bu nedenle okula göndermemişti babası onu da kardeşleri gibi. Gerçi okumak isteseydiler de okuyamazlardı. En yakın okul köylerine yetmiş kilometre uzaklıktaydı. Oraya gidecek bir araçta bulmak imkânsızdı. Mecburen yürümek zorundaydılar. Bu da nerden baksa bir günlük yürümek demekti ki bunu da göze alacak bir durumda değildi. Okumak demek para demekti. Kimsede ona bu parayı vermezdi. Köyünden çıkana kadar kör kalmıştı. Batıl inançlarla büyümüştü. Ona göre okumayan bir insan okula giden bir insandan daha saygıya layıktı. Çünkü kendi ayakları üzerinde duruyordu. İnsanlar bir parça kâğıt için hayatlarını harcarken o büyümüş ve bir yuva sahibi olmuştu. Daha on yedi yaşında idi ve akşamları sohbet edebileceği bir hanımı vardı. Artık susmayacak, kıvrılıp oturmayacak, kendi kendisinin efendisi olacaktı. Şimdi ise karanlığından pişmandı. Keşke o zamanlar fark etseydi de okuya bilseydi. En azından adını soyadını yaza bileseydi ve imza atabilseydi. Gittiği devlet kapılarında kınanmazdı beklide. Beklide dışarıdan okuyabilirdi. Hepsini bir bir geçirdi aklından. Düşündü ve düşündükçe de gözlerinin nemlendiğini ve yüreğinin burkulduğunu hissetti. Önünden öbek öbek öğrenciler geçiyordu. Sıcacıcık arabaların içerisinde, sabah sabah, bağıra çağıra, küçüklü büyüklü öğrenciler geçiyordu. O ise bu soğukta ceketini kendisine siper etmiş yürüyordu titreyerek.
Şimdi otuzlu yaşların sonuna doğru geliyordu. İki çocuk babası idi. Askerliğini yaptıktan sonra şehrin imkânlarını görmüştü ve şehirde yaşamaya karar vermişti. En azından para kazanabileceğini, hayatını boşa harcamayacağını, hep içinde kalan okuma sevdasını çocuklarında giderebileceğini görmüştü. Elinde birkaç eski bavul, çıkıp şehrin yolunu tutmuştu. Yıllarının en güzel günlerini inşaat köşelerinde yatarak geçirmişti. Hala da öyle idi. Ama; en azından bir ev sahibi olmuş, yuva kurmuş ve çocuklarını okutabiliyordu.
Yol boyunca düşünüp durdu. Nihayetinde çalışacağı inşaatın önüne gelmişti. Hızla içeri girdi ve üzerindeki eski ceketini çıkararak bir çiviye astı, çalışmaya başladı. Tüm hafızasını ve dilini kilitleyerek, elinde keseri ile iş başı yaptı. Soğuktan titreyen elleri ile keseri düzgün tutmaya çalışıyor, büyük bir hünerle çivilerin üzerine vuruyordu. Birçok kişi, sabahın o saatinde sıcak yataklarında uyurlarken, sıcacık evlerinin içerisinde kahvaltılarını yapıp gazetelerini okurken, o akşama eve ekmek getirebilmek için sokakta, işine gitmekteydi. Güneş yeni yeni uyanmaktaydı uykusundan ve onun gibi niceleri ekmek peşinde koşmaktaydı. Nasıl bir dünya idi. Haklıydı da. Kimileri kazandıklarını sabahlara kadar har vurup harman savuruyordu, kimileri güç gösterileri yaparak lüks otomobillerde dolaşıyordu, kimileri karnını doyurmak için haksızlıklara el uzatıyordu… Daha niceleri vardı. Kimileri de; saatlerce direksiyon başlarında ömür tüketiyordu. Bazıları sokaklarda yatıp kalkıyorlar, karınlarını doyura bilmek için bakkallardan ekmek çalıyorlardı. Peki, kimdi suçlu olanlar? Böyle bir hayat için ne suç işlemişlerdi? Neden çalıp çırpanlar lüks arabalarında sıcak sıcak gezerken, lüks evlerde yatıp kalkarken, günün üç öğününü kebaplarla geçirirken o ve onun gibi emek işçileri açlığa mahkûmdular? Daha nice sorular geçirdi aklından. Bir yandan hırsla çalışıyor, bir yandan da kendisine sorular yağdırıyordu. Arada bir yanındakilere soruyordu: ‘Yahu bu mersedeslerle dolaşanlar bizden daha mı efendiler abi?.’ Cevabı hazırdı: ‘Yahu o adamlar saygıdeğer adamlar. Adamlar kelle koltukta geziyor kardeşim. Sen kimsin ki onların yanında. Çorbalarına kaçan bir sineksin.’ Böyle bir cevap almak daha da bir yaktı canını. ‘Demek ki çalıp çırpmak, yetim hakkı yemek, haklıdan alıp haksıza vermek daha çok saygı görüyor. Vay anasını be’ diye geçirdi içinden. Emeği ile çalışan, çalandan daha aşağı konumdaydı hayatta. O adamlar nereye gitse saygı görüyor, ayakta karşılanıyor, çayları yemekleri önlerine geliyor, çocukları lüks içinde tükeniyordu. Kendileri ise nereye gitseler, insanlar yüzlerini çeviriyor, insan yerine bile konmuyorlardı. Gerçekten de; bu nasıl bir düzendi?
ALİ DİZİLİ
03.01.2006 03:18
MUĞLA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.