- 775 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
diazem
Ev dolup taşmış. Antrede çoğu siyah renkli, yeni boyalı, sıra sıra ayakkabılar, portmantoda ve orası almayınca yatak odasındaki yatağın üstünde mantolar, kürkler, kollarından kaşkoller sarkan kabanlar, kasketler…Teyzem arada salondan çıkıp mutfağa geliyor, çayın demini, tabakları, ikramları kontrol ediyor. Dolabın buzluğu gelen tavuklarla dolu. Ocağın üstünde büyük tencerelerde yemekler var, kimse kapağını bile açmak istemiyor. Annemi de teyzelerimi de ağlarken görmüyorum o gün. Durgunlar, sessizler, tavırlarında her zamankinden daha ağır daha edepliler sanki. Neden ağlamıyorlar? Ayıplanmaktan mı korkuyorlar, biz çocukları üzmek mi istemiyorlar?
“Açmış kapatmışlar zaten ameliyatta da” diyorlardı. Sonra ses tonlarını iyice düşürüp fısıltıyla “her yere yayılmış, doktor eziyet çekmesin evde bakılsın demiş” Birkaç haftadır artık bunlar bizim yanımızda da konuşulur olmuştu. Önceki geceyi teyzemlerde, dedemin yattığı odanın yanında geçirmiştik. Sabah uyanmanın makul olduğu bir saat teyzem bizi uyandırmıştı: “dedeniz vefat etti”. ..
Salona ancak, boş bardakları ve tabakları almak için gidiyordum zaten birçok abla ayaktaydı ve bana iş düşmüyordu. Kapıdan içeri bakma fırsatı bulduğumda, başı önde, ara ara iç çeken ve mümkün olduğunca az konuşan amcalar ve teyzeler görüyordum, bazılarını tanıyordum, bazılarını hiç tanımıyordum. Sonra yine mutfaktaydım, işe yaramaya çalışıyordum aslında, ama daha çok ayak bağı oluyor gibiydim. Portmantodan gelen naftalin kokularını duyuyordum. Sessizliği dinliyordum. Kasıtsız çıkan sesleri dinliyordum. Öksürükler, ayakkabı dolabının açılması, ardından terlik şıpırtısı, sonra dolabın kapanması, çay kaşığının bardağa çarparken çıkardığı sesler, sonra kibar höpürtüler…Sonra birden onu duydum, şen bir kadın kahkahası, salondan geliyordu başsağlığı için gelen ziyaretçilerin oturduğu salondan. Biraz sonra tekrar duydum onu, yumuşak bir tondan, iyi eğitilmiş bir gırtlaktan çıkan, zarif bir kadın kahkahası. Anlayamadım. Teyzem geldi az sonra mutfağa, yine bir şeyleri kontrol etme bahanesiyle çıkmıştı salondan. Bir şey sormak uygun olmazdı ama o kendiliğinden açıkladı: “Diazem” dedi. “Sakinleşsin diye Diazem vermişler”. İlk orada duydum Diazemi.
Diazem yeşil reçeteye tabi bir ilaçtı, yıllar sonra öğrendim. El altında bulunacak bir şey değildi ama ihtimal, tıp fakültesinde asistan olan kuzenim böyle dar zamanlar için birkaç tane getiriyordu eve. O zaman on bir yaşındaydım. Yaşlı bir ailenin son üyesi olmak nedeniyle sonraki yıllarda da cenaze evleri, başsağlığı ziyaretleri hayatın bir parçası oldu. Ve yine “Diazem” ismi anılıyordu böyle zamanlarda. “filan abla pek perişan oldu Diazem var mı ki?” “falan teyze iki gecedir uyumamış, ağlamaktan gözleri şişmiş bir Diazem olsa”
Şimdi düşünüyorum da bizimki gibi ölümü tevekkülle karşılamayı öğrenmiş bir sülalede, edep hususunda nerdeyse gençlerini bir kıskaç içinde yetiştiren, en acı ihtarın “ayıp” olduğunu düşünen, çocukları bile ağırbaşlı bir sülalede, Diazeme gerçekten ihtiyaç var mıydı? Bizi büyütürken dik durmaktan, edepli bir şekilde gülmeye, üstümüz başımız açılmadan nasıl oturulacağından, neredeyse nasıl ağlanacağına kadar her şeyimizi ince ince işlemiş olan bu kadınlardan hangisi taşkınlık yapabilir, haykırabilir, ağıt yakabilir ya da bayılabilirdi ki? Genç kızını veremden kaybeden bir annenin (büyük büyük halamız mıydı hatırlamıyorum) gelinlerine haber gönderip “siyahı sevmem, cenaze için kahverengi elbise diktirsinler” dediğini anlatmıştı annem. Böyle bir sülaleydik işte, yatıştırıcıya uyuşturucuya hacet var mıydı?
Büyüdüm, ikibinli yıllarda acıdan başka türlü bir kaçınma içinde olduğumuzu sezdim. Diazeme olan ihtiyaç sevdiklerimizi perişan görme korkusundan, ya da onların taşkın hareketleriyle mahcup olacağımızdan değildi bu yeni çağda artık. Hızla akan hayat, yas tutmaya zaman bırakmıyordu. Biraz içli, duygulu, biraz derinlere dalmaya hevesli birileri varsa, yavaşlamış kenarda durup kalmış, şaşkınlık içinde nereye gittiğini anlamaya çalışan birileri varsa dünyanın atar damarlarında, steril eldivenli dev bir parmak onları sıyırıp alıyordu, pıhtıları sıyırır gibi. Birkaç ay için bile olsa, işe neşeyle gelip herkese günaydın diyemiyorsak, faturaları takip etmeyi unutuyorsak, vizyondaki filmlerle ilgilenmiyorsak, hiç değilse, cep telefonu ya da kola reklamlarındaki gülümseyen insanlardan biri olamıyorsak, bizi içinde istemiyordu dünya. Ölüm acıdır, ayrılık acıdır hepsi tamam ama yine de; vaktinin bir kısmını okuyarak, düşünerek, yalnız başına geçirmeyi, dedikoduya, eğlenceye tercih eden insanı, bir an evvel kurtulması gereken bir hastalığa tutulmuş sayıyordu artık.
Acı da sevinç gibi yaşamın kendinden bir şey. Acıdan kaçmaya çalışmak boşuna. İnsan önce canının yandığını kabul etmeli belki de. Zamanın birbirine geçmiş halkaları içinde, acı çekmek de, yemek, içmek, uyumak kadar doğal, mutlu olmak kadar hak. Bunun olduğu gibi yaşanmasına neden izin vermiyoruz? Yakınını kaybetmiş birinin gözyaşı dökmesi, yemek içmek istememesi, uyumaması, başka zamanlarda gülmesi, yemesi ve uyuması kadar beklenen bir durum değil midir? Belki kendisini bırakıp gitti diye ölene kızması, belki bu acıyı yaşattı diye kaderine kızması ya da sevdiği hayatta iken daha fazla ilgi göstermediği için kendine kızması, ya da ölümü, kabri, yalnızlığı daha çok düşünmesi, anlamaya çalışması, en az gündelik yaşam dertleri kadar, hak değil mi? Modernliğine kurban olduğum dünya, bizi öyle bezgin, süzgün, işi gücü terk etmiş görmek istemiyor diye acılı süreçleri yaşamadan mı geçmeli yani? “Show must go on”u kim icad etmiş? Acının bütün safhalarını teker teker sindirmeye vakit bulamadan, sinir yatıştırıcı bir hap, uyku düzenleyici bir hap, sert bir kahve, bir multivitamin ve gözaltı torbalarına da bir kompresle ayağa kalkalım ve hayatımıza yeniden odaklanalım. Üretme başarma ve kazanmadan mürekkep, içinde, derin düşünmeye, anlamaya, taa ciğerden yanmaya yahut karşılıksız sevmeye yer olmayan, dar ama uzun hayatımıza…Unutmaya çalışalım, cevaplayamadığımız soruların üstünde durmayalım, yoksa maazallah depresyona filan gireriz değil mi? İnsanlığa dair pek tabii hallere, sırf kendi tanımının dışında çıktı diye alel acele yafta yapıştıran, kimine depresyon kimine melankoli deyiveren bu modernliğine kurban olduğumun dünyası acaba neyi “normal” kabul ediyor?
Keşke bıraksak da insanlar içlerinden geldiğince ağlasa. Yas bu kadar da korkunç değil, akıl sağlığı bu kadar da uçuşkan değil ölüm rüzgarı karşısında. Hayatın sonunu düşünebilen insandan başka bir canlı var mı?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.