- 1096 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NESİLLER KAYBOLUR ZAMAN İÇİNDE
( Eylül’den Önce )
Yetmişli yıllar. Benim için ömrümden hebaya giden yıllar. Daha doğrusu heba edildiği yıllar. Bir neslin kaybolduğu yıllar o yıllar… O yıllar benim lise yıllarım. Zamansız biçilen gök ekinler gibi biçildi bir nesil… Zamansız budanan fidanlar gibi yere serildi bir nesil… Rüzgârda değil, fırtına da boşluğa bırakılan uçurtma gibi göğe savruldu bir nesil… O nesil benim neslim, o nesil bizim neslimizdi… Kim bilir yok edilen nesil belki de Asım’ın Nesliydi.
Allah bu Cennet Vatanımıza bir daha o karanlık günleri, yılları göstermesin.
Okulumuz Orta Anadolu’nun bir kasabasındaydı. Öğrenim görmüş olduğum bu lise kasabamıza ilk defa açılıyordu. İlk Eğitim-Öğretim senesi olacak, tabii bizler de ilk mezunları olacaktık. Okulun adı var lakin kendisi ortada yoktu. Sonunda Kasaba Belediyesinin ikinci katını okul yapmaya karar verdiler öyle de oldu. Hatta daha sonraki yılda ben bir şiirimde bir gazeteciye hitaben şunları yazmıştım.
Alt da Belediye, üst de biz varız,
Bu haberi sana biz hep yazarız,
Buradan olursak kimi ararız,
Şu bizim halleri bil yavaş yavaş…
Tabi Okul Müdüründen bir yığın fırça yemiştim bu şiirden dolayı. Sözüm ona yeni okulumuz; Uyduruktan üç sınıf, bir idareci odası, koca bir salondan ibaret. Okul, Türkiye’nin dört bir yanından sürgün gelmiş öğrenciler ile doluydu. Ankaralısı, Adanalısı, Kahraman Maraşlısı, Çorumlusu, Kırşehirlisi… Şu an aklıma gelenler, daha birçok il ve ilçeden… Durum böyle olunca da dışarıdan gelen öğrenciler üçerli-beşerli gruplar halinde ya otel odalarında, ya da bekâr evinde kalıyorlardı. Evimiz köyde olduğu için ben de erkek kardeşim ile bekâr evinde kalıyordum tabi başımızda rahmetli annem. Öğretmenlerin de öğrencilerden kalır yanı yoktu. Onlar daha ziyade otel odalarını tercih ediyorlardı.
Okul Müdürümüz Şükrü Bey, çok değerli bir insandı. Bugün bir lokma ekmek yiyebiliyorsam onun sayesinde olduğunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Bir yönetici, bir idareci, bir eğitimciden ziyade şefkatli bir baba gibiydi öğrencileri için. Biz kendi aramızda ona şurup derdik. Çünkü bir şurup gibi her derde deva idi. Kızdığında veya bir öğrencisine nasihat edeceği zaman “ Akıllı ol. Unutma! Atlar tepişir, eşekler ölür” derdi. Tabii nasihat edilen kıssadan hissesini alırdı. Sonra bir de düşünen veya morali bozuk bir öğrenciyi okul bahçesinde gördüğünde gelir habersizce koluna girer ve yavaşça “ Fazla düşünme, bırak o seni düşünsün” der başkaca bir şey söylemeden ayrılır giderdi.
Yıllar… O kargaşa yılları ( Gerçi şimdi kaos diyorlar ama bizim zamanımızda daha bu kelime yoktu. ) Hoş olsa da bilmem kullanılırmıydı? Yine o dönemlere rastlayan kelimeler vardı. Mesela; Olanak, olasılık. Karşılığı; İmkân ve İhtimal. Beğenmediğiniz bu kelimeler memleketimin gençlerini ikiye bölmüştü. Olanak, olasılık kelimelerini kullananlar solcu, imkân, ihtimal kelimelerini kullananlar sağcı yaftası yerdi. O yıllar Eylül öncesi yıllar… Hazan mevsiminden önceki hazan yılları. Kardeşin-kardeşe düşman edildiği acımasız yıllar…
Okula gelen öğretmenin yüzünü ikinci defa gören öğrenci şanslı öğrenci idi. Çünkü gelen ikinci gün çekip gidiyordu. Can korkusunun önüne hiçbir şey geçemiyordu. O sizden, bu bizden, o şuralı, bu buralı daha bilmem kaç türlü sınıflandırmalar, ayrıştırmalar. Dersin ortasında sanki işgal kuvvetleri gibi topluca sınıf basmalar, öğrenci alıp dışarı çıkarmalar sonra alıp bilmem nerelere götürüp sorgulamalar, hakaretler, dayak atmalar, falakaya yatırmalar… Panik-Korku eşliğinde okula gelip gitmeler… Huzuru kaçan; Öğretmenler, öğrenciler, veliler ve en önemlisi de aileler. Bekâr evinde, otel odalarında kalan öğretmenler, öğrenciler; Bir gece yarısı alıp bavulunu çekip gidiyor. Geleceğini kör bir bıçak ile ikiye bölüp ardına bakmadan. Aileler her gün okul yolunu beklemekten yorgun, acaba bugün sağ-salim gelecek mi? diyerekten sokak başını, kapı eşiğini beklemekte. Zaman değirmeni bir nesli yavaş, yavaş iki taşının arasında un ederken teknesine; birileri, sözüm ona memleketi yöneten ve idare edenler “ Yürümekle yollar aşınmaz “ safsataları ile bir neslin yok olmasına, infazına imza atıyordu aslında. Üç nesil birlikte büyüdük bu idarecilerle ama en masum nesil benim neslim olmasına rağmen, hırs ve ihtirasın çarkları arasında yine benim neslim yok edildi. O efendiler bir şey kaybetmedi geleceklerinden, aksine daha yükseğe çıktılar sırtımıza basa, basa ve elinde içerisinden kuş çıkmayan sihirli şapkalarıyla. Sokaklar aşınmadı belki ama bir nesil o sokaklarda kimi anlından, kimi sırtından vurularak yok edildi.
Zaman akıp gitti… Üç yıl, biri diğerinden acı geçen koskoca üç yıl nasıl gelip geçti. Artık son günler, öylesine gidip geliyoruz okula… İşte bu günlerden birindeyiz. Bekâr evinde kalan ve kendisini çok sevdiğim, başka sınıf da okuyan Kırşehir’ li Mustafa, teneffüs arası okul bahçesinde çekingen bir tavırla yanıma geldi.
- Gardaş senden bir isteğim olacak, yapabilirmisin?
- Hayrola, neymiş bakalım.
- Ya benim yorganın kılıfı kirli idi,
- Eee.
- Dün onu söküp yıkadım. Fakat onu tekrar çekemiyorum.
- Peki, ben ne yapayım?
- Diyorum ki,
- Ne diyorsun?
- Bu akşam bizim eve gelip onu çekebilir misin?
- Manyak mısın oğlum sen? Ben ne anlarım yorgandan, döşekten.
- Ya sen yaparsın, ben beceremiyorum. Şunun şurası kaç gün kaldı.
- Git işine kardeşim ya… Nasıl olsa memlekete gideceksin, evdekiler çeker.
- Hadi be kardeşim. Kırk yılda bir işim düştü.
- Hadi oradan sen de kırk yılmış, daha tanışalı üç yıl oldu.
- Tamam mı? Aslan kardeşim benim. Beni kırmayacağını biliyordum.
- Aman be Mustafa… Senin yorganı bize getirelim annem çabucak çekİp versin.
- Sakın ha! Olmaz. Katiyen olmaz.
- Bak güzel kardeşim sen karışma, ben anneme söylerim tamam mı? Biliyorsun sonra bu kadın işi be oğlum.
Mustafa’nın birden suratı asıldı, böyle anlarda hep yapardı bunu, o da biliyordu kendisini kıramayacağımı.
- Tamam, arkadaş, çekmezsen çekme. Yarın ben gidince yüreğine batacak. Keşke Mustafa’yı kırmasaydım, çekseydim diyeceksin ama o zaman da beni bulamayacaksın.
- Yapma be Mustafa, böyle konuşma. Bakarız hele bir akşam olsun.
Akşam oldu. Yemekten sonra annem benim bir sıkıntımın, telaşımın olduğunu anlamış olacak ki;
- Senin neyin var oğlum diye sordu.
- Yok, bir şeyim.
- Var oğlum var, ben bilmez miyim?
- Okulda bir arkadaşım var. Adı Mustafa, çok sevdiğim bir arkadaş. Bekar evinde kalıyor. Dün yorganının kılıfını yıkamış ama geri onu çekemiyormuş.
- Eee, ne var bunda oğlum. Getirsin ben çekeyim.
- Ben de öyle dedim ama kabul etmedi.
- Ne olacak peki…
- Benim çekmemi istedi.
- Oğlum sen yapamazsın. Getirin beş dakika çekip vereyim.
- Kabul etmiyor anne, Mustafa gururlu bir çocuk.
- Oğlum ne alakası var bunun gururla, onurla..
- Ne bileyim öyle bir çocuk işte… Müsaade edersen ben gidip-geleyim. Hatta hiç gelmeyim.
- Neden?
- Yarın hafta sonu, nasıl olsa okul yok. Biliyorsun zaten okulun son günleri. Geç kalırsam gelmem. Evde iki arkadaşı daha var birlikte kalırız.
Annemi zor-bela ikna ettim. Bu arada annem bana yorgan çekmenin püf noktalarını da öğretti bir taraftan. Sonra evden ayrıldım. Evlerimiz fazla uzak değildi birbirine. Mustafa’nın evine geldiğimde ev arkadaşları ile birlikte yemekte buldum. Ben yemeğimi yediğim için onların da yemeklerini yemelerini bekledim uzun bir süre. Evden içeriye girerken holde iki kova kırmızı boya ile duvara dayalı iki de uzun saplı fırça gördüm. İlk girişte bunlar çok dikkatimi çekti.
- Mustafa, holdeki boyalar ne için? Bana sakın seni evi boyamak için çağırdık deme,
- Şey… Onlar bizim değil, birazdan gelip alacaklar.
- Kim alacak?
Ne Mustafa ve ne de diğer iki ev arkadaşı cevap vermediler. Kısa bir paniklemenin ardından Mustafa,
- Ya şey, bizim ev sahibi boya işi yapıyor, galiba iş almış birazdan gelip alacak boyalarını,
- Mustafa oğlum, yine ne dolaplar dönüyor bu evde bilmiyorum ama umarım sonu hayra varır.
- Hayır, kardeşim hayır. Sen takma kafanı bunlara,
- İnşallah öyle olur Mustafa Efendi, göreceğiz bakalım.
Yemek sofrası kalktı, arkasından çayımızı içtik, derken bizim Mustafa’nın malum kılıfsız yorganını serdik odanın ortasına kılıfını çekmek için, bu sırada Mustafa’nın arkadaşlarındaki telaş gözümden kaçmıyordu. Odadan biri çıkıyor, diğeri giriyor, birbirlerinin yüzlerine bakıp işaretleşiyorlardı. Pek aldırış etmediğimi belli etmek için arada sırtımı dönüyor olup biteni görmemezlikten geliyorum. Bizim Mustafa yine duramadı;
- Gardaşım be,
- Seni dinliyorum, başımın belası yine ne var.
- Ben ve arkadaşlar çarşıya gidecektik de…
- Ne varmış çarşıda bu saatte, üstelik beni burada yalnız bırakıp öyle mi?
- Ya yanlış anlama, sen yabancı mısın?
- Ne diyorsun oğlum sen, yaptığın çok ayıp, üstelik beni sen çağırdın değil mi?
- Biz çarşıya alış-verişe gideceğiz. Evde bir şey kalmadı. Ufak-Tefek bir şeyler alacağız da,
- Hepinizin gitmesi şart mı? Bari biriniz kalın yanımda.
- Korkma, hemen döneriz.
Daha benim bir şey dememe gerek kalmadan üçü birden evi terk etti. Ben yorganın kılıfını çekerken ne kadar zaman geçti bilmiyorum. İşimi tamamlayıp yorganı bir kenara katlayıp koyarken birden ardı ardına patlayan silah sesi ile kendime geldim. Aman Allah’ım. Neler oluyor dışarıda, biraz da merakla hole çıktım. Allah, Allah buradaki iki kova boya nerede, hani ev sahibi gelip götürecekti, oysa adamın geldiğini görmedim. “Ulan Mustafa bir işler çeviriyorsun ya hayırlısı bakalım, giderayak başına bir bela almazsın inşallah” diye geçirdim içimden. İşin doğrusu ben de korkmuştum, ne olduğunu, ne olacağını henüz bilmiyorum. Durup dururken iki kova boya ile gece yarısı bu adamlar nereye gider? Ardında patlayan silah sesleri… Yoksa… Allah korusun.
Bir müddet sonra bizim kafadarlar üstleri başları kırmızı boyaya sıvanmış olarak telaşlı, ürkek ve korku ile peş peşe içeriye girdiler. Yanlarında ne kova ne de fırça vardı.
- Ne bu haliniz arkadaşlar, ne oldu?
- Sorma dedi Mustafa’nın arkadaşlarından bir tanesi
- Hani alış verişe gitmiştiniz siz.
- Sana yalan söyledik dedi Mustafa
- Hele gelin de odaya doğruyu anlatın bakalım neymiş derdiniz.
Sonra odaya girdiler. Oturmadan üzerlerindeki boyalı kıyafetlerini değiştirdiler.
- Eline sağlık gardaş, yorganın kılıfını halletmişin,
- Başlarım senin yorganına manyak herif, hala yorgan derdinde, ne oldu anlatsana bana,
- Tamam, tamam kızma sen. Anlatacağız.
- Elbette anlatacaksın.
- Gardaş biz duvarlara yazı yazmaya gittik. Yazı yazarken de ………………….lara yakalandık.
- O boyalar onun için miydi? Senin böyle bir halt yiyeceğini tahmin etmeliydim. Bir de bana ev sahibi gelip alacak diye yalan söyledin. Ya o silah sesleri neydi peki… Size sıktılar değil mi?
- Evet
- Yapmayın be kardeşim, şunun şurası ne kaldı. Eliniz ayağınız dursun. Sizi bekleyenler var. Zaten buraya sürgün geldiniz. Sabredin, alın diplomanızı çekip gidin.
- …
- Hiç biri söylediklerime karşılık vermedi. Yaptıklarının yanlış olduğunu onlarda biliyordu aslında. Gel gör ki görünmez bir elin bastığı düğme ile harekete geçiyor, onun komutlarıyla verilen talimatları yerine getiriyorlardı.
O görünmez el, o kayıp neslin üzerinde hep oldu. Ta ki o hazan ve hüzün ayının onikisine kadar.
Sürgün hayatı ile birlikte Mustafa’nın Okulu da bitti. Toplayıp bavulunu ve benim kılıfını çektiğim yorganı da sırtına vurup bir akşamüstü gitti memleketine. Memleketine gittiğinin ertesi günü o karşı olduğu tarafın bir grubu tarafında pusuya düşürülüp sokak ortasında araba ile ezilerek öldürülmüş olduğunu aylar sonra öğrendim.
Kayıp neslin kayıp çocuğu Mustafa, seni çok özledim...
Bugün de ölmedim Anne
Bugünde ölmedim anne
Sıyırıp geçti bir katil mermi
Köşe başında
Ayaz sokaklara yağarken kar
İnceden inceye
Kar üstüne kanım akar
Bugün de kurtuldum anne
Bugün de ölmedim
Pusularda vurulurken
Gönüldaşlarım
Ben senin gibi
Kurtulduğuma sevinemedim.
Hatırladın mı anne
Hani şu Taşra’lı çocuğu
Sırtında nazar boncuklu
Yamalı gocuğu
Dün onu pusuda vurdular
Can verirken soğuk kaldırımlarda
Sıktığı avucunda
Anasının fotoğrafını buldular.
Dilimde dua, ağzımda adın
Ve ben pusularda
Okula gidiyorum adım adım
Bir soğuk namlu ensemde
Vuracak biliyorum
Satılmış ellerin çektiği tetik
Dönsem de dönmesem de
Sana söz verdiğim gibi
Dönmedim anne
Bugün de kurtuldum
Bugün de ölmedim anne
Ereğli-18 Nisan 2009
(Eylül’den önce)
Yüksel Erentürk Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.