- 810 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR HAC YOLCUSU
BİR HAC YOLCUSU
Hac görevimizi yapmak üzere 2006 yılında Erzincan’dan otobüslerle İstanbul’a oradan da uçakla Cidde’ye ve Medine’ye vasıl olduk. Belki çok yolculuklarınız olmuştur ama o yolculuğun ayrılış anı, hazzı, maneviyatı, heyecanı bir başkadır. Gece gökyüzünden uçakla süzülerek Cidde üzerine inerken gördüğünüz ışık huzmeleri ve manzaraları içinize ışıltılar saçar, menzile kavuşma heyecanı karşısında gözleriniz dolar, içinizi bir önce kavuşma heyecanı sarar. Sadece o an vardır. Ardında kalanların ve malın hiç yokmuşçasına silinir gider.
Mekke ve Medine emsalsiz, manevi iki şehir. Bilhassa Medine kucak açan içinizdeki karanlıkları aydınlatan, huzur veren şehir. Bahçeler hurma ağaçlarıyla süslenmiş, ayrıca türlü şekiller verilmiş reyhan ve süs bitkileriyle bezenmiş sokaklar caddeler. Medine’de uğruna savaşlar yapılan ve her bir dalında 10, 12 kg. ağılığında kümeler oluşturan hurma ağaçlarıyla dolu büyük bahçeleri göreceksiniz. Sanki yüksekteki iri dallı yapraklarını, ellerini semaya doğru açmış o kızgın çöllerde Allah’a (c.c.) niyaz eder gibi bekliyor.. İnsanlara sunmak üzere rızk istiyorlar, bağrından küme, küme hurmalarını insanlara dağıtıyorlar. Bütün ağaçlarda öyle değiller mi? Söylemeden geçemiyeceğim, Padişahlarımızın yaptırdığı ve bu gün ancak bir kaçı kalan tarihi eserlerimizi ve rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın yaptırdığı ağaçlandırma, sulama sistemlerini, fakir ülkelere et dağıtımı ve diğer hizmetlerini oralarda gururla göreceksiniz.
Biz Türkiye’den ilk önce gittiğimizden önce Medine şehrine gittik. Cadde ve sokakları hep tek yönlü bizdeki kadar kesişen sokak dört yollarını da görmedim. Trafik ne kadar yoğun olursa olsun, bir yaya eliyle dur işareti yaptığında bizim gibi sinirlenmezler, bütün arabalar durur ve size yol verirler. Bir gün toplu olarak ziyaret yerine yaya olarak giderken yol boyunca eşilmiş hafriyat gördüm, gece kaza olmasın diye bir metre yükseklikte ki direklere çekilmiş elektrik telleri üzerinde lambalar diziliydi. Ne bir tane kırık lamba nede ampulsüz bir duy görmedim. Düşünüyorum da bizde olsa bir gecede ya hep çalınırdı ya da çocuklar taş atarak kırarlardı. Bu manevi şehre biz erken gitmiştik. O kadar zenginliğe rağmen yollarda otolar sayılacak kadar azdı. Ancak sonradan ülke ve ülke dışından gelen hacı adaylarının otoları trafiği yoğunlaştırdı. Keza bu mütevazı Medeni şehrinde kimse lüks içinde değil, tek tük modelli arabalar, diğerleri eski model yanı yöresi ezik arabalar. Şayet bu zenginlik benim ülkemde olsaydı, gençlerimizin ralli yapan son model arabaları olurdu. Orada yerli halkın ne azgınlık ne harislik ne çılgınlıkları var, ne yerlere çöp atan var, nede saygısızlık yapanlar var, seçkin bir toplum. Gelen hacıları ağırlamak için yapılan birinci sınıf çok katlı modern otellerle dolu. Ama kendileri bahçeli tek kat ayvanlı evlerinde eşleri ve çocuklarıyla birlikte yaşıyorlar. Bununla birlikte ülke dışından savurganlık ve taşkınlık yapan zenginlerini de duyuyoruz.
Medine’den Mekke’ye gitmek üzere otobüsler gelir, bagajlar denkleşir ve 450 km.lik kızgın çöllerden konvoylar halinde otobüslerle yola çıkarsınız. Lakin siz klimalı otobüsünüzde rahatça oturduğunuz yerde gidiyorsunuz. Düşünüyorum da o kızgın çöllerde yalın ayak aç susuz İslamiyet’i yaymak ve yüceltmek uğruna Peygamber Efendimiz ve ardında ki ashabı kılıç muharebesi içindeler. O zaman gözleriniz yaşarıyor, insan o çöllere doğru koşmak istiyor, çığlık atmak istiyor. Sonra içinizi derin bir heyecan sarar. Keza içinizde Medine’den ayrılmanın hüznü çöker, gözleriniz dolar. Nihayet ihramlar içerisinde mikat bölgesinde namazınızı kılarsınız. Topluca hocanız eşliğinde dualarınızı ve hac niyetlerinizi yaptıktan sonra yine konvoy halinde Mekke şehrinde ki Müslümanların kıblesi olan Kâbe’ye vardığınızda, lebbeyk, Allahümme leke lebbeyk nidalarıyla artık menzile ulaşmışsınızdır. Menzile kavuşmanın gözyaşlarını artık frenleyemezsiniz. Hiçbir şey düşünmeden ömrünüzün en mutlu anı orada başlar.
Mekke ve Medine de yol kenarlarında dilencilik yapan, sol bileğinden, dirseğinden kesilmiş çocukları, gençleri ve yaşlıları gördük. Bunlar hırsızlık yaparken yakalanmış insanlarmış. Üstelik diğer insanlara ibret olsun diye kesik kollarının üzerini örtme yasağı da var. Biri beni çok etkiledi, iri kıyım esmer bir adam oturmuş dileniyordu. Kolu omuzdan, oyluktan alınmıştı. Sanki adamın içi gözüküyordu. Düşünüyorum da aynı zamanda 5,6 milyon insan Mekke ve Medine de toplanmış, insanlar sokaklarda dahi sıra halinde art arda ancak yürüyebiliyor, herkesin üzerinde parası var. Şayet başka bir yerde olsaydı, o kalabalıkta üzerinde ki parayı almak değil üzerinde ki elbiseyi de çekip alırlardı. Ben kendi insanlarımı kötülemiyorum, lakin caydırıcılığı olmayan, aleniyetlerin suç olmadığı, maneviyatların zayıfladığı, şımartılmış bir toplum içerisinde yaşıyoruz.
Bir gün Mekke çarşısında dolaşırken büyük bir polis cipi gördük. Jipin içerisinde iki esmer genç yere oturmuş etrafa acı, acı bakıyorlardı, belli ki epey hırpalanmışlardı. O sırada iki polis bir adamı daha yumruklayarak, bağırarak bir şeyler söyleyerek zorla cipin içine soktular, sonra iki poliste kaçan dördüncü adamın peşinden koştular. Sora anladık ki bu adamlar hırsızlık yaparken yakalanmışlar, kollarından kesilmeye gidiyorlarmış. Cezalarda yerli yapancı ayırımı yoktur. İnsanların yapışık olarak gittikleri tavaf alanında bir hacıdan dört beş adet yere 100 dolar düştü, kimse korkudan elini sürmedi, herkes geri çekildi. Bir kişi alarak polise teslim etti. Demek ki inançlar ve korkular beraberinde güzellikleri de getiriyor.
Sanki dünyada hiç gözleri ve hırsları olmayan uzun urbalar ve yaşmaklar örtmüş sürmeli gözlü Arap gençlerini görürsünüz. Ahret inançları o kadar yükseki sanki ahret yolculuğu için hep hazırlık yapıyorlar. Bazen o gençlerin, dua edişlerini Kuranı Kerim okurken gözleri yaşlı, kendilerini kaybettiklerini görürsün. Acaba bizim isyanlarımız, bizim, ayetler okunurken hiç manalarını bilmediğimizden mi veya öğrenmek için bir çabamız olmayışından mı? Bir yakınları öldüğünde bizim kadar matem tutmazlar, Allah’ına c.c. kavuştu derler. Çünkü onlar ödevlerini iyi yaptıklarına inanıyorlar, imtihanlarına iyi hazırlanmışlar. Ölen bir insan muallâktadır bedenden ruh çıkınca dünya ilişiği de bitmiştir, derhal menzile varması gerekir. Sabah namazını hatta yatsı namazının ardından cenaze namazı kılınır ve defin edilir. Katlar halinde ki mezarlarını bizim gibi süslemiyorlar, büyük alanlar açmıyorlar. Mezarlarının kıble yönü oyuğunu daha fazla açıp cenazenin arkasını hazır kerpiçlerle örüp kapatıyorlar.
O kutsal şehirler de başları beyaz ve pembe çizgili yaşmaklı uzun, tesettürlü urbalı, mütevazı ve vakarlı bir şekilde dolaşan zengin Arapları görürsünüz. Onlar otolarını, kamyonlarını hatta bazıları tırlarını yol kanarlarına çekmişler, işçileriyle birlikte, paketlenmiş kahvaltılıklar, kızarmış tavuk ayran pilav paketleri, meyve suları, süt, portakal aklınıza ne gelirse yüzlercesi. Bilhassa şeytan taşlamadan döndüğünüzde dağıtımlarını yapıyorlar. Bazıları öylesine heyecana geliyor ki kolisiyle atıyorlar. Sanki hafiflemek için üzerlerinden yüklerini atıyorlar. Her sabah zaten Kâbe çıkışındaki tünelin önüne tırlar la gelip dağıtılan bol çeşitli kahvaltılık paketlerini göreceksiniz. Bunları gördüğünüzde duygulanırsınız ve kendinizi yargılarsınız. O zenginlikteki kişiler yüksek duvarlı bahçelerinin ardında yapılan ayvan şeklindeki tek katlı evlerinde eşleriyle çocuklarıyla ikamet ediyorlar. Onlar sadece gelen hacılar için lüks oteller yapıyorlar. Şu da var ki, her yerde her devirde şaşkın ve azgın insanlar vardır, ülke parasını dış ülkelerde harcayan hayâsızlarda var. Ama genel görünüm budur. Üzüldüğün bir şey vardır, oda dünyanın nuru kurtarıcısı olan Peygamber Efendimizin döneminden kalma o kutsal topraklarda hiçbir tarihi eseri olmayışıdır.
Daha da üzüldüğüm bir şey var ki oda Kâbe’nin etrafında ve Kâbe gölgesinde kalacak şekilde çok yüksek modern binalar yapılmıştır. Ama gönül isterdi ki Cenabı Hakkın yeryüzündeki işaret noktası olan Kâbe’nin etrafında ki yükseltiler dahi düzlenerek şehrin her bir köşesinden bütün haşmetiyle gözükmesiydi. Ama bakıyoruz başka ülkeler milat öncesi dahi kalıntıları ortaya çıkarıyor ama onlar her şeyi tarihi silip atmışlar modernleşmek uğruna. Hatta Osmanlılar döneminden kalma her biri bir sanat eseri olan güzide eserler, camiler dahi yıkılmış eser bırakılmamıştır. Sadece kendi yaptıkları lüks binalar.
Büyük bir markete ya da bir lokantaya gitseniz, ezana 15 dakika kala içeriye müşteri alınmaz, içeridekilerin de derhal çıkmaları için, haram, haram yâda, yallah, yallah diye bağırırlar. Bütün dükkânların kapatılma zorunluluğu vardır. Dükkânlar asla kilitlenmez. Sefer yapan araçlar dahi park eder. Bütün bunlara rağmen, fahiş fiyatla mal satanlar, malını satmak için yemin edenler insanlara sıkça rastlıyoruz. Çünkü Mekke ve Medine de her milletten ticaret amacıyla ikamet eden dükkân ve geçici iş yerleri açan insanlarla dolu. Onların bütün korkuları, düzenlemeleri ve cezaları uygulayan sivil elbiselerle dolaşan polislerdir. Her devirde inançların veya katı kuralların frenleyemediği insanlar her zaman mevcuttur. Bana dediler ki ‘’git Arapların ne kadar tembel olduklarını ve delaletlerini git gör’’ dediler. Ama ben orada, bilhassa Medine de tertemiz ve beyaz giyimli mütevazı, ibadet yapan Kuran okuyan Arap gençlerini gördüm. Onların ne kollarında dövmeleri, ne kulaklarında küpeleri ne markalı elbiseleri var nede kavga etmek için bahane arayan halleri var. Çünkü onlar duyduklarıyla, anladıklarıyla, ikazlarla her an baş başalar. Ben oraya eleştiri gözüyle gitmedim, sevgi, kavuşma ve bir farzı yerine getirmek için gittim. İşte o zaman her şey gözünüze güzel gözüküyor.
Ben oraya eleştiri gözüyle gitmedim, sevgi gözüyle gittim, hasret gözüyle gittim. Dünyada bütün güzellik ve rahatlığın verildiği bir Vatikan oluyor da bir Mekke Medine olmasın mı? Yine dediler ki ’’o yüce mescitlerde, Kâbe de insanlarda hiç saygı yok, ayaklarını uzatıp yatıyorlar, uyuyorlar, hiç böyle saygısızlık olur mu‘’ dediler. Fakat bir amele düşünün sabahtan akşama kadar çalışır yorgun düşer. Ağzı açık kalır ve uyur kalır. O kişiler oraları mesken edinmişler, gece gündüz oradan çıkmıyorlar, ağlayarak Kuran okuyan, niyaz eden var. İnsanın bir uyku ihtiyacı yokumudur? Onlar da yorgun düşüp bir köşede uyuyup kalıyorlar.
Bir akşamüstü Medine de oruçlarını açmak için sergi açan ve ezanın okunmasını bekleyen, kendi aralarında iftar için gurup oluşturan sevinçli insanları gördüm. Ezanlar okundu o muhabbeti bir görmeliydiniz. Bana da ikram ettiler. Onların iftarlıkları hurma helvası, yaş hurma ve zemzemden ibaret, beklide çeşit, çeşit ikramları olan bir sofra bu kadar şen olamazdı..Orada akşam namazları ezandan bir müddet sonra kılınıyor. Sonra hemen kalkıp namazlarına durdular. Düşünüyorum da onların yatıp uyumaları dahi benim ibadetimden daha evla değimlidir. Bizlere verilen fazla özgürlükler yüzünden mi azgınlıklarımız. Dünya heveslerimiz frenlenmeyen insanlarız. Üniversiteli gençler gördük, mütevazı güler yüzlü, yanlarından geçerken mutlaka temenni eder selam verirler. Bir ilkokul çağında ki bir çocuk yanınıza yaklaşır, Kuran okuyayım mı diye ima eder, gözlerini yumar içten gelerek ve manasını bilerek okumaya başlar. Biz ilk-kuldayken bir şiiri ezberlemek için saatlerce çalışırdık. Birçoğumuz dahi Kuranı Kerimi okumasını dahi bilmiyoruz, bilenlerin çoğunluğu da manasını bilmiyoruz, yaşayamıyoruz. Neden bu hale getirildik. Neden uzaklaştırıldık.
O haremde o mescitlerde herkes mezhebine göre inandığı şekilde, o hazla içinden geldiği şekilde ibadetlerini yapıyorlar. Orada garip halli her şekilde her milletten dünyanın dört bir tarafından gelen insanları göreceksiniz. Ne ikaz eden var ne yanlış kıldın diyen var. İnsanlar sanki deşarj olurcasına. Kendinden geçen ağlayanları dua edenleri ve Mekke de Kâbe etrafında mahşer yerinde dirilişi temsil eden ve kızgın güneş altıda ihramlarıyla sıkışık bir şekilde tavaf hazzını gireceksiniz. Ardınızda bıraktıklarınız, sıkıntılarınız tamamen silinir o anı o hazzı o anda yaşarsınız, hep aynı ve oralarda kalmak istersiniz. Medine de ihtişamlı ve gizemli Medine’i Münevvere ye ulaştık. İçerisi yüzlerce türlü bezeklerle kaidelermiş mermer sütunların her birinin etrafındaki oymalara dizilmiş ortalama 50 60 civarında, her kişinin okuyacağı şekilde 3 boy halinde dizili, hepside yeni olan Kuran’ı Kerimleri göreceksiniz Bu kadar çok mevcudu ancak onlarca tır taşıyabilir. Günlük olarak yerlerde ki kalın halı serler onlarca işçiler tarafından toplanır dışarıya yıkamaya götürülür, diğer işçilerde granitlerin üzerini devamlı parfümlü deterjanlarla dezenfekte ederler. İçerisi öylesine büyüktür k,i bir kapıdan diğer kapıyı bulamazsınız. Kristal avizeler şanına yakışır ve sistematik bir şekilde dizayn edilmiş olup sizi manevi bir havaya sürükler. Tavanların muhtelif bölgelerinde havalandırma amaçlı, 250 ton ağırlığında, otomatik olarak raylar üzerinden açılan ayetlerle bezekleşmiş tavan sürgülerini görürsünüz. Tavan açıldığında sanki gökyüzü yanınıza gelir. Ayrıca yine havlandırma için kullanılan, türlü motifli yazılarla süslenmiş bir çiçeği andıran tavan şemsiyelerini görürsünüz.
Ravzayı-Muahhara yı ziyaret etmek için sıraya girersinin. Aşk ve inançla giderlerin ağlamalarını hatta bayılanları görürsünüz. Peygamber Efendimiz ve diğer ashabın muhafaza altına alınan kabirlerinin önünden geçerken yığılmalar olur çünkü biraz daha kalmak istersiniz. Bazen sıra devam etsin diye polislerin vurduğu copları hissetmezsiniz, hoş gelir. Sanki menzile kavuşmanın son kurtuluş noktası gibi. Bir düşünün âlemin ve dünyanın nüvesinin önünden geçiyorsunuz. Zira o Peygamber için, güneşin, ayın, yıldızların nurundan yaratılmış olduğu halde kendi nefis ve menfaati için değil de sadece ümmeti için doğumundan son nefesine kadar şefaat istemiş, af dilemiş, ulvileşmiş bir ruhun önünden geçiyorsunuz. Manevi bir haz içerisindeniz, hafızanızdan her şeyi siler o anı yaşarsınız. Birde Ravza ile minber arasında yer için Peygamber Efendimizin ‘’Cennet bahçelerinden bir bahçedir’’ dediği bölgede namaz kılma saadeti var. Dönüyorsun Kâbe’ye Hacerül-esvet, Altınoluk, Hz. İbrahim makamı ve okuyarak dualar ederek döndüğünüz şaftlarınızla tamamladığınız tavaflarınız var. Sanki uçarcasına dünyanın menziline girmiş güdümlü bir uydu gibi tekbir sesleriyle dönersiniz. Üzerinize rahmetler yağar. Seyretmek güzel, durmak güzel, ağlamak daha da güzel. Hani o Hacerül-esvet taşı varya onu görmek, ona dokunabilmek en büyük hazdır, yaklaştığınız da sanki dünyanın sevinçleri servetleri sizin olmuştur. Zira bize şahitlik edecek olan gizli bir kameradır. Arife günü beyaz ihramlarınızla Haccın şartlarından biri olan Arafat meydanına gidersiniz, dua ederek gecelersiniz, topluca vakfeye durur dualar edersiz, oradan gece yürüyerek Müzdelife’ye daha sonra Mina’ya şeytan taşlamaya gidersiniz. Sanki o şiddetli mahşer yerinin aşamalarından geçerek bir kefen içerisinde başı açık yalınayak büyük hesap gününün hazırlığını ve alıştırmasını yaparsınız. Kızgın güneş altında mahşeri bir kalabalık.
Akşamüzeri Kâbe’nin etrafındaki mermer basamaklara oturup şöyle bir bakınız. Akşam ezanları okunurken nereden geldiklerini bilemediğim ebabil kuşları akınlar haline gelir Kabe’nin etrafında bir yere konmadan gece geç saatlere kadar hep aynı yöne doğru dönerek tavaf ederler. Başınızı biraz yukarıya kaldırdığınızda, orada, yükseklerde aynı şekilde tavaf eden şahinlerin döndüklerini göreceksiniz. Garip olan bir şey vardır, o kuşların ne pislediklerini nede yerde yemlenirken gördüm, fazlasını da bilemem. O anda ezanlar okunuyor ve gözlerinizden yaşlar süzülüyor. İmam akşam namazını kıldırırken surelerin bitmesini istemezsiniz. Burada hep sabahlamak istersiniz. Saatleri gündüze gündüzü geceye geceleri haftalara bağladık bir türlü birbirleriden ayrılmak istemiyorlar. Anlamadım benim yorgunluklarım ve uykularım nereye gitti. Akşam namazından sonra kendinizi Kabe’nin kollarına atarsınız. Kabe üzerinde tavaf eden şahinleri çok üzerinde arşa yakın bir mesafede bulunan birde Bey-tül Makam vardır. Kabe üzerinde her defasında yüz bin meleğin tavaf eteği, öyle ki mahşere kadar ikinci bir meleğe sıra gelmeyen bir makamdır. Rivayet edilir ki, Kâbe’nin etrafında metfun bulunan yüz binin üzerinde şehidin yattığı söylenmektedir. Bir tasavvur ediniz. Tavaf eden aynı yerde, aynı yöne doğru, arşı alada bey-tül makam, şahinler, ebabil kuşları, insanlar ve yerin altında yatan binlerce şehitler. İnsanı bir ürperti sarıyor. Sanki fezadan, arzın derinliklerine doğru inen bir burgu gibi. Bu kutsal mekânlara geldiğinizde bulutların üzerine çıkamıyorsanız hiç boşuna gelmeyiniz. Bazıları sanki tatile çıkarcasına yıldızlı otelleri tercih etmektedir. Orada dahi böyle lüks ve dünya beklentileriyle gidersen eğer ne kadar çok feyiz alabilirsin. En azından o devrin şartlarını ve o sıcak çöllerde yaşanan sıkıntıları İslamiyet uğruna verilen mücadeleleri ve fedakârlıkları tefekkür etmeliyiz, o topraklara yüz sürmeliyiz. Azığınızı yanımıza alamadan bu yola çıkmayalım. Önce o manevi âlemin varlığına, bilincine ve hazzına varmalıyız. Ama şu da söylemek gerekirse oranın öyle bir kimyası var ki, ne şekilde hangi tercihle giderseniz gidin, bir giden bir daha gitmek istiyor.
Sen malının fazlasıyla veya banka faizleriyle arabanın modelini markasını yükseltirsin, ikinci bir ev veya modern eşyalar almaya çalışırsın. Ama oralarda iştiyaklı ve derin bir aşk uğruna ailece çocuklarıyla, bir cadde kenarında bir bez üzerinde, kuru bir ekmekle ile iktifa ederler, bizim gibi otel ve yemek secimi yapmazlar, tatil yerine döndürmezler. Keza o aşk uğruna, ac fakir ve sıkıntılı bir şekilde, içlerindeki coşkuyla heyecanla koşarak gelen taşan insanlar. Zira bir insan ne kadar çok sıkıntı içerisindeyse o kadar çok tevekkül eder. Variyetler ve hâkimiyetler çoğaldıkça terazinin bir kefesi hep hafifliyor, bir tarafı da boşta kalıyor. Malının verdiği sıkıntılardan ağırlığından kurtulmaya çalışan, o şuurla yaşayan insanlar, orada yol kenarlarında fakir ararlar gelene geçene hayırlarını ve zekâtlarını dağıtarak hafiflemeye çalışırlar. Biz ise dünyadan kopmamak için her köşesine ebedi mülkümüz olacağını sandığımız kazıklarını dikiyoruz, en güzelini en modellisini, fazlanın fazlasını yapmaya çalışıyoruz. Ne imiş efendim ‘’çocuğumuzun geleceğini düşünüyoruz.’’ Hiç kendi geleceğimizi, ölümü, ahır zamanın hesap günlerini, ceza günlerini düşünmüyoruz, hangi mal hangi çocuk bizi kurtaracaksa eğer. Sele kapılmış gidiyoruz, içerisinde çamur var, hasar veren maddeler var, sonunda boğulmak var. Elimizi boğulmadan bir dala uzatalım.
Yalancı ve gözüme çok güzel gözüken, beni cezbeden afili dünyanın mıknatısı sırtımdan bir vantuz gibi beni kavramış, dünya hevesi, yaşama zevki etrafımı simsiyah bulutlarla kaplamış, uzağını da ardını da göremiyorum, Nefsimin üzerini saran kara bulutlarının bir gün kalkacağı umuduyla, bir hidayet günümü bekliyorum. Ruhumu teslim etmeden önce kalbimin mührünün çözüleceği ve gözlerimin o afakı göreceği bir günüm gelecek mi acaba. Arzuluyorum ama ellerim bir türlü yetişmiyor ve bu umuduyla yaşıyorum.
2007
Mustafa CEYHUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.