YANLIŞ YAPTIN BALTAOĞLU SÜLEYMAN..!
Bu, bir madalyonun çeyrek yüzüdür.
Mukallid bir toplum.. Ukalâ bir gençlik.. Haramî bir çeteleşme.. Kültüre düşman, manâya zıd, maddeye köle bir cemiyet..
Bu şecereye mahkûm millet hangi millet? Esefle demem gerekirse, bizim milletimiz. Ki bu bizim milletimiz, ne yazık ki Avrupaî icadları maharetle kullanmak yerine boş fikirlerine yama yapmaktan öte bir fazilet göstermiyor.
İnternet denilen imkân ve imtiyaz sahasını dahi olur olmazlarla, yalan ve dolanlarla işgâl eden bu milletin zekâsızları, güya etraflarına âlimlik yaparlarken, yalan yanlış beyanlarıyla ilmî tafra satıyorlar.
İşte bir örnek: “Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular yaratmak mümkün. Bu orduları ölüme doğru sürmek mümkün. Ben bu imkânlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat, yarattığım orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hâtıraları! Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler, şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Ölümden korkmayanlar bu hatıralardan korkuyorlar.
Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu vaziyette ben, Türklerin düzünelerle milleti idare edebilmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyorlar. Fakat kazandıkları zaferleri ruhlarda ve nesillerde yaşatmayı biliyorlar.”
Güya kim demiş bunu; M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan).
Esasen uzunca bir makale metni olduğu hâlde bir bölümü alınan bu sözler, asla Montecuccoli’nin değil, bilâkis Rus Generali Çernayef’in; M. Turhan Tan’ın Tarihte Türkler için söylenen büyük sözler isimli ve İstanbul 1936 baskılı eserin 58. sayfasında yer alan makalesinden bir bölümdür. Ayrıca içine bazı sözler karıştırılmış ki aslını vermiyor.
Alın size bir “Türküm, doğruyum!” feryadından timsal ki nedense hiçbir meseleye internet müdavimleri ciddi bakamıyor ve de doğruları okuyup da bir makale hazırlayamıyorlar. Ama, Türk’lerin hatıralarını yenmeye gelen fitne Claudia’lar galiba işlerini tamamladılar ki Diyarbakır’a artık uğramıyorlar.
Neyse, şimdi de madalyonun ikinci çeyreğine bakalm.
Gentile Bellini.. Fatih Sultan Mehmet’in, ‘iyi bir ressam gönderin’ isteğini karşılayan Venedik’in, kültür ve sanatını iyi birer elçi olarak kullanılabileceği ümidiyle İstanbul’a gönderdiği Venedik’in en iyilerinden, 50 yaşının verdiği olgunlukta ve sakin mizaçlı birisidir.
18 ay boyunca Osmanlı sarayında ressamlıkta bulunduğu hâlde, bir türlü Fatih’in o celâdetine bakamayacak kadar Türk’ün asaletine esir olmuştur.
..Ve Baltaoğlu Süleyman.. Papa tarafından İstanbul’a yardım için gönderilen müttefik Bizans’ın üç gemisini Haliç’e sokmamak ve imha etmekle mükellef, 18 gemili Osmanlı Kaptan-ı Deryası.. Fatih’in umduğu gibi çıkamamış ve üç gemiye sahib olamamıştır.
Bu durumu öfkeyle seyreden bu celâl gözlü ve özlü Fatih, atını denize sürerek adeta o an Sarayburnu mevkilerindeki Baltaoğlu’na varmaya davranmıştır. Neticede Beyoğlu sırtlarına çağırdığı Baltaoğlu’na önce iki şamar aşkeden, sonra da; “yanlış yaptın Baltaoğlu Süleyman, azledildin, defol!” diyerek onu kovan ve yerine Hamza Bey’i hemen tayin buyuran büyük ferman sahibi, ne yapmıştır? “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” ısrarını bir mucize kaabilinden safına çevirmiş ve Konstantinepolis’i İslâmbol’a çevirmiştir.
Kimleriyle? Özünde, sözünde ve gözünde yalan, riya, bomboşluk, nahoşluk bulunmayan Ehl-i Kur’an tebaasıyla.. Nasıl? Resûlullah’ın şu; “Kostantiniyye elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” (Le tüftihanne’l-Konstantiniyyete velenı’me emîru emîruha veleni’me’l-ceyşu zalikel-ceyş.) müjdesiyle..
İşte ibretlerin ibreti olan meselenin tam burasında, madalyonun üçüncü çeyreği bana, daha dün son gününü yaygaralarla kutladığımız eski yılın içinden yükselen bir sesi hatırlattı.. Devlete başkaldıran bu sesi dinleyecek olursak, bu ses kimin içindi ve nasıldı? "Kim ki, bedel ödemekten, cezaevine girmekten korkuyorsa namerttir. Hiçbirimizin bu yönlü bir endişesi yoktur. Bugün yapılan operasyonlarla gözaltına alınanlar hangi hukuku çiğnemişse, tüm seçilmişler olarak biz de çiğnedik ve çiğnemeye devam edeceğiz. Ey hükümet, ey devlet aklı ne yapmaya çalışıyorsun? Halkı sokağa mı dökmeye çalışıyorsunuz? Bizi şahin ve güvercin diye ayıranlara ’hastir’ diyoruz. Meşe ağacının hangi dalı nerenize battı sayın Hükümet!”
Galiba bir yerlere batmış ki durup dinlenip bu dalı oradan çıkarmaya meşgûliyet var.
Hele şu işe bakın; bir ecdad da var ki yanlış yapan gözünün yaşına bakmıyor, onu aşkettiği tokadıyla azlediyor ve Kostantiniyye’yi alıyor.
Ve bir evlâd da var ki kendisine baş kaldırana Gül’lerle gülücüklerle varıyor ve sanki Meşe Dalı’nın gönül rızasına çabalıyor.
Adamın 28. isyanı, 30. isyanına rağmen..
Tabelalar değiştiriliyor, ses seda yok. Okullarda etnik dille eğitim zorunluluğuna başvuruluyor, yapılan şey bir iki vıdı vıdı. Özerklik namıyla ayrı bir idare, -güya öyle değilmiş- gizliden ayrı bir bayrak ve millet talebi dayatılıyor.Hıı, mıı..
İstek üstüne istek, karşılığı he gibi, hı gibi miadı dolmuş lâfazanlıklar..
O zaman bana da; ‘peki, benim Ispartalı hemşehrilerimin suçu-günahı nedir de, Süleyman Bey’den bu yana varıp bir hâli sorulmaz’ tepkisi düşmez mi?
‘Peki, Sivaslı bir çocuğun da okşanacak başı, Kırşehirli’nin sıvazlanacak döşü, Aydınlı’nın sevilecek kara kaşı yok mudur?” diye soramaz mıyım?
Ya ‘Sincan Belediye eski Başkanı Bekir Yıldız ne demişti de içeri tıkmıştınız? Acaba iki başkan arasındaki farkın muhakemesinde bir torpil mi var?’ mukayesesini önünüze süremez miyim?
Sözümüz fitne değil. Dediğimiz şudur; şayet yanlış anlamadınız ise niyetimizde halkın arasına nifak sokmak bizim işimiz olamaz, hiç bir zaman da olmamıştır. Ama, bu irad edilen yeni tavır bir efsane değil, bir açılım fiyaskosunun dramatik yüzüdür ve etnik guruplar arasında sayın Hükümet’e batırılmış bir Meşe Dalı’nın içimizdeki sancısıdır.
Ve bu kadar hüsnîniyet, yarın umarız ki altından kalkamayacağı külfetleri, bu milletin önüne getirmez.
Ekâbirler Cemiyeti’ne hatırlatıyorum; Şayet bu hoşgörüyse devir; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” denecek bir Mevlâna devrine hiç benzemiyor. Devir; henüz ötekileri saymazsak şimdilik, dillerin çatallaştırılması, etnikliğin devletin üstüne çıkarılma ve özerkliği kopartabilme devridir. Niye? Çünkü ortada 30 yıldır ümid dergâhına gelemeyen vehamet vardır.
Yapmayın Allah aşkına. Benim gezip dolaştığım ve Kanal 6’ya icraatın içinden proğramı yaptığım Doğu, gaye mümessillerinin anlattığı gibi, bu devletin o kadar da öksüzü ve garibi değildir.
‘Hayır, öyledir!’ diyeceklere, Batman’da sakalımıza bakıp; “ne olacak bu devletin hâli Hacı!” diyen Hadepli gençlere verdiğim cevabtan bir cevab vereyim; “Devlet kim? Devlet sizsiniz gençler! Siz bu devlete, bu devlet sizedir.”
Öyleyse, devlet içinde devlet, millet içinde millet, kavim içinde kavim, cemiyet içinde cemiyet aramaya ihtiyaç var mıdır? Devlet sizsiniz ey gençler! Yeter ki, insanı yaşatmayı bilin de devlet yaşasın..
Gündüz esnaflık yapıp geceleri eşkiyalığa soyunanlarla büyüyen bir terör tümörü, acaba bu ülkedeki hangi etnik gurubun arasında barınma şansı bulmuştur.?
Bu derin ızdırabların muhakemesi, artık kendilerine taptaze bir hayat rengi veren Gül’lerin bolluğunda bile isyankâr hâlinden vazgeçemeyecekse ne diyelim daha; Zaruret; Celâlli bir Fatih’in doğum sancısını hep çekip durmaktan kurtulmaktır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.