- 662 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Sıratın İki Yanı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Adresi alabilir miyim?” dedi, telefondaki ses.
“Tabii…”dedi, adam. Sonra devam etti konuşmasına. “mahşeri mahalle, sırat sokak, numara kırk bir...”
Birkaç saniye sustu telefondaki ses. Sonra; “pardon efendim!” dedi. Şaşırmış olmalı ki, yüzünde garip bir tebessümün belirdiği ses tonundan belliydi.
Adam, anlamıştı. Deli mi ne diyen sesi kulağına gelmesin diye alelacele; “neyse,” dedi ona. “vazgeçtim, kalsın. Sıratın karşı… Özür dilerim, sokağın karşı yanında bakkal var, oradan alırım.”
Telefonu masaya bırakıp kalktı. Baktı, cüzdanı cebindeydi. Baktı, parası vardı. Şapkasını başına taktı, kapıyı açtı, dışarı yollandı…
Gün ne gündüzdü, ne de gece. Hava ne aydınlıktı, ne de karanlık. Güneş yeni batmış olmalı, alacakaranlık. Yani, bir akşam zamanı…
Sokak kesme taştı. Kuzeyden güneye uzamaktaydı. Güneydeki cadde asfalttı ve batıdan doğuya akmaktaydı.
Sokağın beri yanında apartmanlar vardı. Öbür yanı doğudaydı ve orada bahçeli evler vardı. Kırk numaralı ev de oradaydı.
Sokağın beri yanındaki apartmanlar renk renk boyalı, öbür yanındaki bahçeli evlerse nakışlıydı, oyalıydı. Camgüzelleri vardı camlarında. Bahçelerinde hanım elleri, erguvanlar, güller, sardunyalar, papatyalar... Meyve ağaçları vardı; elmalar, ayvalar, narlar…
O vardı, gene orda.
Kırk numaralı kapıda.
Elleri göğsünde bağlı, saçları topluca.
Gözleri buğulu gibi, gene tutkulu bakmakta…
Evden hızlı çıkmış, sokağa hızlı varmıştı adam. Belli etmemeye çalıştı ama orada onu görünce eli ayağı dolaştı, telaşlandı. Merhaba dese… Ya da iyi akşamlar… Olmazdı. İyi fikir değil deyip caydı. Ama bakışlarını da kaçıramadı. Suratını şişirse olmaz, yakışmazdı. Yani kaçış yoktu gene. Gözlerini yumarken tebessümle, ona küçük bir selam çaktı…
Fazilet bakkaliyesi sokağın öbür yanındaydı. Doğruca oraya vardı. Baktı kapı açık, tıklatmadan içeri daldı. Selam vermedi ama “ve aleyküm selam” dedi, bakkalcı.
Adam:
“Bir şişe şarap, bir paket sigara lütfen!” dedi, acelesi varmış gibi hızlı hızlı.
Başında kara bir takke vardı bakkalcının. Çember de sakalı. Gözlerini patlatıp içki isteyen adama baktı.
“Hangi mahallede yaşıyorsun sen?” dedi, sinirli.
Adam:
“Mahşeri’de…” diye yanıtladı.
Bakkalcı:
“Bu sokak ne sokağı?”
Adam:
“Sırat sokağı…”
Bakkalcı:
“İyi de be adam… İstediğin şeye bak! Tek salyangoz satmadığımız kaldı! Bir de deseydin, var mı kurbağa bacağı! Lahavle… Ve la kuvvetin! Bela mısın akşam akşam? Haydi, yallah yalah! Başka kapıya! Haydi, gâvuristana…”
Neye uğradığını şaşırmıştı adam. Sustu, şok oldu. Hacımcı bakkalcıya başka da bir şey diyemedi. Kendisine de diyemedi; “oğlum ne oluyoruz?” diye. “Burası neresi? Zaman tünelinde miyim? Başka bir ülkede miyim? Lahavle…”
Dönüp usulca çıktı dükkândan.
Sokağın kuzey ucuydu orası. Sürüdü ayaklarını, güneye doğru yollandı. Güneyde cadde vardı. Burada yok ama orada market vardır, istediklerini oradan alacaktı. Lakin kırk numaralı evin önünden geçmesi gerek, o gene oradaydı!
Alt sokaktan gitseydi keşke ama çıkmıştı bir kere yola, dönmek olmaz. Başı önde, bakışları bastığı yerde, dümdüz gidecekti ve göz göze gelmeyecekti. Gelmeyecekti gelmemesine de… “Güzel değil mi, inkâr etsene!” Bir ses öyle dedi kendisine. “Güzel olmasına güzel de…” Öteki ses de böyle dedi, onun aksine.
Aslında, güzellik değildi mesele. Gençlik, tazelik de değildi. Öyle bir duruyordu ki… Öyle bir bakıyordu ki… Masumluk muydu onu etkileyen? Duruluk muydu? Ya da bakışlarındaki tutku… Yoksa o tarif edemedikleri şey bu muydu? “Arafta kaldım, vay anasını!” dedi iki sese…
Yedi gün olmuştu karısı gideli. Yedi gündür yalnızdı. Artık sıkıntı basmıştı. Bir şişe şarap alacaktı kendisine, içip uyuşacaktı. Sonra girecekti yatağına, mışıl mışıl uyuyacaktı. İstediği buydu, çok bir şey değil ki! Lanet bakkalcı hacımcıymış, ne bilsin! Kırk numaralı bahçe kapısında o varmış, ne bilsin! Kızdı bu duruma. “Ulan…” dedi içinden, “vazgeçtim şaraptan, rakı rakı. Ulan rakı!”dedi. “Satayım anasını…”
Caddedeki büfeden alacaklarını aldı, dönüp evine yollandı. Evi kırk bir numaralı apartmanın birinci katındaydı.
O, hala orada mıydı; bilmiyor. Başını eğdi yere, şapkayı siper etti gözlerine; giderken de bakmadı, gelirken de bakmadı o yöne. Ama aklı takılıydı…
Dolapta buz vardı; onu aldı. Bir salkım üzüm, bir dilim peynir çıkardı. Bir de hıyar dildi tabağa; tuzlayıp limonladı. Sigarası, çakmağı, mavi kül tablası… Bir dar bardak, bir de su bardağı aldı bardaklıktan; masayı hazırladı. Dar bardağı çabucak aklaştırıp bir yudum alırken “şerefe” deyiverdi birisi. Hiç şaşırmadı. Biliyordu kim olduğunu, cevap bile verdi.
“İyi madem,” dedi o sese, “hadi bakalım şerefe!”
Çünkü tek başınaydı evde. Karısı kızı Evrim’e gitmişti, Manisa şehrine. Oğul Devrim de İzmir’de. Yalnızdı. Kimse yok ki yanında, mecbur onunla konuşacaktı.
Dar bardaktaki aklanmıştan bir yudum almıştı ya, pezevenksiz olmaz deyip bir de sigara yaktı. Daha bir fırt çekip dumanı salmamıştı ki, bu sefer de; “kalk camı aç!” dedi, o birisi. “için zaten katran. Tülleri, perdeleri de is yapma!”
Adam:
“Lahavle!” dedi, karısı gibi konuşana.
Kalktı, perdeyi araladı, camı az açtı. Bu arada karanlık olmuş, sokak lambaları yanmıştı.
“Bak bakalım orada mı?”
Adam, bakmıştı zaten. Ama çaktırmadı. Gelip oturdu çilingir sofrasına. Dar bardaktaki aklanmıştan bir yudum daha aldı, geniş bardaktan da su. Arkasından çatalı batırıp biraz peynir aldı, bir tek de üzüm.
“Oğlum, kanıma girme!” dedi, bak bakalım orada mı diyene.
İki ses vardı kulağına gelen. Birisi sıratın öbür yanındaydı, birisi beri yanında. Birisi hiç konuşmuyordu, birisi de susmak bilmiyordu.
“Kızgın mısın?” dedi susmak bilmeyen.
Adam:
“Yoo!” dedi
“Üzgün müsün?”
Adam:
“Yoo!” dedi.
“Efkâr mı bastı?”
Adam:
“Ne alaka!”
“Kalk o zaman,” dedi, durmadan konuşan “bak bir aynaya!”
Kalktı adam. Duvardaki aynaya baktı. Aynada kendisi vardı.
Aynadaki kendisi:
“Sen yaşlı mısın?” dedi ona.
Adam:
“Eh işte!” dedi.
Aynadaki kendisi:
“O zaman kaç karşımdan. Madem dargınız… Git çilingir sofrana! Rakı iç, sigara iç. İster sarhoş ol, istersen olma! İster gül, istersen ağla! Yan, kaybettiğin yıllara. İstersen yeniden başla…”
Adam:
“Sen karışma!”
Ama yalnızdı adam. Onunla konuşmasa kiminle konuşacak? Televizyonu da açmamıştı. Açmamıştı, çünkü sevmiyordu. Çünkü sömürücünün goygoycusuydu onlar, çekilmiyordu. Fiziğine tersti, kimyasına ters, her şeyine ters… Belki kendisi tersti de kendi kendisini bilmiyordu. Neyse dedi, Araf’taki ses.
Adam, kalkıp gitti büyümüş çocukların boş odasına. Bilgisayar ona kalmıştı. Aldı onu, koydu masanın boş tarafına. Kimseyle konuşmayacaktı. Türkü açacaktı kendisine, onunla oturacaktı. Lakin yanlış tuşa basmış; türkü yerine sanat müziği çalmaya başladı. Kalp kalbe karşı derler, sen de bilirsin… Nereden çıktıysa bu şarkı da, aklı ona takıldı. O zaman kızdı biraz.
“Şeytan mısın oğlum sen?” dedi onu şaşırtana.
O ses:
“Ulan ne alaka?”
-Büyüdüler, okudular…
“Kim?”
-Çocuklar.
“Kocaman oldular.”
-Evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar.
“Evrim, Manisa’da.”
-Devrim, İzmir’de.
“Çalışıp çabalıyorlar.”
-Ya karın nerde?
“Gitti yanlarına.”
-Ee, kim kaldı yanında?
“Oğlum, garipsetme adamı!”
-Garipseme o zaman! Perden aralık, camın az açık; bak yoldan geçenlere…
Bana ne diyecekti, yoldan geçenlerden. Bana ne, üşüyen kediden, aç köpekten. Bana ne şallı kadından, sallanan adamdan. Bana ne diyecekti, sarmaş dolaş iki sevgiliden. Ülkenin garip halinden, okyanus ötesi beterinden… Ama aklına o geldi. Acaba bahçe kapısında mıydı hala? Ne alaka dedi sonra. Saat kim bilir kaç oldu; gecenin bu zamanında! Umut bu ya dedi, çok konuşan ses. Belki çamaşır topluyor; balkondadır. Değilse bile; perdesi aralık, camı az açıktır…
Çaktırmadan baktı.
Sonra korkup içeri kaçtı…
Telefon çaldı bu sırada. Evde kimse yok, mecburen açtı.
“Alo!”
“Alo!”
“Beyto…”
“Söyle Şaziye!”
“Evde misin?”
“Lahavle!”
“Ne dedin Beytullah, anlamadım.”
“Lahavle…”
“Gene anlamadım.”
“Kırk yıldır aynı terane! Anacığım, ev telefonundan arıyorsun, evde misin diye soruyorsun! Yani ve la ku vela…”
“Neyse neyse… Naptın, yemek filan yedin mi?”
“Yemedim.”
“Neden hayatım?”
“Tamam, yedim!”
“Tabakları, çanakları yıkıyorsun, bulaşık bırakmıyorsun…”
“Merak etme!”
“Camları ara sıra aç, ev havalansın. Akşam olunca kapa ama! Yağmur yağar, su girer uyurken. Balkon kapılarını unutma! Hırsız filan girer, girmez sanma! Alo, duyuyor musun?”
Adam:
“Kim verdi bu adı, bu mahalleye? Sokağa kim dedi, sırat diye? Ben nerdeyim, burası hangi ülke? İki ses var Şaziye, biri susmuş konuşmuyor, öteki durmadan konuşuyor. Biliyor musun; bir de arafta olanı var? Bakkalcı neden takkeli, sakallı? Evrim’e ne oldu? Devrim… ”
“Alo!”
“Efendim!”
“Gene içtin mi sen?”
“İçmedim.”
“Kim var yanında?”
“Kilimci…”
“Beytoo! Bak hayatım! Ben Manisa’da değilim. Devrim gelip aldı, şu an İzmir’deyim. Onlardayım. Beş-on gün daha gelmem ben. Biraz da… Alo, duydun mu beni?”
“İstersen hiç gelme!”
“Bak, gelirim oraya, şişeyi dökerim başından aşağıya! Sen de gel demedim mi giderken? Gelmedin. Şimdi afra tafra yapıyorsun! Böyle olacağını biliyordum zaten, yazıklar olsun sana! Şimdi sarhoş olacaksın. Yatıp uyuyacaksın. Ya uyurken astımın tutup tıkanırsan! Yalnızsın, ya soluksuz kalıp boğulursan!”
“Bişey olmaz.”
“Ya şekerin yükselirse!”
“Bişey olmaz.”
“Karaciğerin iflas ederse…”
“Etmez.”
“Kanser olursan…”
“Kes kes! Ölümden öteye köy yok. Zaten onuncu köydeyim, on birincisi yok! Bin yıldır anlatıyorum. Anlamadın, anlamadın! Ne kalın kafalısın! Tamam, kapatıyorum.”
“Gözünü seveyim, hadi yat!”
“Tamam, tamam! Yatıyorum. Hadi selam herkese…”
Bu gece az konuşan ses:
“Sen hiç yenilmedin.” dedi adama, “başını eğmedin hiç, hep dik gezdin. Gene yenilme! Mahşeri mahalle burası, orası da sırat… En iyisi git yat. Düş yatağı ser kendine, her şeyi ona anlat.”
Bu, aklın sesiydi, onu dinledi. Kalktı, masayı toplayacaktı. Caydı sonra, sabaha bıraktı…
Kapı tık tık etti, rüyada gibi
Oysa yeni yatmıştı
Kalkıp açtı, kapıda o vardı
Gözleri buğuluydu, bakışları tutkulu
Kadın, uzattı ellerini
O da verdi ellerini
Duygu sesi gülümsedi o an
Akıl sesiyse titredi
Adam, boş verdi ikisine de
Aldı kadını, içeri çekti…
Aralık/2010/Lüleburgaz