- 1166 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
MAMİ
Diğer çocuktan biridir Mami. Öteki, annesinin kolunda gelir her sabah. Cuma günlerinde ise bütün okulu havasıyla boğmak için havalı bir bahanesi vardır; o gün kırmızı bir arabayla alınır çünkü. Bütün çocuklar arkasından el sallar. Ama arka koltukta oturan onlara sadece dilini çıkarır. İşte, pembe dilli bu çocuk, iki haftanın sonunda bir gün Mami’ye şöyle dedi:
“Annen yok mu senin?”
“Yok.”
“Ya baban?”
“O da yok.”
“Neredeler peki?”
“Nerden bileyim.”
O zaman öteki şöyle haykırdı:
“Aptal.”
Bir tükürük gibi yapıştı bu söz Mami’nin kavun biçimli suratına. Mami o gün aptal sözcüğünü ilk kez duydu ve bunun anne babasının nerede olduğunu bilmeyen çocuklara söylendiğini anladı. Kayıtsızlığı rahatsız edilmişti. Soru sormazdı. Bilmezdi nasıl sorulur. Gözlerine ilişenden başka gerçeği yoktu. Masallardan bu yüzden hoşlanmazdı. “Şatolar mı varmış, devler mi, cadılar mı, yoksa cüceler mi? Gören olmuş mu hiçbirini,” derdi. “Yok. O zaman göremeyeceğim bir şeyle kafamı doldurmayın.”
Amca dediği, yaşlılığa doğru perde açan biriyle yaşıyordu. Ona, bu yaşına dek tek bir olayın nedenini sormadığı gibi, anne babasına ne olduğunu da sormamıştı. İşleri kurcalamak tabiatına tersti. O, çekik gözlerini kısar, dünyayı minicik bir delikten seyreder, pek fazla şey görmek, kitapların içindekileri bilmek, geçmişini öğrenmek istemezdi. Ne kaderine ne de büyüklerine isyanı vardı. Hâlbuki onun yerinde bir başka çocuk olsa yaşantısına içerlemekten şimdiye dek verem olmuştu.
Okula giderken giydiği önlük asla öyle vitrinlerin önünde bir saat kalınıp sonra karar verilerek alınmış değildi. Ayakkabıları herhangi bir mağazadan seçilmemişti. Çantasının bazı yerlerini amcası iğne iplikle onarmıştı. Mami’yi okula getiren biri yoktu, onların kırmızı arabaları yoktu, babası arabayı son sürat sürerken, arka koltuktan, el sallayan arkadaşlarına şöyle bir dönüp pembe dilini çıkaramıyordu. Sonra, iki haftanın geçmesini bekleyip, ansızın sarı suratlı bir çocuğa yaklaşıp şöyle diyemiyordu: “Aptal.”
Merak duygusu gelişmemiş bir çocuktu Mami, yine de anne babasına ne olduğunu öğrenmeyi, biri daha sorarsa cevap verebilmek için, gerekli gördü. Bu düşünceyle amcasına gelip damdan düşer gibi sordu: “Annemler nerde.”
Bunu öyle bir vurguyla telaffuz etmişti ki, sanki anne babasını sabah orada bırakmış da şimdi ortadan kayboluşlarını merak etmiş gibi. Karşısındaki dil tutuluverdi tabi. Nasıl bir cümle kursa diye mütereddit. Yüzü kızardı adamcağızın, kem küm etmeye niyetlendi, ellerini ovuşturdu, yıllarca bu anın korkusuyla dolan kalbi sıkışmış, birilerini yardıma çağırmak istercesine sağına soluna bakınmaya başlamıştı. Nihayet yıllarca yaptığı alıştırmalar imdadına yetişti. Kafasını Mami’den yana döndü. Deminki adamdan beklenmeyecek bir hazımlıkla diklendi:
“Öldüler.”
Mami artık bir sorunun cevabını bulmuş olmaktan memnun, bir daha kim sorarsa onlara da tıpkı amcam gibi söylerim diyerek derslerinin başına oturdu. Amcası bütün gece bir soru daha sorarsa diye bekledi.
‘Ya nasıl öldüklerini anlatmamı isterse, mezarlarını görmek isterse ya.’
Telaşlandıkça telaşlandı. Şimdiden vermesi gereken cevapları kuruyor, çıldırmışlar gibi nefes alıp veriyor, durduk yere sessizliğin ortasına derince ahlar yuvarlıyordu. Ama Mami’den tek soru gelmedi. Amcası da boş yere cevaplar hazırladığıyla kaldı. Fakat o günden sonra giderek daha hızlı yaşlanır oldu. Saçlarının kırları altında arada sırada ışıldayan bir öfke, bir sitem fark edebilenler için belki hep vardı ama o günden sonra bu daha da arttı. Yemek yemiyordu. Mami’nin açılan iştahı onun yemesini engelliyordu. Mami güldükçe o ağladı. Mami sevindikçe o ezildi. Mami’nin her şeyi anlayabileceği bir yaşa gelmesini beklemekten başka çıkış bulamadı bunalımına. “Bir büyüsün,” diyordu, “o zaman beni anlayacak.”
Ama Mami neredeyse hiç değişmedi. Şimdi bile, amcasının başı ucunda otururken, o eski Mami’ydi. Amcası ölümün döşeğine upuzun teslim olmuş, yapışmış dudaklarını birbirinden ayırmaya, aralarından dökeceği kırık dökük bir çift cümlenin sancısıyla debelenmeye başlamıştı. Mami’ye bir şey söylemeliydi. Mami: “Boşver amca,” dedi. “Rahatına bak sen.”
Öyle yaşlı öyle çaresizdi ki. Ne diye kendini harap etsindi. Ama diyeceğini dedi. Mami duyduğu şeyle incecik titredi. Titremesi şu zavallı bunağaydı, zira çoktan aklı tam kişilere mahsus bir hal ile onu gördüğü diğer babalarla kıyaslama işini yapmış, sonuca varmıştı bile: Babalar genç olurdu ve hepsinin de çocuklarının arka koltukta dillerini çıkardığı arabaları vardı: Kırmızı.
Zeynep Hicret