- 1264 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ütopya
Yeni yetme bir gazeteci olarak Yazı İşleri Müdürümüzün gözüne girebilmek, gelecekte kendime iyi bir yer hazırlayabilmek için olmadık olayların, olmadık zor işler peşinden koşturmaya bayılıyordum.
İyi bir Röportaj uzmanı olmak istiyordum ve bu konuda da epeyce yol kaydetmiştim.
-Sıradan, bildik konuları istemiyorum! Diyordu Yazı İşleri Müdürümüz.
Bu yüzden de en zor işlerde gerekirse günlerce dışarıda gecelediğimi bile hatırlıyorum.
Şimdi anlatacağım hikâye, yazı İşleri Müdürümüzün dediği gibi sıradan bildik bir konu olsa da, kim bilir belki de inanılmaz güzelliği karşısında etkilendiğim Arzu’nun hikâyesini yine de yazmak istedim.
Gazeteme de vereceğim bu Röportajı. Sıradan insanların sıradan olan ama iç burkan bu hikâyesi belki de yayınlanır.
Daha önce düşünmemiştim. Oraya varınca karar verdim. Bu yerde çalışan en yaşlı ve en genç bayanla röportaj yapacaktım.
Henüz 21 yaşında olan, adının Arzu olduğunu öğrendiğim bir peri kadar güzel olan genç kadın, alışık olduğu yatağının üzerinde sırtını duvara dayamış, bacağının birini kırmış diğerini uzatmış bir halde otururken yukarıya kadar sıyrılmış ipeksi geceliği sayesinde bacaklarının ve teninin tüm güzelliği ortaya dökülmüştü.
Ben karşısındaki ucuzundan çakma deri bir koltukta oturmuş notlarımı almaya hazırlanıyordum. Ses kayıt cihazımı çalıştırmadan önce kendisinin iznini alıp beş altı poz fotoğrafını çektim. Fotoğraflarını çekerken de anlatmaya başladığında da çok doğal ve rahattı.
-Biliyor musun?, dedi söze başlarken ve bu sözcükten sonra birkaç saniye sustu ve devam etti. Erkekler…. Erkekler denizde kum gibi. Bir kadın olarak bir hafta sonu ya da bir akşamüzeri evden şöyle birkaç adım uzaklaştığında hangi yöne gidersen git hemen karşılaşırsın bu erkek sürüsüyle. Hepsi de kendi erkek komşuna benzeyen çirkin bakışlı mahlûklar. Sen geri dönüp evinin kapısından içeriye girinceye kadar onların tümü gözleriyle seni soymuşlardır bile.
21 yaşındaki Arzu’nun melek gibi güzelliğini hayranlıkla izlerken, merakla ve heyecanla anlattıklarını dinliyordum. Yüzü, ışıklardan dolayı mıydı bilmiyorum, hafiften kızarmış gibiydi. Konuşurken gözlerini tavana çevirip sanki doğru ve etkileyici cümleler peşinden koşturma kaygısındaydı. Daha da etkileyici olabilmek için beden dilini konuşturuyordu.
-Sana bir şey söylemek istiyorum, diyerek devam etti. Evliydim ben bir zamanlar. 16 yaşımda evlendim. Üç yıl dayanabildim. İlk zamanlar yeryüzünde cenneti yaşıyordum adeta. Kocam öylesine kibar, öylesine ilgili, öylesine nazımla oynayan biriydi ki, beni anlayan, her şeyini benimle paylaşan, haftanın üç belki dört günü elinde çiçeklerle eve dönen, bana değer veren biriydi. En küçük bir kavgamız veya ağız dalaşımız bile olmazdı. Her zaman yanımdaydı. Hatta ben onu işteyken bile arardım da toplantısı olsa bile yarım kesip benimle telefonda konuşur dinlerdi. Gerçekten harika zamanlardı o ilk zamanlarımız.
Kanyak şişesine benzeyen şişeden bir yudum aldı. Belki de başka bir içkiydi. İçki çeşitleri konusunda bilgisiz olduğum için de ne olduğunu bilemedim. Sonra sigara paketine uzanıp yeni bir sigara yaktı. “Ama işte kısa süre sonra… diyerek devam etti konuşmasına. Kısa süre sonra, ne zaman ne kadar süre sonra olduğunu tam olarak söyleyemem ama çok sürmedi anlayacağın, her şey bıçakla kesilir gibi bitti. Sıradan bir evliliğe dönüşmüştü yaşamımız. Artık işten eve dönüşleri uzamıştı. Sık sık geç saatlerde gelir olmuştu. Ani bir kararla arkadaşlarıyla buluşacağını, balık tutmaya gideceğini, halı saha maçı olduğunu söyleyerek benim fikrimi sormadan, tek başıma bırakıp evde çıkıp gider olmuştu. Bense her zamanki gibi onun güvercini olup, bana güvercinim derdi, onun güvercini olarak evde tek başıma onun gelişini beklemeliydim. Bir kere sadece bir keresinde eskiden tanıdığım şimdilerde o da evli olan bir kız arkadaşımla sinemaya gitmiştim kocama haber vermeden. Döndüğümde cehennemi yaşattı bana. Cehennem… Tam bir cehennemdi.
Ara vermeden konuşmasına devam etti melekler kadar güzel Arzu. İğnelerle, çeşitli renkte tokalarla bir sanat eseri gibi toplayıp şekil verdiği ve kafasının üzerinde topladığı saçlarını açıp yüzüne bıraktı. Şimdi kelimenin tam anlamıyla vahşi bir cazibeye kavuşmuştu.
-Benim birliktelikten anladığım bu değildi. Benim karı koca olmaktan, evlilikten anladığım, hayal ettiğim bu değildi. İlk zamanların tozpembe bulutları çabuk dağılmış acı gerçeklerle çok çabuk yüzleşmiştim… Biliyor musun… Benim için bir koca… nefret ediyorum bu kelimeden de… bir eş işte… hoş bana eş olmadı ya… benim için bir eş öyle biri olmalı ki, kendimi onun yanında güvende hissedeyim. Onun kanatlarının altına sığınabileyim. En nefret ettiğim şey samimiyetsizlik… Sevgi? Sevgi benim için güvenmek, her şeye birlikte karar verip birlikte adım atmak, bir sağa biri sola değil, ne olacaksa birlikte oldurmaktı…
Kısa bir sessizlik anı. Sanki söylemek istedikleri, vurgulamak istediklerini en doğru şekilde anlatıp anlatamadığını düşünür gibiydi.
-Asıl problem, erkekler uzun süren ilişkilerden çabuk bıkıyorlar. Birini ele geçirdiklerini düşünüp inandıkları andan itibaren değişmeye başlıyorlar. Bunu yapma, şöyle davranma…. Başka şeyler giy… eteğin çok kısa, bluzun çok açık… o kadınla telefonda çok konuşma, o sadece bizim birlikteliğimizi bozmaya çalışıyor…. Gibi şeyler artık her gün duyulmaya başlanır. Her türlü özgürlüğünü yaşarlar da sense ayak uydurmak zorunda kalırsın. Arkadaş, bazen iş arkadaşlarıyla bir yemeğinin olduğunu söyler, herkes eşiyle geleceği için seni de götürmek ister. Hazırlanırsın saatlerce, eşini orada mahcup etmemek için derli toplu olursun, toplantıda eşinin koluna girer yüzüne gülümsersin, orada bulunan diğer tüm arkadaşlarına gülümsemeye çalışırsın… Sonra bir bakarsın senin varlığının veya yokluğunun bir önemi yoktur aslında. Şöyle isteyerek ve samimice seni tanıştırmamıştır bile. Ağzından bu da benim eşim diye acı bir laf bile çıkmamıştır. Seni boş bir patates çuvalı gibi bir kenarda bırakmış arkadaşlarıyla abuk subuk konularda sohbete dalmıştır. Arabalarından, halı saha maçından, futboldan konuşurlarken bari kadınlara katılayım dersin de o daha da rezalet. Haremlik selamlık gibi ayrı oturmuşlar yemek tariflerinden, el işlerinden, evlerinden, semtlerinden, alışverişlerinden, ortak tanıdıkları orada bulunmayan kadınlardan ve kocalarından söz etmekteler… Kusmak istersin.. Oradan bir an evvel uzaklaşmak istersin.
-Hatırlıyorum da, dedi gözleri dalgın. Nikâhımız kıyılırken iyi günde kötü günde diye bir söz edilmişti. Sonra da basmıştık imzayı, söz vermiştik birbirimize, iyi günde kötü günde birlikte olacağımıza dair. İyi gün dedikleri sadece o ilk günler miydi? Ya kötü günler? Önüne ne gelirse, eline ne geçerse kırıp döktüğü, boğazıma sarıldığı, tecavüze varan hayvani yaklaşımları mıydı kötü günler? Yoksa beni artık bir eşya gibi görüp yüzüme bile bakmadan birkaç kelime ettiği günler miydi? Yine de kutsal diye bellediğimiz evlilik kurumunun aile duvarının yıkılmaması için elinden geleni yapıyorsun ama, gücün tükeniyor bir yerde. Dışarıya karşı gülümserken için kan ağlıyor. İmdat çığlıkları atıyorsun da sesini yine sadece kendin duyabiliyorsun. Bir şeyler hisseden, evliliğinde bir şeylerin yolunda gitmediğini tahmin eden ailen, yakınların sana evli olduğunu hatırlatıp yuvanı kurtarmak için direnmeni sabretmeni öğütlemekten başka bir şey yapamıyorlar. Yeter, diye bağırdığında da, her şey bitsin artık diye her şeyi göze aldığında da, hani o hikâyedeki gibi bu kez hırsız bırakmıyor senin yakanı…
Öfkeli olduğu her halinden belli oluyordu Arzu’nun. Konuşurken yerinde duramıyordu adeta. Gözlerinden ateş saçıyordu sanki. İnce tişörtünün altındaki sutyensiz göğüslerinin her hareketi belli ediyordu kendisini.
-Hayır! diye söylendi bu kez seslice. Sesi aşağılardan bir yerlerden duyulmuştu kesinlikle. Hayır! Ben bu oyunda olmak istemiyordum. Ben hayallerimden henüz vazgeçmiş değilim. Hâlâ sevgiye ve aşka inanıyorum. Ama böyle değil… Eğer bir daha aşık olabilseydim, bir daha sevebilseydim… Aşık olduğum, sevdiğim insanın sadece benim için ve hep yanımda olmasını isterdim. Önce onun benim yanımda sonra da ben onun yanında olmalıyım. Duygularımız örtüşmeli. Aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri sevdiğimizde, aynı şeyleri paylaştığımızda ben de her türlü fedakârlığı yapmaya hazırım. Her türlü tavizi vermeye de.. Yeter ki dürüstlük olsun işin içinde. Gerisi zaten kendiliğinden gelir… ve eğer onun buramda… diyerek parmaklarıyla sol göğsünün üzerine vurarak, buramda ve sadece benim için olduğunu bilirsem, o zaman da istediği yere gidebilir istediği şeyi yapabilir. Çünkü biliyorum ki o buramda ve yalnızca benim için var… Yok yok, bunu söylerken kimseyi zincire vurmak gibi, içimde hapsetmek gibi bir niyetim yok, herkes özgürlüğünü yaşayabilmeli, yeter ki bana ve duygularıma değer versin. Yeter ki her sabah gözümü açtığımda onun yanımda olduğunu göreyim.
Sonra yine susup gözlerini tavana dikti. Bana bakıp:
-Nerdeyse iki yıl olacak buradayım. Biliyor musun, şu odanın içerisinde yaşanan her şey duygusuz. Bir an bile duygu karışmamıştır bu odanın havasına.. Ama gönlümden ve aklımdan söküp atamıyorum işte bu hayallerimi ve duygularımı. Daha yaşım ne ki benim. İstemez miydim hayatı dolu dolu yaşamayı? İstemez miydim sevgiyi, aşkı tadarak yaşamayı? Ama olmadı işte. Buralara düşmek zorunda kaldım. Olmasaydım buralarda mutlaka bulurdum hayalimdeki eşimi. Benimle hayatı paylaşacak, bana değer verip beni koruyacak, beni anlayacak, bilmediğim, görmediğim şeyleri bana yaşatacak, eksik yönlerimi tamamlayacak, evet evet, beni tamamlayacak birini bulmak istemez miydim? Ve belki de ben de onun yarım kalmış yanlarını tamamlardım. Evlilik de bu değil midir zaten? Birliktelik, paylaşmak bu değil midir? Aşk, sevgi bu değil midir sence?
Son sorularıyla konuşmasına bir nokta koymuştu artık. Sustuğunu görünce:
-Bu röportajı yayınlarsam, adını yazmamın bir sakıncası olur mu, diye sordum.
Yatağın üzerinde doğrulup bir Buda heykeli gibi oturdu. Az önce dağıttığı saçlarını bu kez toplayıp arkadan bağladı bir tokayla. Melekler kadar güzelliği yüzüne yansıdı yeniden. Bana bir şey söylemeye hazırlanıyordu. Tebessüm ederek yüzüme bakıp:
-Adımı yazmanın bir sakıncası olmaz da, ne önemi var ki adımın? Arzu yazma da Ayşe yaz, Ayşe yazma da Sultan yaz, Sultan yazma da Melek yaz… Fark eder mi? Hepimiz benzemiyor muyuz birbirimize? Aramızda sadece bir fark var işte. Benim gibi bir kaçımız yanlış yapıp, buralara düşerken diğerleri hapse dönmüş evlerinde oturup her şeyi kabullenerek kendi cehennemlerinde yaşamaya devam ediyorlar. Sonuçta ikisi de cehennem ama, hayallerimiz bir ütopya mıdır bilemem…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.