BİTMEMİŞ BİR ÖYKÜNÜN SON SEFERİ
Doğanın bütün hünerlerini sergilediği bir günbatımı tenhalığında, bir şahin kanatlanıp atmosferin serinliğine süzülüyordu iki sıralı dağın kanyonunda. Güneşin batmaya gittiği noktada, kasar suyuna batırılmış pamuk gibi bulutlar öylece asılı duruyordu. Güneş bu muhteşem manzarayı büyüleştirmek istercesine, kar beyazı bulutların arkasında flaş yakıyordu adeta. Şahin tadına doyulmaz bir hazla, bir kuş tüyü misali süzülüyordu iki sıra dağın arasında akan nehrin üstünden. Çeşit çeşit akkorlarda öten kuş seslerinden hariç bir ses yoktu nefesimin. Nehir ölü bir tay gibi şişmişti. Hareketsiz yatan şişmiş ölü bir tay gibi. Şahin , canlı bir av arar gibi süzülüyordu sıradağın yokuşunda. Av bulamayınca da nehrin üstünden zevk yolculuğuna çıkardı. Dağların eteklerinde baharın hürmeti vardı. Çıplak dağlar yeşile boyanmıştı, ya da yeşile giyinmişti. Nehir, ihtiyar bir nine gibi yatıyordu yorgun bir günbatımında. Su, akar manasını yitirmişti sanki. Annesine küsmüş bir çocuk gibi toprağa oturup asık surat ile gitmiyordu annesinin ardınca. Hâlbuki su akardır, akandır. Durgunluğu yoktur suyun. Önüne dağ çıksa da akar, altına en sert kaya rast gelse de eşer geçer. Hiç olmadı mı buharlaşır gökyüzüne akar da yine aşar engelleri. İyisiyle kötüsüyle devam eden hayat gibidir nehir. Durmasını engelleyemediğimiz hayat gibidir.
Şahin yeryüzünde bir av sezmiş gibi dikkatli bir şekilde yeryüzüne mermi oluverdi. Şahin avına bir dalar ve alır hayattaki pastasını ve kaybolur göz menzilimden. Şahinin gözleri keskindir, pençeleri avını almada ustadır. Yaşamda süzülmeyi bilen, alacağını rahatlıkla görebilen ve istediğini elde etmede becerikli olandır.
Güneş, bir fermuar gibi çekiyordu aydınlığı yeryüzünden. Yeryüzünden aldığı tadı yıldızlarla paylaşırcasına el salıyordu ve uykusuna yatıyordu batıda duran dağın ardında. Birden yıldızlar doluştu kara çarşaf benzeri yeryüzüne. Güneş, yıldızların ustalarıydı sanki. Kendisi gitmeden gelmezdi yıldızlar. Yıldızlar bir şehrin ışıkları gibi parlıyordu bir gökyüzünde bir de nehrin derinliklerinde. Nehir bir ayna oluvermişti birden. Nehirden eser kalmamıştı, bir aynaydı sadece, yıldızların yansıdığı bir ayna. Ne rüzgar vardı dalgalar oluşsun, ne de belirgin bir akışı vardı ki sesini duyasın. Sessiz sessiz akıyordu kendi halince. Hiç dinlenmeden, uyumadan akıyordu. Güneş uyurdu, şahin uyurdu, Nehrin kenarında,hiç uyanmayacak tay, kokuşmuş şişmiş bedeniyle uyurdu ama nehir uyumazdı asla. Yorulup dinlenmeden giden bir yolcuydu nehir. Kiminin topraklarına bereket, kimi evlere elektrik, kimi insana eğlence olup akardı. Gün doğardı akardı, şafak çöker akardı, gece olur akardı. Nehir, efsaneleşmiş aşk destanları gibi hayata vurulmuş gibi aşk yaşardı hayatla.
Güneş, yeni duştan çıkmış minicik bir kız çocuğu gibi ışıl ışıl parlıyordu doğudan. Ellerini götürüp gözlerinin üstüne süzüverdi hayatı. Gözleri şahini arıyordu besbelli, her akortta türkü söyleyen kuşları, nehri… Her şey yerli yerindeydi, bıraktığı gibi yani. Bir gün ışığı eksikti sadece ve onu da ışınlayıverdi mutluluğun temasına. Yine her gün gibi aktılar aktılar aktılar.
Nehrin kenarından kendinden ağır bir kokuyla bembeyaz bir tay yatıyordu. Karnı bir davul gibi şişkin yatıyordu. Kokusu olmasa, yatıyor sanılırdı, öylece güzel sere serpe. mıho’nun pompalısından çıkan mermiden bu yana burada yatıyordu. Ondan önce o da nehir gibi, güneş gibi, yıldızlar gibi akarmış. Nehirle yarışa girermiş, Şahinle dalga geçermiş kendince. Bir sahibinin eline gelirmiş. Başkası el süremezmiş. Bir gün mıho’nun bostanındakini bütün popilasyona ait yeşillik bilmiş. Bu bilmemişliği ölümüne sebep
Olmuş. En son mıho’nun kurşunları dokunmuş kar beyazı taya. Ondan sonra hiç koşmamış, öylece uslu uslu uyumuş nehrin kenarında. Sonra duydum ki çakal ve kurtlar almış tayın acıyan yanını. Geriye bir kemikleri kalmış.
Fırat nehrinin akıp gittiği iki sıralı dağın güneyindekinin cephesine bakarsan, neşeli bir şekilde türkü söyleyerek fıstık toplayanları görürsün. Bir de türkülerin dağdan yankısını. Yüksek sesle ağaçta kalmış salkımları bulduruyorlardı birbirlerine. Kulak kabartırsan sesleri net anlaşılıyordu. İki genç ayrı gittiği bir ağaçta kız arkadaş maceralarını anlatıyordu birbirine. Aile ebeveynleri de geçim derdini. Sonraları minnacık bir kız çocuğunun ağlayışı uzandı kulağıma. Bir tuhaf ağlıyordu, bir dolu. İlgiden, sevgiden, imkanlardan yoksunluğunu bilirmişçesine isyan ediyordu sanki. Ebeveynleri her bedduası ek bir isyanla ağlayışı artıyordu. Sonra annesinin memesini almış olacak ki susuverdi. Belkide bir kayanın gölgeliğinde uyuyuvermiştir ağzındaki süt kokusuyla. ‘ağlamayan bebeye süt verilmez’ deyimi bizim buralarda çıkmıştır ‘. Ya uyutmak için ya da susturmak için verilir.
Çantamdaki pet şişemi Fırat nehrinin içine daldırdım. Pet şişem su dolunca bir kayanın gölgesine çömelip, fıratı seyretmeye daldım. Bu hayatta bütün acılar sanki insanındı. İnsandan insanaydı. Bu kafa ve bedenle nasıl olur bilinmez ama bu hayatın bütün acıları sanki insanındı. İnsandan insana.