- 753 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DENİLZERİN IŞIĞI
DENİZLERİN IŞIĞI
Can topraktan gelmiyor muydu. O zman canlı cansız her şeyin ruhu vardı. Bitki onda büyüyor, bitki yenerek ruhu insana akıyor. İşte bölüm bölüm ruha makyaj veriliyor. Bu insanda son buluyordu. Hatta insan ölünce döl kökünden gelen ruh binlerce yıl sonra vücutlara serpiştirdiği ruh zerrecikleri ile gittikçe saflaşıyor, modern makyajlaırnı bitirip klasikleşiyordu. Ne güzel değil mi. Önce dünyaca tanınma; kendini tanıtmadığı bir kişi bırakmamak, sonra sükun içinde kimse tarafından tanınmamak. Tanrı’nın büyük bereketi. Belki şimdi ruhlar uyanmıştı. O ruhlar uyandıkları için Sevcan’a kızıyorlar. Uyanan ölmüş doğmuş kişiler.
Sevcan genç bir kız. İçine girdiği alem ruhlar alemi. O alem yine de doğanın bir parçası. Düşünmekten korkmuyor ve çekinmiyor. Bu ona mutluluk veriyor.
Sevcan toprağı müthiş seviyordu. Özellikle toprağı sıcak olarak düşünmek için zorlanıyordu. Sıcakta bereket vardı. Gecenin bir vakti, serin havada, Sevcan’ın düşünceleri ile ısınan sıcak toprak. Toprağı ısıtan sahiplenir. Sevcan tüm dünyayı ısıtıyordu. Bunun için önce yatağına sırt üstü uzanıyor, dünyayı tamamen algılıyor, dünyaya ölümsüz ışığı akıtıyordu. Elbet o ışık kutsaldı. Işık yaşayandan değil ölmüş annesinden akıyordu.
Her yer bütün topraklar, dünya annesinin ışığı ile ısınıyor, annesinin şefkati ile coşuyordu.
“O benim biricik annem. Çok özledim.” Der demez gözlerinden yaş akıyordu. İyi ki dünyayı düşünmüştü. O an annesinden bir iz buluyordu. İz yine dünyadaydı. Ama orası annesinin cenneti. Annesi bütün yükünü ölerek geride bırakmış. Kendine sunulan dolgun kadehten içmişti. Sevcan bir çocuk sesi duymuştu. Ardından o çocuğun görüntüsü gözleri önüne geldi. Tek katlı bir ev. Anne baba. Kız ailenin tek evladı. Kız çıtı pıtı biri. Sevimli mi sevimli. Sevcan’ın ona anne diye yaranması doğru değil.
“O daha çocuk. Yükümü ona mı çektireceğim. O ancak kendi ışığının yükünü taşır. Annemse anne diye değil yeni bir insan diye sevmeliyim.”
Sevcan böyle düşünüyor ama dayanamayıp ona anne diye yeniden yaranıyordu. Şimdi annesinin öldüğüne değil yeniden doğduğuna sevinçten ağlıyordu.
Tanrı ne müthişti. Tanrı yeryüzünden çıkardığı iki toprak yığınının birine anne diğerine kızı demiş. Onlara ölüm ve yaşam vererek birbirilerine özlem ve sevinç duydurmuş. Eşyada ruh yok diyenler yanılıyor. Onlarda kendine özgü hayatta akıyorlar.
Sevcan güldü. Şimdi yaktığım bir naylon kutu demek televizyon kumandasına dönüşüyor. Acaba insanlardan ölüpte ruhu televizyon kumandasına dönüşen var mıydı. Olabilir. İnsan neyi çok seviyorsa ona odaklanır. Ölünce de o olurdu. İnsanların bazıları ölenlerin hayvana dönüştüğüne inanıyor. Olabilir. O hayatında hep hayvan sevmiş. Acaba hayatında hep tanrıyı seven ölünce de ondan bir parça mı olurdu. Elbette öyle. Öyle insanların ruhları yücedir.
“Yeter bu kadar düşündüğüm” diyerek yerinden doğruldu. Salondan maç sesi geliyordu. Babası ve kardeşi sonu gelmeyen milli maç heyecanı ile ekran karşısında donup kalmışlardı. Bazen “Tüh” bazen “Hadi hadi pas ver” bazen küfür edişleri Sevcan’ı çok eğlendiriyordu. Onlar iki çizgi film kahramanıydı.
Balkona çıktı. Gökyüzü açık. Yıldızlar yanıp sönüyor. Hemen karşıda ki daireye odaklandı. Selim’in odasının ışığı yanık Gölgesi arada ara perdeye vuruyor. “Perdeyi hafif açsan ne olur?” diye söylendi. O an vücudunu sıcaklık sardı. Önlenemez bir heyecan. Adeta ruhu Selim’e akıyordu. Yine böyle olacaktı. Elmaya eli değecek ama onu dalından koparamayacaktı.
Selim’in cep numarasını biliyordu. Numarasını gizleyerek onu aramaya karar verdi. Telefonu açtı. Numarayı aradı. Selim telefonu açtı Ama karşıda ne ses var ne seda. Selim bir iki söylendi.
“Kimsiniz. Niye arıyorsunuz.” Cevap alamayınca “Nasıl olsa kontör sana yazıyor. Dur sana bir şarkı söyleyeyim.”
Selim Tarkan’nın ‘Oynama Şıkıdım’ şarkısını söylemeye başladı. Sevcan gülmemek için kendini zor tuttu. Selim şarkının bitiminde şiir okumaya başladı. Şiirin biri bitiyor biri başlıyordu.
Selim şiirden bıkmış olmalı ki “Dur sana taklit yapayım.” Dedi. Burnunu tuttu. Genzinden gelen sesle bir sivrisinek konuşma taklidi yaptı.
Taklidin bitiminde “Şaklabanlık buraya kadar. Haydi hoşça kal.” Dedi telefonu kapattı.
Cesaretsizlik ne kötü. Sevcan kendini ezik hissetti. Sevdiği erkek Selim’i palyaçoya çevirmişti. “Uf ya uf ya. Niye utanıyorum ben ya?” diye söylendi. Bir iki kırıtsam olmaz. Gözlerinin içine baksam hiç olmaz. Ondan borç mu isteyeyim. Evet borç istemek iyi bir yöntem. “Sabah olsun görüşürüz aşkım Selim.” Diye söylendi.
İkisi de aynı dershaneye gidiyordu. Ama sınıfları farklıydı. Selim ile şimdiye kadar hiç konuşmamıştı. Şimdi nasıl borç isteyebilir. Yine bir tereddüt çıkmazında. Cep telefonu ile ona o kadar yakınım ki bir konuşabilsem.
Denemeye karar verdi. Yeniden numarayı aradı.
Sevcan “Alo demin rahatsızlık verdiğim için özür dilerim. Kızmadın değil mi?”
“Kızmadım yalnız kim olduğunu merak ediyorum.”
Sevcan “Şey ben Sevcan. Karşınızdaki dairede oturuyorum.”
“Tamam şimdi tanıdım. İstersen tanışabiliriz. Henüz vakit erken. İstersen mahallenin kafesine gel. Orada buluşalım.”
“Kafeye değil de sizin eve gelsem beni ağırlar mısın?”
Selim “Bu daha iyi olur. Ama evde benden başka kimse yok.”
“Ben seninle tanışmak sadece birkaç dakika oturacağım.”
Selim “Buyur gel bekliyorum.” Dedi.
“Tamam geliyorum.” Dedi. Cebini kapattı. Salona geçti. Babasına “Baba ben kafede arkadaşım ile buluşacağım.”
Baba “Tamam kızım. Yalnız geç kalma.”
Sevcan “Tama babacığım.” Diyerek cümle kapısına yöneldi.
Sevcan yalan mı söylelememişti ne. Kaypak bir cevaptı verdiği. Kafe derken Selim’in odasını kastetmişti. Niye olmasın. Selim odası ‘Selim Kafe’ Ayakkabısını heyecan içinde giydi. Dışarıya çıktı. Merdivenlerden inip apartmanı terk ettiğinde heyecandan kalbi küt küt atıyordu.
Selim onu kapıda gülümseyerek karşıladı.
“Hoş geldin.”
“Hoş bulduk.” Tokalaştılar.
Selim “Gel benim odama geçelim.” Odaya girdiler.
“Ne içersin Kola getireyim mi?”
“Olur. Bir bardak içerim.”
Selim mutfağa gitti. Gelirken iki eli dolu bardakta kola getirdi. Birini Sevcan’a verdi. Sonra onun karşısındaki koltuğa oturdu. Televizyon açıktı. Ekranda milli maç vardı. Maç daha bitmemişti. Karşılaşma uzatmalardaydı.
“Maçı bizimkilerde izliyor.”
Selim “Bu maçı tüm Türkiye izliyor.” Durdu. “Sevcan konuşacaklarımızdan utanırsak bir yere gidemeyiz. Sana ilgi duyuyorum. Bu seni rahatsız etmez değil mi?” dedi.
Sevcan “Bu beni sevindirir. Benim de sevenim varmış derim.”
“Ama benim sevgim başka.”
Sevcan “Senin ki ne tür sevgi?”
“Vaz geçilmez bir sevgi. Tıpkı nefes alıp vermek gibi.”
“İyi öyle olsun.”
Selim “Şey diyorum ben seni hep gece gözetliyorum. Ama penceren hiç açılmıyor.”
“Aynı şeyi ben de yapıyorum. Perdeni sende açmıyorsun.”
Selim “Biz üç kardeşiz. Bu oda bana ait. Kardeşlerim salonda yatıyor.”
“Kardeşlerini hiç görmedim. Nasıl biriler. Fotoğrafları var mı?”
Selim “Var. Dur vereyim.” Dedi. Yerinden kalktı. Dolabından fotoğraf albümünü çıkardı. “Al istediğin gibi bakabilirisin.” O an şok geçirdi. Rüyasında anne diye bildiği kız çocuğunun fotoğrafı.
“Bu kız kim?”
“Teyzemin kzı. Tek evlat. Şehir dışında yaşıyorlar. Adı Banu.”
Banu mu. Benim annemin adı da Banu.”
“Reenkarnasyon derlerdi de inanmazdım. İstersen o fotoğraf sen de kalabilir.”
Kalkma zamanı gelmişti. “Selim ben babamda kısa bir zaman için izin aldım. Ne yapalım. Kimdir o diye seni öğrenmeye geldim. Şimdi de gidiyorum. Sonra görüşürüz.”
“Elbette.”
Eve geldiğinde milli maç bitmişti. Babası mutfaktaydı. Kardeşi odasında. Sevcan mutfağa geçti. “Bırak baba bulaşıkları ben yıkarım..
Baba bulaşık önlüğünü çıkarıp kızına verdi. “Tamam kızım. Haydi kolay gelsin.” Dedi. Sonra mutfaktan çıktı.
Sevcan’ın gözlerinde iki damla yaş. Sevinç ve çoşku damlaları. O dinlenebileceği denizlerin ışığı. O sevinç ve coşku Selim’di. Sevgilisini bulmuştu. Zor olmuştu ama başarmıştı bunu.
Tuna M. Yaşar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.