19
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
5155
Okunma
Ali, Karadeniz’in şirin bir ilçesinde yaşayan, on yedi yaşında kıpır kıpır delikanlıydı. O gün, arkadaşlarıyla buluşup atış talimi yapacaklardı. Her evde birkaç silah olduğu için, silah bulmakta zorlanmadılar. Ali, evden silahını aldı. Arkadaşlarıyla buluşacakları derenin kenarına gitti.
Derenin kenarına gelirken, hepsi birer poşet şişe getirmişlerdi. Ellerindeki şişelerle, ulu bir ağacın gölgesine kendilerini atıp, bir süre dinlenip şakalaştılar. Az sonra içlerinden biri şişe poşetini kapıp dereye koştu. Derenin içindeki yüksekçe bir taşın üzerine şişeleri sıralayıp, gerisingeri koşarak geldi.
Şişeleri dizen geri gelince, atış talimi başlamıştı. Sırayla şişelere nişan almaya başladılar. Şişesini deviren genç, sevinç çığlıkları atarak havalara zıplıyordu. Ali de hatırı sayılır sayıda şişeyi devirmişti. Gençler, öğle sonrasına kadar atış yapmışlar, gülüp eğlenmişler, acıkmışlardı.
Herkes evine doğru yol alırken Ali, kalan mermileri şarjöre yerleştirip, silahını, beline taktı. Evine doğru yürüdü. Eve geldiğinde, bahçe kapısı arkasından sürgülüydü. “Galiba annem öğlen uykusuna yatmış, uyandırmayayım.” Diyerek, gençliğinin verdiği dinamiklikle, bahçe duvarına bir sıçrayışta tırmanıp içeriye atladı. Oda kapısını yavaşça açtı. Annesini uyandırmak istemiyordu.
Kapıyı açınca, gördüğü manzara karşısında kaskatı kesildi. Şaşırdı. Gözlerine inanamadı. Bir an kendini hayal görüyor sandı ama gördükleri hayal değildi. Kırk yıllık, altmış yaşındaki komşuları, Dursun amcası ile elli yaşındaki annesi çılgınlar gibi sevişiyorlardı. Ne yapacağını şaşırdı. Bağırmak istedi ama sanki dili tutulmuştu. Badeni titremeye başladı. Annesinden ve Dursun amcasından ölesiye nefret etti o an. Yıllarca komşu diye evine girip çıkmıştı, her şeylerini güvenmişlerdi. “Bu mu güven! Bu mu komşuluk!” diye bağırdı. Belindeki dolu silaha gitti eli. Silahını çekip annesinin üzerinde zıplayıp duran Dursun’a çevirdi. Annesi kendini öyle kaptırmıştı ki, oğlunun kapıyı açıp içeriye girdiğini görmemişti; silah sesleri arasında çınlayan oğlunun haykırışlarıyla kendine gelebildi.
Mermilere isabet olan Dursun, kanlar içerisinde yere yuvarlanırken, annesi, karşısında oğlunu görünce utancından ne yapacağını şaşırdı. Hemen toparlanmaya çalıştı. O an ölebilse, bu hale düşmekten daha iyi gelecekti anneye. Bir anne için, en kutsalı namustu. İşte şimdi o namusu ayaklar altında paspas gibi ezilmişti ve o paspasa ilk basan, annesinin namussuzluğuna şahit olan oğluydu. Yanında duran peştamala uzandı kadının elleri. Peştamalı çıplak bedenine dolarken, kimin için üzüleceğine şaşırıyordu. Gencecik oğlunun katil olmasına mı yanacak, bunca yıllık haysiyeti, onuru, namusu her nesi varsa kaybettiğine mi yanacak bilmiyordu. Yaptığına köpekler kadar pişman oluyordu ama olan olmuştu artık elinden bir şey gelmiyordu. Kaderinde, oğlu tarafından öldürülmekte mi vardı. Bunu düşündü anne. Sonra, “hayırrr!” diye bağırabildi sadece. Ölmek temizlikti artık onun için ama oğlu elinden değil; bir anda oğlunun gelmişini, geçmişini düşündü. Anne katili olarak damgalanacaktı. Gerçi etraftaki insanlar, “oh ne iyi etmiş delikanlı, namusunu temizlemiş, aferin!” diyeceklerdi ama anne yüreği, her ne kadar kirli bile olsa oğlunun ana katili olmasını, sonrasında bu anı hatırlayıp kabuslar görmesini istemedi. Yaradan’a sığındı o anda, “ne olur Allah’ım, şuracıkta canımı al da oğlumu ana katili yapmaaa!” Oğlu, ilk şoku atlatmış, gördüklerinin tamamen gerçeklerden ibaret olduğunu anlamış ve bağırmaya başlamıştı.
“Sen benim anam olamazsın orospu! Bunu bize yapmamalıydınnn! Bunu bize yapamazsınnn!” diyerek silahı annesine çevirip tetiğe bastı ama bütün mermileri Dursun’a boşalttığı için, annesine mermi kalmamıştı. Tetiğe birkaç kez daha bastı, silah patlamıyordu. Bütün siniriyle silahı, annesinin suratına fırlatıp bağırmasına devam etti. Elleriyle saçını başını yoluyordu çocuk. Annesi kendini toplayıp, şoka girmiş oğlunun yanından hızla geçip kapıdan kaçtı ve gidiş o gidiş bir daha kimse ondan haber alamadı.
On yedi yaşında katil olan genç, bir süre olduğu yere çöktü. Dursun’un cansız bedenine baktı. Sonra yavaş yavaş doğrulup, cesedin suratına okkalı bir tükürük fırlatıp evden çıktı. Karakola gidip teslim olurken, ailenin geri kalanlarını bir korku aldı demeyin gitsin. Dursun’un oğulları, cenaze merasiminde büyük yeminler etti. “Kanın yerde kalmayacak babacığım, sen hiç merak etme!” diye yeminler ettiler. Ali’nin ailesi ve bütün akrabaları gidebildikleri kadar uzaklara göç eylerken, kamuda çalışan Ahmet amcası da uzak bir bölgeye tayinini istedi. Durumun vahametini bilen fabrikadaki yetkililer, amcanın tayinini hemen Muğla’ya çıkardılar.
Ahmet’in iki oğlu da o sırada askerlik görevini yapıyorlardı; Muğla’ya göç ettiklerini oğullarına mektupla bildirdi. Ahmet, kendisinden çok oğulları için korkuyor, onların kör kurşuna hedef olmalarını istemiyordu. Mektubu alan Mustafa olduğu yere çöktü. Çok sevdiği memleketlerinden göç etmişti ailesi. “Acaba bir daha memleketime gidebilecek miyim? Acaba yeşil gözlü yârimi bir daha görebilecek miyim?” gibi sorular beynini kemirmeye başlamıştı. Mustafa, komşularının kızına delice âşıktı. Asker dönüşü, evlenmek için birbirlerine söz vermişlerdi. Bu duruma bir türlü alışamayan Mustafa, düşünmekten hasta olmuş, komutanı tarafından hava değişimine gönderilmişti. Artık güzel memleketi ve güzeller güzeli sevdalısı yoktu; çok uzaklarda kalmıştı. Mustafa bavulunu toplayıp Muğla’nın yolunu tuttu.
İzne geleli birkaç gün olmuştu Mustafa. Babası her zamanki gibi sabahın alaca karanlığında işine gitmek için kalktı. Karanlık sokaklarda yürürken, Dursun’un oğlu tarafından bir gölge gibi takip edildiğini bilmiyordu. Dursun’un oğulları, ülkenin çeşitli yerlerine dağılan aile fertlerini aramaya başlamışlardı. İlk buldukları, amca Ahmet’in adresiydi; onun peşine düştüler. Hasmı, karanlık köşeye saklandı, Ahmet’in önüne çıkıp, bir şarjör mermiyi üzerine boşaltıp kaçtı. Acı haberi, polisler Ahmet’in evine getirdi. Haberi alan aile per perişan oldu. Polis, Ahmet’in çocuklarının ifadesini almak için karakola götürdüğünde, Mustafa, acı ve öfkesinden karakolun altını üstüne getirdi.
Babasının öldüğüne bir türlü inanamıyordu. “madem ölecektin, neden memleketimizi terk ettik babaaa! Madem ölecektin, neden bütün sevdiklerimizi terk ettik baba!” Aile Ahmet’in ölümüyle çok perişan yıllar yaşadı. Memleketlerine bir daha dönemediler. Ölümün acısı yanında, yoklukla, acılarla boğuştular yıllarca. Bütün bunlara değdi mi acaba silah talimi? Her evde silah olmalı mı? Kan davası hâlâ güdülüp, masum insanların canı acımasızca alınmalı mı? Bu soruları hâlâ düşünmekteler bizler gibi ve o güzelim memleketlerini özlemekteler.
Not: Öykü yaşanmış hayat hikâyelerindendir. Ben, her insan bir dünyadır sözünü çok severim. Sessiz, sakin kendi halinde bir insanın kim bilir ne dertleri tasaları vardır. Kim bilir ne derin yaraları, sevdaları vardır. Eğer ki içinizde birileri, benim hayatım bir romandır, o romandan unutamadığım bir anımın yazılmasını istiyorum diyorsanız. Ana hatlarını yazıp mesajla bana iletirseniz, sizlerinde bir hikâyeniz olur. İsminizi yazmamı isterseniz yazarım. İstemezseniz yazmam. Haydin, her insan bir dünyadır ve o dünya karanlıkta kalmasın. Sizin başınıza gelen, başkalarının başına gelmesin. Kalemimizle aydınlığa çıksın.