- 1969 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mevlana ve Biz
Kabul etmek lazım, Mevlâna’yı taşımaktan yorulduk. Zihnimizde bir yüke dönüştü Rumi. İzimizi tarihin dolambaçlı yollarında kaybettirmeye çalıştık ama nafile, Mevlâna’nın hayaleti bir gölge gibi kovaladı bizi. Marks’ın öldüğünü söyleyenlere karşı, Marks’ın hayaletlerini müjdelemişti postmodern filozofumuz Derida. Rumi’nin ışığından kamaşan bakışlarımızı, bir türlü kendi özümüzün derinliklerine yöneltemedik. Rumi bizi, tüm yaptığımız kaprislere karşın terk etmedi ancak biz kendimizi çoktan, Heideger gibi terkedilmişliğin sahiline vurmuştuk bile. Yoksa Mevlâna’nın, tüm heybetiyle karşımıza dikilip Hegel’in tarihi gibi bugünümüzü işgal etmesine ve o gür sesiyle müflisliğimizi yüzümüze haykırmasına izin mi verecektik?
Ruhumuzun çehresine doluşan kırışıklıkları, Mesnevi aynasında görmeye cesaret edemedik. Aynalar gerçeği çarpıtma maharetini gösterebilse, zaman üzerimize doğru öyle dik dik yürümese, koca evren bize vereceği küçük bir tavizi o kadar çok görmese, belki de yolumuz Mevlâna ile çakışabilirdi. Ama bu şartlarda Mevlâna’yla karşılaşmayı yüreğimiz kaldıramazdı. Kendi gölgesinden korkanlardandık bizler. Yüce dağların zirvelerinde uçmaya yetecek nefesimiz yoktu. Kirletilmiştik. Alışkanlıkların rehaveti bedenimizin en ücra köşelerindeki en kanlı ihtilalleri bile bastırmaya güç yetirebilmişti. Bizler tüketilmiş bir neslin kayıp çocuklarıydık. Kâinatı bir kitap gibi okumak, yüreğimizden yükselen incelikli sesleri duyup ayırt edebilmek, ağlamak, insanlığımızı hatırlamak ve kendi kendimizle yüzleşmek yeteneğinden, kısırlaştırılmak suretiyle, mahrum edilmiştik.
Aynı okulda çalıştığım İngiliz asıllı Ashford, Rumi’yi anlamaya çalışabilir ve hatta Mesnevi’nin küçük boy İngilizce çevirisini cebinde dolaştırabilirdi, Romanyalı Angelica onu okuduğu kitaplar listesine sokabilir, Rus asıllı meslektaşım Evgenia onun özlü sözlerini evinin duvarına asmayı bir erdem olarak görebilirdi ama Rumi bize iyi gelmezdi. Anlamıyor musunuz? Kim katlettiği kişinin cesediyle kucak kucağa yatmak isterdi ki? Kim aynı evde bir canavarla yaşadığını öğrenmek isterdi ki? Kim nefis tuğlasından ördüğü evinin aniden başına yıkıldığını görmek isterdi ki? Aslında korkup kaçmak istediğimiz şey Mevlâna’nın hoşgörüsü ve okyanus enginliğindeki kalbi değil miydi?
Rumi, eteğinde hikmetleri toplayıp tarihin çukur dolu yollarını aşarak bugüne gelmiş olabilir. Ama bizim ne Rumi’yi dinleyecek sabrımız ne onunla paylaşacak sözümüz ne de ona yıkattıracak bir gönlümüz var. Biz hayatımızdan memnun olmaktan başka kendilerine hiç bir şans tanınmayan kişileriz. Hele hele kemiyetten keyfiyete dönüşüp dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmek, tarihe baş kaldırmak, Sartre ve Camus gibi korkarak geçtiği mezarlıktan yeni bir insan yaratmak sorumluluğuna soyunmak bize göre hiç değil. Bizi tanımak istiyorsanız düşüp kalktığımız arkadaşlarımıza bakın. Ne görüyorsunuz? Zamanımızın yarısını çalan televizyon ahtapotu, bir o yana bir bu yana içinde amaçsızca dolandığımız vahşi internet ormanı ve hayallerimizi hadımlaştıran taksitler zinciri. Başka? Başka da hiç!
Biz Allah’ın bize lütfettiği boyutlardan gönüllüce feragat etmiş kişileriz. Ne Sokrat gibi bir beynimiz ne İsa gibi bir kalbimiz ne Musa gibi hikmetimiz ne de Spartakus gibi bir kolumuz var. Marcuse’nın tek boyutlu insanına dönüştürüldük. Aşkımız Freud’un cinsellik çarmıhına gerildi, ruhumuz Politzer’in materyalizm darağacında asıldı. Aklına güvendiğimiz Camus akıldan şikâyet etmeye başladı, bize merhametin tuzağına düşmemeyi öğütleyen Nietzsche hayatını neden sonra bir nehri ağır bir yükle karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir öküzün kırbaçlanmaması için feda etti ki? Son olarak da Tanrı’nın varlığını tartışılacak felsefi bir sorun olarak görmeye bile değer bulmayan Sartre, ölmeden kısa süre önce, bizi günah çıkarmak için çağırdığı rahiple aldattı. Aslında bugün işler daha da karışık. “Kâinattan bir zerreyi çekip çıkarırsan, tüm kâinat çöker.” diyen Mevlâna’ya inat parçacıklara bölünmüş vaziyette tüm varlığımız. Mevlâna, ruh ve bedenin gece ve gündüz gibi birbirini örttüğünü ve birbirinden hiçbir şey saklamadığını biliyordu. Biz ise ruhumuzu Descartes’tan beri kartezyen felsefenin dualizmine sattık. Kâinat, insan ve toplumu ise Hegel’in çatışmacı diyalektik yorumu eşliğinde kamplara böldük. Bu çatışmada bir saf tutmanın zorluğunu ancak onlarca felsefi akımı cömertçe harcadıktan çok sonra fark edebildik. Neden sonra Sartre “Biz materyalist olmadan önce, ruh ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu hiç düşünmedik.” diyerek kulağımıza ‘çözümlenemez, tek bir insan gerçeği’ni fısıldıyordu?
Mevlâna’yı okumadan önce kendimizi okumalıyız. Gözlerimiz kör, kulaklarımız sağırsa Mevlâna’dan faydalanma imkânımızı yitirmişiz demektir. “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.” (Rumi) Kalbimizde kilit varsa, hakikat boğazımızdan aşağı inmeyecek, kelimeler kulağımızdan öteye geçmeyecek. “Birisi güzel bir söz söylüyorsa; bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.” (Rumi) Kalp aynan kirli ve bulanıksa bunda güneşin ne suçu var. Çamurun altına saplanıp kalsa bile elmas değerinden bir şey kaybeder mi? “Gönlünü yıkayıp arıtmamışsan; ha bire abdest alıp durmaktan fayda bekleme.” (Rumi) Bugün yapılması gereken en hayati girişim, emekleyerek de olsa, insanın kendine doğru yürümesidir. İnsanın sürüklendiği uçurumun kenarından kurtulmasının tek yolu bu. Kur’an, Heideger ve Gadamer’den çok daha önce, okuyucu- kitap ilişkisi bağlamında önceliği, mesajın alıcısı olan insana veriyor ve bizlerden düşünmemizi ve aklımıza işlerlik kazandırmamızı istiyor. Bu durumda “Bizim kitap sorunumuz değil insan sorunumuz var,” diyen Cevdet Said haksız mı?
Yeryüzünün her yanını işgalci aklımızla kuşattıktan sonra, nihayet benliğimizi de bir zindana dönüştürmeyi başardık. Gezegenleri keşfetme yolculuğuna çıkarken, insanı gökdelenlerin baş döndüren zirvelerinde unuttuk. Uzayın sırlarına yaklaştıkça kendimizden uzaklaştık. Kendi elimizle yarattığımız teknoloji oyuncağına tapar olduk. Çok uluslu şirketlerimiz, fabrikalarımız, küresel çapta sermaye akımlarımız, uluslararası bankalarımız ve atom bombalarımız var. Ama bütün bunlardan Afrika’daki zayıf bedenli, kahverengi gözlü, aç çocuklar ne anlar?
“Rumi olmasa Şems hatırlanmayacaktı.” diyor Şefik Can. Sadece Şems mi? Rumi olmasa Pakistan’ın doğumuna gebelik eden İkbal’e, gittiği Avrupa yolculuğunda kim kılavuzluk yapacaktı? Rumi olmasa, gençlik yıllarında girdiği ruhsal bunalımla intiharın eşiğine yuvarlanan İran’ın büyük, devrimci düşünürü Ali Şeriati’ye kim el uzatacaktı? Rumi olmasa Said Nursi, Abdulkerim Suruş, Mutahhari, Mehmet Akif Ersoy ve Erich Fromm’a satır aralarında karşılaştıkları felsefi sorunları çözmelerinde kim yardım edecekti. Rumi İslam mektebinde yetişti ve gelişerek kâmil bir insana dönüştü. Kendini Hz. Muhammed (S.A.V)’in ayağının altındaki toz olarak gören Rumi, yerden göğe yükselerek kendi ruhsal miracını tamamlamış oldu. Dalları yeryüzünün dört bir yanına uzayan bu ağacın leziz meyvelerinden kimler yemedi ki? Friedrich Ruckert, Helmut Ritter, Hans Meike, E. H. Palmer, C. L, Huart, bu şanslı kervanın sadece birkaç yolcusu.
Bugün Mevlâna’ya ve onun engin öğretilerine her zamankinden daha çok muhtacız. Rumi bize ateşin formülünü bulmayı değil, ateşin içinde yanmayı öğretti. “İstidlalcilerin ayağı tahtadandır.” diyen Rumi, bizi vahiyle yoğrulmuş ‘erenlerin aklı’na yönlendirdi. Dünyayı servet, mal ve çocuklar olarak yorumlayan anlayıştan sıyrılarak, bize dünyanın aslında Allah’tan gafil olmak anlamına geldiğini anlattı. Yerinde saymanın ve durağanlığın, gerçek bir müslümana asla yoldaş olamayacağını haykırdı. Ruhlarımıza ölümün gerçekte bir ayrılık değil, vuslatın başlangıcı, bir düğün gecesi olduğunu hatırlattı. Rumi bize Allah’ın varlığını kendimizden ve tabiattan ötede aramanın beyhude bir uğraş olduğunu ispatladı ve bizi içimizdeki âlemlere doğru kulaç atmaya yöneltti.
Rumi, hayatı ve eserleriyle, kendi kişisel menkıbesini gerçekleştirmek isteyen herkesin mutlaka uğraması gereken bir limandır. Bu liman, okyanusun karanlık sularında dinmek bilmeyen bir fırtınaya yakalanmış ve en şiddetli dalgalara teslim olmuş tüm gemileri ışığına demir atıp, huzurunda durulmaya bekliyor.
Turgay Evren