CADDE
Bir baştan diğer başa kaç kez yürüdüğümü hatırlamıyorum. Günün en sevdiğim saatleri, gece yarısı. cadde bomboş, ışıl ışıl. Sadece devriye gezen polis arabalarının ağır ağır ilerleyişini farkediyorum.
En sevdiğim hava, hafif yağmurlu ve ılık. Sağlı sollu mağazaların, cafelerin, kitapçıların, restoranların arasından yürüyorum. Geniş caddenin ortasında yürümenin keyfini çıkarıyorum. Şu köşedeki cafeye ne çok uğrardık hafta sonları. Mağazaları, kitabevlerini amaçsızca dolaştıktan sonra yorgunluğumuzu bir cigara ve kahve ile attığımız, gelip geçen insanları süzerek suskun bakışlarla izlediğimiz o cafe işte.
Cadde ilk defa bu kadar canlı, temiz ve pırıltılı. Ağır ağır yürümenin, hafif yağmur altında ıslanmanın keyfini doyasıya çıkarıyorum. Bebeğimi omuzlarıma alıp Cumhuriyet marşları söylediğimiz caddeyi yürüyorum bir boydan bir boya.
Başka hiçbiryerde tadını bulamayacağım simitlerin kokusunu yürüyorum. Bir apartmanın zulasından getirilip tezgahlara konan kaçak, kokulu cigarillo ve puroları. Lezzetli tavukları bira eşliğinde midemize yuvarladığımız restoranın yanıp sönen neon lambalarını.
Islanmış olduğuna aldırmadan koca bir ağacın altındaki banka ilişiyorum. Oturduğum yerden gördüğüm caddenin suskunluğunu izliyorum. Yine bir polis aracı geçiyor, öylesine bakıyorlar bana, ben de onlara gözlük camlarımın ıslanmış aralığından. Geçip devam ediyorlar yollarına.
Cumhuriyet bayramı coşkuları dışında hiç sevemedim, sevememişim meğer kalabalığını. Daha bir canlı görünüyor herşey gözüme şu an. Sanki elele verip bütünleşmişim caddeyle. Ben ondan, o benden ıssız. İçimdeki huzuru hissedebiliyor mudur acaba? Ya da huzursuzluğumu hissetmiş miydi daha önce?
Son cigara mı da yakıyorum. Keşke bir şişe de kırmızı şarap olsaydı yanında diye geçiyor bir an içimden. Her dilde tokuştursaydık ya şişelerimizi, kıyak olmazmıydı şimdi. Ya cigaram bittiğinde? Her nefes alışverişim, cigaramdan çektiğim derin bir nefes yankılanıyor sanki caddenin bir köşesinde. Belleğimi zorluyor gecenin dinginliği, anılarım dökülüyor caddeye.
Kalkıyorum oturduğum banktan, yürümeye başlıyorum yeniden. Ayaklarımın altında çıtırdayan, hışır hışır eden güz yapraklarının sesini farkediyorum. Gülüşmeler biraz ötemde. Bir ağaca yaslanmış, kafaları hafif dumanlı genç bir çift sırılsıklam öpüşüyor. Duraksıyorum yanlarına varınca. Öylesine bir bakış atıp devam ediyorlar kaldıkları yerden. Gülüşmeleri duyuyorum uzaklaşırken, gülümsüyorum hafiften, kendimce.
Yürüdükçe canlılık artıyor, sesler birbirine karışıyor. İşkembecileri görüyorum uzaktan, kokusunu alıyorum sıcak, sirke ve sarımsak kokulu tuzlamanın, yarım kellenin. Avrupa yakasında kafayı çekip eve dönerken uğrak bildiğimiz lokantanın önünde buluyorum kendimi, buğulu camlarını aralayıp bakıyorum içeri. Pek fazla müşteri yok bu saatte haliyle.
“Abi buyur bir çorba iç “diyor, kapının önünde bitiveren garson. “Yok” diyorum “Sağolasın, böyle iyi”. “İçeri gir bir çay ikram edelim bari, bak ıslanmışın epey”. Cebimde beş kuruş dahi olmadığını anladı mı ne? Hiçbirşey söylemeden içeri girip dörtlü masalardan birine oturuyorum.
“Abime demli bir çay” diyor, diyor da cigarasız gitmez ki? “ Bir sigara istesem çok mu olur?”
“Ayıpsın abi, gerçi yasak şimdi ama boşver, bu saatte ne olacak ki”. İçimin titrediğinin o an farkına varıyorum. Kaç saattir yürüdüğümü bilmiyorum.
Çayım geliyor, taze demlenmiş belliki. Bu saatte çalışanların kendileri için, evlerine dönmeden önce son bir çay demleme faslını iyi bilirim.
“Bu saate ya sarhoşu, ya da kafayı iyice dağıtmışı gelir buraya, hayırdır diyor”. Garson pek geveze gibi, kendine eşlik edecek birini mi arıyor nedir.
“Ben de kafayı dağıtıyorum” diyorum yarım ağızla. “Seni tanıyorum sanki, yabancı değil yüzün, gelirmiydin bizim lokantaya daha önce.”
“İlk defa” deyip geçiştiriveriyorum.
“Yok abi, kesin eminim, sen yıllar önce hemen her hafta gelirdin, 20 yıldır burda çalışırım, sürekli gelenleri asla unutmam”
“İkizimdir” deyip kapatmaya çalışıyorum, gülümsüyorum.
Lokantada topu topu 7-8 kişi olduğunu farkediyorum. Bir çift iştahla çorbalarını yudumlayıp sessiz sessiz kavga ediyorlar. Bir başka masada orta yaşlı iki arkadaş derin bir muhabbet içindeler çorbalarını iştahla yudumlarken. Bir masada yalnız başına oturan bir kadın ilişiyor gözüme, 35’lerinde olmalı. Kaşığı çorbasına daldırıp daldırıp çıkarıyor, ama içmiyor. Neler geçiyor kafasından kimbilir. Uzun uzun bakıyorum çayımı yudumlarken. Bir an göz göze geliyoruz, kaçırıyorum bakışlarımı. Sonra yeniden. pürüsüz tenine, alnına dökülen, kuaförden çıktığı belli bukleli siyah saçlarına bakıyorum. Ben baktıkça o, o baktıkça ben kaçırıyoruz gözlerimizi. Yeşil yeşil bakan gözleri içimi acıtıyor.
“Bir bardak daha ister misin abi” diyor garson, bakışlarımızın farkında. “Birazdan kapatırız artık”
“İyi olur be, zahmet olmasın” diyorum.
“Ne demek abi, en rahat olduğumuz zaman,iki saat önce gelsen valla tıklım tıklımdı”
“Hesabı da getir bu arada, ben de birazdan kalkarım”
“Ne hesabı abi, afiyet şeker olsun”
Eyvallah deyip, son yudumu da içip kalkıyorum masadan. Hızlı hızlı yürüyorum caddeden geldiğim yönün tersine. Sessizlik o kadar ağır ki, sanki düşüncelerim bile ses bulacakmış gibi caddede. Her noktasını bildiğim caddenin köşelerinde cigara, simit, kestane satanların gölgelerini görüyorum mağazaların vurduğu ışıklarda. Yanıp sönen kırmızı ve sarı trafik lambalarında caddenin yağmur ıslakılığının yansıması olan muhteşem loşluğunu.
Cigaram yok, ıslanmamış, korunaklı apartman altlarında izmaritler arıyorum, birkaç nefes için. Yok, çöpçüler heryeri temizlemiş. Yorulmuş olmalıyım, bir mağazanın önündeki banka bırakıveriyorum kendimi. Cep telefonumun saatine bakıyorum, saat sabahın beşi, gün ağaracak birazdan. Kendimden geçtiğim bir anda bir el dokunuyor omzuma, hafiften sarsarak.
“Geç oldu, hadi git yat” diyor işkembecide gördüğüm kadın. Üzerinde deri ceket, deri mini bir etek ve dizaltı topuklu çizmeler.
“Yatmak için çok geç” diyorum. “Cigaran var mı?” İnce uzun bir sigara veriyor. Ne farkeder ki bu saatte, izmarit bulamamışken.
“Sende mi caddeye düştün” diyor yaktığı sigaradan derin bir nefes çektikten sonra.
“Ne caddesi?” diyorum.
Hafifçe öne eğilip yüzüme dimdik bakıyor, yüreğimi delen gözleriyle.
“Öylesine işte, uyku tutmadı da” diyorum.
“Bu caddeyle hesaplaşamadın bir türlü ya sen?” diyor. Hesap mı? Ne hesabı? Kime ve neye hesap? Kendime getiriyor söyledikleri, kafam karışıyor.
“Bir hesabım yok, sadece hava almak için çıktım”
“Neden beni ne kadar çok sevdiğini artık itiraf etmiyorsun?” Şaşkınlığım caddenin orta yerinde patlayıveriyor. “Bırak gitsin”
“Neyi bırakayım?”
“Kendini”
“Özlemişim seni çok” diyor, şaşkınlığım bir kez daha artıyor.
“Sen kimsin peki?”
“Bu caddenin ruhu” diyor, geriye yaslanıyor hafifçe.
İçim daralıyor, kalkıp hızlı hızlı atıyorum adımlarımı. İçmedim ama halüsinasyon görüyor olmalıyım, bomboş ıssız bir caddede karşıma çıkan bir yabancı. Bir an önce uzaklaşmalıyım, kaçmalıyım. Ne istiyor benden bir anlasam? Aklım ve ruhum karmakarışık. Yetişip kolumdan yapışıyor bu kez.
“Kaçamazsın benden, seni çok ama çok sevdim, sen de beni” Caddenin ruhuna rağmen yürüyorum sessiz, kalbim sanki duracakmış gibi. Ne diye çıkarsın caddeye, ne işin var bu saatte demekten kendimi alamıyorum. Yalnız bir huzur olsun yaşayamayacak mıyım bu hayatta?
Kolkola yürüyüp geçen sahte yaşamlar geliyor gözümün önüne. Bebesinin arabasını zorla iten, yüzleri buruşuk adamlar. “Aman ne kadar da keyifli bir pazar, hadi oturup bir yerde iki sohbet edelim” ikiyüzlülükleri. Kendi dünyasında yalnız olan insanlar. Kavgalar, gürültüler, zorunlulukla sorumluluğu karıştıran adam ve kadın suretleri.
“Bana baksana sen”. Donup kalıyorum öylece.
“Derdin ne senin?” Derdim mi, bir derdim mi var?
“Ben olmadan kimse adım atamaz bu caddede”
“Nedenmiş o?”
“Dedim ya, bu caddenin ruhuyum, kimse de çalamaz”
“Ne çalması, ne ruhu, caddenin ruhu da ne demekmiş” diyorum alaycı bir tavırla.
“Ödemek zorundasın, burası benim caddem”
“Nasıl yani?”
“Benden aldıklarını geri vererek”
“Bakın, ben şimdi zaten eve gidiyorum, cadde yine sizindir”
“Bu kadar kolay mı sanıyorsun”
“İyi ben de başka zaman başka bir caddeye giderim, anlaştık mı, bir daha gelmem buralara”
“Her şehrin, caddenin, sokağın, binanın, evin, mekanın bir ruhu vardır, bunun için burada değil misin?.”
Kaybolmak istedim bir an. Neyse ki o kayboldu. Ardımdan gelen onlarca, yüzlerce anı döküldü caddeye. Ne caddeymiş be. Ben huzur içinde yalnız başıma kalamadım bir caddede, iyi ki ara sokaklara girmemişim. Evime de mi gitmesem acaba?
Bir devriye aracı yanaştı yürürken. Kimliğimi istedi, ceplerim bomboş. “İfadenizi alacağız dediler”
İfadem çoktan alınmıştı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.