- 1084 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İKİ DİRİLİŞ İKİ ÖLÜM
İKİ DİRİLİŞ İKİ ÖLÜM
Uçsuz ve bucaksız, derin bir uçurumun dibindeki kum tanesi gibiyim. Bazen kımıldamadan yerimde duruyorum, bazende ta uzaklara sürüklenerek gidiyorum, bilmeden görmeden mecalim yok, nutkum tutulmuş. Ancak görebildiğim kadar gördüğüm için mi! Acaba benim isyanlarım hep bundan mı? Daha dün babamın elimden tutup beni ilkokula yazdırdığındaki heyecanı ve sevincimi hatırlıyorum. Ama şimdi babam yok, büyüklerim, akrabalarım yok, çocuklarım var, torunlarım var, saçlarıma sakallarıma aklar düştü. Her gün aynaya bakıyorum. Bu günün yarından hiç farkı yoktu. Lakin yıllar sonra fotoğraflarımı karıştırdığımda günlerin ayların ve de yılların benden sinsice çok şeyleri götürdüğünü fark ediyorum.
Nedense, ezeli ve geçmişi unutuyoruz da geleceği de hep inkâr ediyoruz. Daha dün cuma idi sanki bugün yine cuma oldu. Her gün bir güç beni yıpratıyor, eziyor toprağa doğru itiyor. Nedense bir türlü kabul edemiyoruz, inanamıyoruz. Neye sır yetiremedim biliyor musunuz? İnsan gençken hiç mal birikim derdi de yok kaygısı da yokken nedense insan yaşlandıkça daha çok mal sahibi olmak istiyor, malı ve maaşı olduğu halde gelecekten her nedense yine de endişe ediyor daha çok almak daha çok kâr etmek istiyor. Sanki ayrılmamak, kopmamak için dünyaya torpil yapıyor, taviz veriyor dört tarafına temel atıyor.
Dahalar la geçen bir ömür, daha çok malik olma arzusuyla kamçılanan bir nefis. Ölümü unutturan, arzular ve hayaller içinde çırpınan bir ömür. Bu gün rahat yatağında yatan bir adam veya hükümranlık süren, ölümü hiç aklına gelmeyen bir adam akşama üzeri topraklanarak yok olacağı kimin aklına gelirdi. Sanıyordu ki ölüm hep başkalarına ve kendinden uzak diyarlardaydı. Heyhat, medet ve imdat!
Gelmesi hiç istenmeyen, beklenilmeyen, korkulan ama hep başkalarına yakın kendine çok ama çok uzakta olan ölüm. Bir yanda pırıl, pırıl süslediğimiz, imar ettiğimiz dünya diğer yanda tamamen unuttuğumuz katıksız ve hazırlıksız yakalandığımız ölüm. Evet ölüm. Bizden evvelkiler günahıyla sevabıyla geçip gittiler. Ellerinde ne bir tapuları var, ne sevdikleri var, hep ölüp gittiler, mahşer gününü, hesap verme gününü bekliyorlar şimdi de ölme sırası bize geldi. Bir mezarlık girişine şöyle bir şiir yazdırmak isterdim.
GİRİŞ KAPISI
Seninki bu âlemin dünya yapısı, Bir gün uzanırsın musalla taşına
Burası da ahiretin giriş kapısı. Fatiha okuyanında gelmez başına
Ne gözü ne kulağı kalır bedenin, Elleriyle dostların seni topraklar
Ne canı kalır nede malı giden, Silinir hayalden çürür yapraklar.
Evet, ölüm ve ardından gelen kabir hayatı, kıyamet alameti, sur düdükleri, mahşer alameti, kısaca ahiret hayatının giriş kapısı, gizli kameralarımızın ifşa edileceği dehşet kapısı. Ölümü kendimize yakın etmiyoruz ama aniden sıra bizde gelecek. Ölen dostlarımızı gördükçe ona inanıyoruz ama ahret hayatına bir türlü inanamıyoruz, dünya hayatımızda yaptığımız servetin, zamanın ve iş gücümüzün %5 ini dahi harcayıp hazırlık yapamıyoruz. Hani istikbalde bir iş sahibi veya bir memur olmak için senelerce okuyoruz, k.p.s. imtihanlarından yüksek puan almak için para karşılığına dershanelere gidiyoruz. Ama verilen nimetler içerisinde, sıhhatli bir haldeyken keşke kıymetini bilseydik. İnsanlar evvelce kendilerini doyurmaya çalışıyorlardı şimdi ise dünyayı doyurmaya çalışıyorlar ama o da bir türlü doymak bilmiyor ki.
Ölüm Cenabı Hakkın bir tecellisidir, bir nimettir. Şayet ölüm olmasaydı güçlüler hep güçlenir, herkes tanrı olmaya kalkışırdı, herkes evini zebercetten, bozulmaması için ev gereçlerini altından gümüşten yaptırırdı. Haklıların haksızlardan, iyilerin kötülerden hesap sorma, ceza alma ve mizan gibi terazileri olmazdı. Nasıl ana rahmi dünyaya açılan bir kapı ise, ölümde ahirete açılan bir kapıdır. Sana ayrılan bu hisse içerisinde, çalışma, iyiyi kötüden ayırma, sorulara hazırlanma yeri olduğu için her türlü imkânla birlikte insanlara akıl, mantık ve irade-i cüziye gücü de verilmiştir. İnsanlara verilen bu akıl, mantık ve izan yapısına göre Cenabı Hak dünyayı yaratılmış, bütün cansız ve canlı mahlûkat insanların emrine, menfaatine verildiğini biliyoruz.
İnsandan sonra en fazla tekâmül eden canlı, hayvanlar olmasına rağmen bir hayvan kendi içgüdüleri dışında taşı kumu ağacı suyu vs. değerlendirip tesis, teknik ve ilim yapamadılar. Çiçekler türlü güzel kokular, güzellikler saçarken, sebzeler, yemişler, mahsuller, hayvanlar bizim için, yeraltı yerüstü kaynakları, ay, güneş ve atmosfer içindeki bulutlar, havayı teşkil eden gazlar, sosuz nimetler bizim için. Başka canlılara verilmeyen akıl, mantık ve irade gücü, bu ikram ve nimetler ne anlama geliyor. Bu nimetlerin yüceliğini, çokluğunu gördüğümüz halde bu şımarıklığın sebebi ne, şükrümüz, hazırlığımız nerede. Ne yazık ki yeni ilimler ve kolaylıklar çoğaldıkça sanki maneviyatlarımızı siliyor, parçalanıyor. Bizi Deccal gibi peşinde koşturan cazibeli dünya.
İnsanın olgunluk çağı sonrasında 20 veya 30 yıllık bir yaşama süresi olmasına rağmen öyle büyük ve modern binaları en az beş yüz yıllık mukavemette ve güzellikte yaptırmaya başladık. O yüksek ve modern binaların önünden insanlar ölüp geçtikçe sanki bizimle dalga geçiyorlar. Geçenlerde Erzincan’ın Terzi baba mezarlığına gitmiştim, bakıyorum orada hiç kimsenin eşyası yok dikili bir malı dahi yok, hatta o güzelim bedenleri dahi çürüyüp yok olmuş ancak mahşer gününe kadar başlarında bekleyen ıstırap çeken ya da heyecanla bekleşen ruhları var. İstesek de istemesek de ve kendimize yakıştıramasak ta gideceğimiz yer o mezar çukurudur. Ama şu da var ki insanlar yaşadığı sürece korunma, savunma, barınma ve ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaya yeniliklerini de katmaya mecburdurlar. Bizden sonrakilere daha mamur ve daha güzel teslim etmeye mecbur değilmiyiz?
Kendi aklımızla, ahireti dünyadaki cisimlere, şekillere ve bu dünya hayatına benzetiyoruz. Ama yanılıyoruz, çünkü ana rahmindeki bir çocuğa zekâ ve akıl verildiğini düşünün, bu bebek dünyayı nasıl şekillendirebilir, zira para kazanma dertleri, karnını doyurma, elbise giyinme, ihtiyaçlarını karşılama dertleri yok, ekmek elden su gölden hesabı el ense yatıyorlar. O hayatın dünya ile hiçbir benzerliği var mı? İşte dünyayı ahirete benzetirken yanıldığımız noktada budur. Bazıları şöyle diyorlar ‘’Gidip de gelen var mı? Öldükten sonra dirilme hatta cennet ve cehennem diye de bir şey de yok’’ diyorlar.
Şayet ölenlerden geri dönenler olsaydı; Ahır âlemdeki cezalandırmalarla cehennemi, mükâfatlandırmalarla cenneti, görüp öyle döneceklerdi. O zaman artık kimse dünyaya dönüp de bakmayacaktı. Zira cenneti mükâfatı görenler dünyaya hiç meyil etmeyeceklerdi, Cehennemi, cezayı görenler ise cennete o rahata kavuşabilmek için yine dünyasını bırakacak hiçbir şeye el sürmeden ibadetle yakarıyla ömürlerini geçireceklerdi. Doğan bir insan tekrar rahime dönebiliyor mu, ölen bir kişi de tekrar dünyaya dönemeyecektir. Çünkü artık o gideceği yerin yapısına bürünmüştür.
Şayet ölenlerden biri veya bir kaçı tekrar dirilselerdi, o meşakkati o dehşeti görmelerine rağmen yine dünya hırsıyla şeytanın oyunlarına kapılır ve ortaya sahtekârlar çıkar hatta bir sektör dahi ortaya çıkardı. Zira orada ben anlaştım, size zemin hazırlarım, söz aldım diyerek ve bağlı servet avcısı dalkavukları türerdi, imanını kaybeden, onlara inanan insanlar zümresi ortaya çıkardı.
Gece yatarken hiç ölümü düşlediniz mi? Onun korkularını, öldükten sonra yakınlarınızın dostlarınızın bir mezar çukuru başında sizi toprakladıklarını ve size son görevlerini yaptıktan sonra sizi yalnız bırakarak arkalarını dönüp bakmadan gideceklerini, hesap gününü, hesap kapılarını beklerken hiç ürperdiğiniz olmadı mı? Rüya âleminden çok uzaklara gitmişsinizdir, gerçek ve uzun rüyalar görmüşsünüzdür. Korkular ve felaketler yaşamışsınızdır, feryatlar ve ter içerisinde kalmışsınızdır. Ya bu hal gerçek olup da geriye dönemediğimiz o gün, ölüm gelirse halimiz nice olur. Bir insan öldüğünde kuş gibi uçtu gitti. Allah’ın iyi kuluydu, cennete gitti derlerde, o kişiye hiç bakmazlar mı, gözleri ayrılı kalmış, çenesi düşmüş, sinirleri çözülmüş, sesi dahi çıkamaz olmuştur. Bedene dağılmış olan ruhun ayrılışı da kolay olmasa gerek. Bu ahiretin ölüm adı verilen kapı girişi ve ruhun orada yeniden uyanışıdır.
İki diriliş gibi iki de ölüm vardır. Birincisi insanın ölümü ikincisi dünyanın ölümüdür. Yeryüzünün çiçekleri, kuşları, meyve ağaçları, gölleri, nehirleri, görebildiği güneş, ay ve yıldızlar vardır. Sahip olduğu güzelim evleri, arabaları, uçakları, etrafında gezinen ailesi, dostları vardır, fakirliği zenginliği vardır ve hükmeden bedeni vardır. Keza doymayan hırsı, her gün yeşeren hevesleri vardır. Birde üzerinde yürüdüğü toprak vardır. İnsan öldüğünde o toprağın altına girer, Ne beden, ne o irade, ne o güzelim görüntüler, ne tapu, nede bir mülk kalır. Sanki evvelkiler gibi yapmışsın bir seyahat ve ardında kalan bir heyhat.
Birde dünyanın ölümü vardır. O ölümden herkes ürpermiştir, o dehşetten o şiddetten Allah cc. sığınmıştır. Bir tasavvur ediniz. Yer kürenin merkezindeki 50, 100 bin derecedeki magma tabakası sarsıntılarla harekete geçiyor, yeryüzüne çıkıyor, dünyanın her tarafı sarsılıyor, sıkışan yer altı suları yeryüzüne çıkıyor ve o ateş tabakası bütün suları, okyanusları kurutuyor. O sırada başka hiçbir sesin duyulmadığı, yüksek frekans ve şiddette ki İsrafil as ’mın Sur düdükleri dünyayı ve bütün arzı sarsıyor. Ebediliği temsil eden lüks ve muhkem binalar, servet değerinde ki arabalar, bankalar, insanlar, ağaçlar, yeraltındakiler savruluyor. Kısaca dünyanın çivileri olan dağlar yerinden sökülüyor. Yerin bu şiddetinden gökyüzü sarsılıyor, samanyolları menzilinden çıkıyor, korkunç çarpışmalar başlıyor. Bir ara düşünürken kendimi o girdabın, yerin merkeziden fezaya doğru yükselen o hortumların, o türbülansların içerisinde buluyorum. Sanki kemiklerim ayrılıyor, sinirlerim kopuyor, damarlarım dağılıyor.
O yeniden dirilişte ve mahşer meydanında güneş yüzeye iyice yaklaşmış, insanlar günahlarının alenen ifşaları yüzünden birbirlerinden kaçışıyorlar. Gözler tepede herkes Mahkeme-i Kübra’dan mahkeme ediliyor. Orada sadece gölgelik olarak Arşın gölgesi var, Hz. Muhammet sa. ,diğer peygamberler var. O gölgeliğe ancak layık olan lisansını alanlar girecektir. Hani dünyada iken bir işe girebilmek için; İlköğretim, ortaöğretim, yüksekokul ve imtihanlar. Bir makama erişebilmek için de ya üst düzey teste tabi tutulacaksın, kursa gideceksin veya bir doktora yapacaksın. İnancımız düzeyinde kendimizi o yeniden dirilişe hazırlamalıyız.
Hadisi Şeriflerde ahır zaman da ani ölümlerin çoğalacağını, bununda iyi sayılmayacağı bildirilmiştir. Zira bir insan hasta yatağındaysa en azından alacaklarını borçlarını söyler helalık almaya çalışır, bazen bu durumlar kendisine vasiyetini söylemeye, tövbe istiğfara ve hazırlatmaya yöneltir, hastalığı bir nimet bir kefaret bilir, ölüm hazırlığı yapar. Canın, bedenin bütün hücrelerinden ayrılma, ruhun çıkma zamanıdır. Fabrikaların, servetlerin önüne dikilse, eşin, çocukların feryat etseler de her şey geride kalmıştır, dünyanın kapısı artık kapanmıştır. Tapudaki üzerine kayıtlı malların üzerinden silinir, elbiselerin dahi üzerinden dilinerek çıkarılır, artık kapılar kapanmıştır. İmtihana hazırlık bitmiştir, kazançlar bitmiştir, imtihanların günü gelip çatmıştır. Şükürsüz ve tatlı, tatlı yemenin, helâl haram demeden malik olmanın acı, acı kusması başlayacaktır. Levhi-mahfuzda ki kayıtların alenen ifşa edileceği, şahitlerinle birlikte Mahkeme-i Kübra doğru hazin bir yolculuk başlayacaktır.
Bunca mükâfatların karşılığında ne hazırladın demeyecekler mi? Bu saltanatın hep süreceğini, ölünce cennete gideceğim diye kendine ferahlık veren kendini avutan insanlar. Heyhat, vay halime, vay ki vah halime. Hayallerle, kazanma sevdalarıyla tükenen bir ömür. Belki de bir gün sala sala sesleriyle uyanacağız ve o dönüşü olmayan yolda ayıkacağız. Hazırlıksız, katıksız yakalanacağım ve beni mezar çukurunda uyandıracak sonrada mahşer meydanına doğru götürecek olan ölüm.
2008
Mustafa CEYHUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.