- 814 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ben düş(t)üm
ben düş(t)üm
“Ellerini koyma ellerimin üstüne
Kımıldayamıyorum…
Bana gülmeyi öğretme Tanrım
Ağlayamıyorum…
Kaldır ruhumdan perdeyi Tanrım
Anlayamıyorum…”
son bahar rüzgarının dallarını birbirine değdirdiği ağacın hışırtısı kulağımın içinde sinek vızıltısına benzer bir uğultu yaratırken, elimi, masanın sağ ucunda bulunan kitaba uzatıyor, onu alıyor, inceliyor, orta sayfasını kopardıktan sonra duvardaki karartının üstüne fırlatıyorum. az sonra hiçbir şey olmamış gibi yerimden kalkıyor pencerenin yanı başındaki koltuğa kurulup oturuyorum. rüzgarın şiddetinden kökünden sökülecekmiş gibi sağa sola savrulan ağacın rüzgarla cengini zevkle izliyorum.
ben, içimden gelen ses’im.
enflasyonist duygular(ın) yumağında çözülmeyi bekleyen insan en az kendisi kadar karmaşık bir kargaşa denizinin en orta yerinde kendi ekseni etrafında dönüp duruyor. ele avuca sığar emisyon hacmiyle bileğinden akan kanı emiyor, emdikçe zevkin doruklarında geziniyor. vamp bir hayatın tüm keşmekeşliğiyle sergeşt ve serkeşt vaziyette, gözleri alev topu; dudakları, ayarı kaçmış çatlaklıkta; boğazı, kuytu bir nemlilik kıvamında...
dara giren ruhumun tek ilacının dışardaki rüzgar olduğunu düşünüyorum. onu içime alıp hapsetmeliyim. sertliğince, vurdumduymazlığınca rüzgar olmalıyım. önüme çıkan her ne varsa yıkmalı, onu kökünden etmeliyim. tozu dumana katıp, ruhumu dara sokan günden öcümü almalıyım.
ben, acı’yım. hüznün toprağında çatlamış bir hayat…
dönen çarkların arasında ezilen küçük insanların hikayesi büyük olur. küçük insan, hayata, kimi kez suyun berraklığınca bakmış kimi kez de parşömen kağıdının bulanıklığınca. hangi cepheden bakarsa baksın kendisiyle inatlaşan, dimağı vahşileşmiş insanleyin bir yaşamla karşı karşıya gelmiş. süreç ve beklentilerin toplamında hüzünden başka bir eldesi olmamış; eklentiler, eksi değer çarpanınca omuzlarına ağırlığınca yük olmaya devam etmiş. tüm aşkları, umutları, bekle(n)mişlikleri, bekletilmişleri hasılı insana aslolan ne varsa ömrünün rahlesine yatırıp neşterleyin yarmışsa da gördükleri karşısında bin yıllık bir yaranın hala kanayan yanlarını görür gibi olmuş. gördükleri: dün, bugün ve bir suçlu gibi titreten "gelecek" hayalleriymiş...
pencereyi açıyorum. önce uçan bir vazo görüyorum sonra da onun duvara çarpılıp un ufak olmasını izliyorum. rüzgarla gelen yağmur damlaları yüzümde patlıyor. kaş altımdan başlayarak topuklarıma kadar ıslaklık hissi uyandırıyor bende. halının altına dolan hava onu ters yüz etti edecek... duvardaki saatin yere düşmesini, çalışma masamın üstündeki kitapların uçuşması izliyor... pencereyi kapatmalı; yoksa olmak istediğim rüzgar, çok sevdiğim camdan karanfil biblomu da kırılan, dökülen eşyalar listesine alacak.
ben, meşaleyim. nice gönlü fetheden bilgeyim.
büyük insan, evrenin toplamından anladıkları/anladığı, bilmediklerinin yığılı olduğu höyükkavi gereksizlikler yığınıdır. büyük insan, içsel bir isyanla başlayıp sonraları nice gönlü fetheden bilgelikten nasibini alamamış; kendince, cahil cühela ordusunun serleşkeri olmuş.
istemeye istemeye pencereyi kapatıyorum. camdan, hızla kaçan; kaçtıkça rengi daha da koyulaşan bulutları izliyorum. bulutları seyrim ne kadar sürdü bilmiyorum ama camdan gelen ses beni irkiterek hayalden gerçeğe getirdi. demin bulutları, tanrının kaleminden çıkmış en güzel resmin bütünleyeni diye düşünüyorken şimdiyse kanadı kırılan bir kuşun merhamet isteyen bakışlarını izliyorum. kaçamak gözlerle ben kuşa baktıkça kuş daha da çırpınıyor... çırpınması, başının uculca yana kaymasına engel olmadı. başını ıslak zemine bırakıp gözlerini yumdu... gün, tüm lanetiyle ölüm kusuyordu. merhamet dileyen gözlerden birinin havadaki herhangi bir nesneye sabit kaldığını görmenin ıstırabını çok sonra duyacaktım... ıstırap içime doğduğunda çoktan mahrem yalnızlıklara bürünmüştü şehirler....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.