Yıpranan Bir Bedenden Arta Kalanlar….
Acımak mı acınmak mı karar vermek güç elbet… Acıyoruz belki ama yeri geliyor acınacak hale geliyoruz. Acırken kendi irademizle karar veriyoruz bu değişilmez bir gerçek. Peki ya acınmayı da mı kendi arzumuzla yaşıyoruz? Hayır, biz acıyor vicdan muhasebesinden acık veriyor olabiliriz fakat bir başkası ise bu hesabı tutarken o kadara titiz davranıyor ki kazanan hep biz değil diğer taraf oluyor. Yani demem o ki netice olarak birilerine acımayı düşündüğümüz halde ondan beter acınacak hale düşüyoruz. Her zaman istenmeyen sonuçla karşılaşan biz oluyoruz. Bu durumda biz yani mağdur olan taraf çok mu iyiyiz yoksa çok fazla mı karlı tarafı düşünüyoruz? Evet, belki iyi olabiliriz ama hatalı olduğumuz nokta bizim iyi olmamız değil karşı tarafı daha fazla düşünmemiz… Mesela bir yere davet edildik ilk etapta davete icabet etmek öncelikli görevimiz –tabi ki bunun yanında davet edilmediğimiz yere gitmemek de bir prensip olmalı- görev olarak biz üzerimize düşeni yaptıktan sonra sıra karşı taraftadır. Biz nasıl sorumluluklarımızın bilincinde isek bir misafiri ağırlayacak ev sahibi de bu bilince sahip olmak durumundadır. Hani biz iyi tarafız ya şimdi ve tabi ki karşı tarafı düşünen iyi kimseler olarak gittiğimiz mekândaki eksikleri görmezden geliriz yapamamıştır olmamıştır insanlık hali gibi masum eleştirilerle geçiştiririz. Bunun yanında ev sahibi bizlere ilgisiz davranıyorsa hemen Polyanna ilacı devreye girer buraya da iyi bir yaklaşım sunuverir en basiti “biz yabancı mıyız canım “ şeklinde kendi egosunu tatmin ederek karşı tarafı da haklı bulur. Yani bu durumda normal olanı hangi taraf yapıyor iyi görünümlüler mi yoksa ilgisiz davet sahipleri mi? Karar vermek herkesin kendi inisiyatifinde tabi ki de yalnız bu durumu yaşamışlıkla ölçmek gerekir. Yani kaç defa bir davete icabet edip de o şekilde mağdur kaldınız? Ve ya da kaç defa böyle bir davet düzenleyip konuklarınıza ilgisiz oldunuz?
Acımak diyorduk karşı tarafı düşünmek… Mazimize gidelim ecdadımıza Osmanlıya doğru bir uzanalım. Yavuz Sultan Selim’i hatırlayalım: Bir sürü badireler atlatarak kazandığı tahtın akabinden diğer adaylara yani kardeşlerine bir şans verdi Şehzade Korkud ilimle ilgileneceğine, Şehzade Ahmet – en başından itibaren amacı tahta geçmek olmasına rağmen- ise ona ağabeylik yapacağına kendisi ile aynı emeli gütmeyeceklerine dair söz almasına rağmen fakat ne oldu kardeş dahi olsa hiçbiri hatırlamadı o an verdikleri sözleri hepsi Yavuz’un aleyhinde işler yaparak ona parlak bir dönem yaşatmak yerine lambalarını karartırcasına loş bir dönem bahşettiler. Burada tarih bizlere kardeşin dahi olsan acıdığında nelerle karşılaşacağının tarihin akışının ne ölçüde değişeceğinin seyrini veriyor. –Elbette bu durum o günün şartlarına göre mukayese edildiğinde isabetli bir örnek - Peki ya Peygamber Efendimizin methine mazhar olmuş İstanbul Fatih’i cihan şahı Fatih Sultan Mehmed Han ne yaptı? İlk defa kardeşlerini katlederek kardeş katli yasasını vaki kıldı acımadı. Sevmiyor mu idi kardeşlerini? Elbette seviyordu hem de onların daha kötü neticelerle hayatlarını sonlandıracağını bildiği için bunu en huzurlu bir şekilde kendisi yapacak kadar çok seviyordu.
Ecdat kardeşlerine kıymış yeri geldiğinde, elbette bizler şu anda bunu yapamayız fakat en çok sevdiğimiz dostlarımıza dahi yeri geldiğinde sert olmalıyız eğer eminsek onun daha fazla üzüleceğini bilebiliyorsak ona engel olmalıyız acıyamayacağını bilsek de onu bir şekilde ihya edip acıma duygusundan uzak kılmalıyız. Yeri geldiğinde acımamalıyız acımaktan ziyade şefkate boyun eğmemeliyiz. Eğer bir gün acınacak hale gelmemek istiyorsak anı yaşadığımız her an doğru kararlar vererek hayatın bizleri yıpratmasına müsaade etmemeliyiz…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.