DERSİMİN KIZI
Adı çağlayanların gölgesinde yeşermişti, kavli uzak diyarlardan göçebeydi, sürgün yurtlardan göçebe, bir yurttan bir yurda ta ki konunca dersim yaylasına…
Araz kalmıştı acılar içinde, sancılar içinde bir doğum, yağmur yağmış, kar tipi fırtına sarmıştı ovayı bir şubat akşamı, aydınlık mum ışıklarında yayılıyordu karanlık geceye…
İşte öyle bir gecede dersim ovasında geldi dünyaya uzak diyarların, sürgün yurtların kızı zelal…
Öyle sessiz karanlıklarda adım bastı gecenin karanlığında dersim ovasına zelal.
Yaşayacaklarından bihaber gelmişti dünyaya, dersim ovası yeşermişti bir anda, her yer yemyeşil kesilmişti, Munzur coşkun bir şekilde akıyordu devrederken dağlara suyunu, ovada kuzular meleşir, dağ çiçekleri kokusunu vermişti her yana, Koçerler yaylanın sonsuzluğunda beyaz kar’ın yeşilliğe doğayı devrettiği demlerde koyunlarını gütmeye başlamıştı, berivanlar akşamları yaylaya iner süt sağardı, şivanlar koyunları bekliyordu gün boyu, sessiz ağıtlar eşliğinde. Kavalın sesi dağlarda yankılanıyordu esir yurtların sürgünlüğünde kendini arıyordu. Kendi yurdundan kopmuş, parçalanmış bir yaşamın pençesine düşeceğinden bihaber gelmişti zelal, ovadakiler günlük işlerin telaşında koşuşturup duruyorlardı, her gün başka başka evler yemek yapardı tüm ovadakilere, beraberdi hep yedikleri içtikleri hiç ayrı gitmezdi, hemen hemen hepsi akrabaydılar birbirlerine. Kendi aralarında kız alıp verirlerdi, akraba evliliği ovada yaygındı, ta ki bir gün gelip de şehirlere yerleşene kadar bu adet yavaş yavaş yok oluyordu, gelenekler yavaş yavaş teknolojinin etkisinde kayboluyordu. Kimse yaylalara çıkmaz olmuştu kentlerin verdiği rahat ve sıcak ortam herkesi doğanın doğal ve masum güzelliğinden ayırmıştı.
Zelal da yavaş yavaş büyümeye güzelleşmeye başlamıştı. Ana kucağı, sevgi öpücükleri devam ediyordu ona karşı, ta ki okula başlayana kadar, artık büyümüştü dağların, ovaların, munzurun tüm güzel kokularını almıştı. Artık hayatı anlayacaktı, kendi benliğiyle kavrayacak yaşayacaktı, ailenin tek kızı değildi ama en çok o seviliyordu. Ayrı bir güzellik ayrı bir sevecenlik, masumiyet yatıyordu bakışlarının ve gülüşlerinin altında. Ailede herkes birbirini seviyordu ana baba kutsaldı tüm evlatları için, birbirlerini sever sayarlardı, mutlu bir ailenin manzarası hakimdi hep, sonra zelal büyüdükçe kendisini çevresini, insanları tanımaya başlıyor.
Okul yılları da hep arkadaşlıklar hep unutulmaz dostluklarla geçiyordu. Bir gün öğretmeni ona ayrı ilgi göstermiş onu sevmeye başlamıştı. Çocuk yüreği ya işte öğretmen bizim için anaydı babaydı der başka da demezdi. O da seviyordu öğretmenini, bilmezdi ki öğretmeninin ona karşı duyduğu ilginin fazla olduğunu ve nerelere varacağını, neşe içinde okurken yaşı da hayli ilerlemişti ilkokul yılları bitmiş ortaokul yılları başlamıştı. Seviyordu insanları, yaşama ayrı güzellikle bakıyordu, ama insanlar her zaman iyi olmuyordu. Bilmezdi kendi egoların için başka insanları harcayan insanların diz boyu olduğunu ve de koca bir kapışma sahnesi olduğunu bilmiyordu yaşamın, hayata hep bir çocuk gözüyle bakmıştı, hep sevmişti sevecekti de. Oysa hayat ona kocaman bir insan, büyümüş boy vermiş bir fidan gözüyle bakıyordu hep. Ne bilsin daha ömrünün ilk demlerinde zorlu geçeceğini hayatın, nereden bilsin kurtlar sofrasında yer almaya başladığını yavaş yavaş.
O güzellik, fidan bakışlar etkilemişti öğretmenini, erken evlendirmenin yaygın olduğu bu küçük dünya kasabasında o da kurban olacaktı. Ailesinden istemeye gelmişler ailesi de uygun görmüş kendisine sormadan vermişler, başlamış hayatın çilesi, curcunası başlamış hayatın çirkeflikler içinde. Hayatının on üçünde ne bilsindi gelin olacağını, eli kınalı geleneklerin kurbanı bir masum yürek, dağların sancısı zelal, ne bilsindi erken yaşta harcanacağını, bilmediği sürgün yurtlarda giyeceği beyazdan bir mintanı.
Okul yılları da bitiyordu onun için erken evlilik erk egemenliği, ev işleri hayatın sıkıntıları başlamıştı onun için.
Kocasının ikinci evliliğiydi, zelaldan önce de yaptığı evlilik ve iki çocuklu bir kadın daha vardı. Ama hiç anlatmamıştı bahtı yanık zelalın bahtına, anlatmamıştı. Saklamıştı ta ki evlilik olduktan sonra gerçekler ortaya çıkmıştı. Zelaldan büyük boy boy çocukları olan biriydi kocası. Ne öfke anlatır bunu ne de sevgi anlatabilir. İşkenceli bir hayatın çarmıhına gerilmişti zelal, bahtı yanık gül yüzlü zelal…
Ama yılmamıştı hata yapmak kadar, hatadan dönmenin de şanslı olduğunu aklının bir ucunda hep bırakmıştı. Tahsiline devam edecekti ta ki kendi ayakları üzerinde durana kadar, yeminliydi, umutluydu. Üniversite yıllarını da geride bırakana kadar.
Önce ayırmıştı hayatını sahte ve yalancı dünyalardan, sonra da kendini aramaya koyulmuştu, çalışarak değişik işlerde, değişik yerlerde ta ki tahsilini yapana kadar. Öğretmen olacaktı, çiçeği burnunda öğrencileri olacaktı. Sevecekti onları gülüşlerinde gamzelerle karşılayacaktı. Sevgi emek verecekti, bu yavan hayatın korkunç zorluğunda onlara ana olacaktı yar olacaktı…
Evet kendisi yaşamamıştı çocukluğunu ama çocuklara ana olacaktı, tıpkı kendi kızı gibi kendi canı gibi sevecekti, işte en sonunda onu da umut etti yaptı bahtı yanık bir gülüş kokan zelal. Sevdiği kızıyla hayat devam edecekti insanların acımasızlığına karşı dik duracaktı kendi başına, yaşayacaktı bedeli ne olursa da hayatın. Çağlayan olup akacaktı, coşacaktı bir bahar güneşinde, yılmayacaktı sevecekti sımsıkı sarılacaktı hayata…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.