- 810 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Artık Gözlerim Organik Gülüşleri Arıyor…
Yaşadığım yeri kısaca anlatacağım size; kırsal olduğu kadar, yörenin zengin bitki dokusu, tarihi değeri, özellikle mitolojik öyküleri olan, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olması yanı sıra, yaz aylarının “olmazsa olmaz” dedikleri, havası ki, önemle üzerinde durulması ve sağlık turizmi neden yapılmadı, sorusu sorulması gereken bir oksijen okyanusu. Şimdi bu yer neresi, sorusunu duyar gibiyim. Sizi fazla merakta bırakmayacağım.
Yaşadığım yer Kuzey Ege Sahilleri, Kaz Dağının zümrüt yeşili yamaçlarına bakıyor. Akçay…
Akçay; yazın büyük şehir kültürünü yaşarken kışın çok farklı bir sosyal kültürü taşır. Sosyal dokusu bu yüzden büyük şehirlerdeki gibi yerleşme rengini gösterir bize. Yöre halkının yaz-kış daimi konuklarıysa; “havası-suyu” güzel düşüncesiyle büyük şehirlerden gelen emekli insanlar oluşturuyor, desem yeridir.
Gelelim yaşadığım o iki anımı aktarmaya…
“…Bayram öncesiydi ve içimde bir sıkıntıyla Zeytinli Çayı boyunca yürümeye başladım. Böyle doğa yürüyüşlerinde genelde bir poşet alırdım. O gün yanıma almadığıma üzüldüm. Yabani otların arasında gezinirken gözlerim, dikenli kozalakları fark etmiştim. O kozalakların “hemoroid” hastalığına çok iyi geldiğini biliyordum ve bir dostum için sürekli kırlarda arıyordum. Beton yapılaşmalarla tükenmiş ve bu konuda üzüntü içindeydim. Oysa o gün Kaz Dağlarının bağrından nazlı nazlı süzülen kar sularının hemen kıyısında bana bakmaktaydılar. Hem de sıra sıra.
Gözlerim çevreyi bir radar gibi taradığında otlayan büyük baş hayvanları görünce aklıma eski evimin komşusu geldi.
Aliye Hanım ve eşi bize çiğ süt getirdiğinde, romatizmalarından şikayet ederdi sıklıkla. Ağrıların onu yürütmekte zorladığını söyler, sızlanırdı. Evi ve hayvanları beslediği alan arasındaki mesafe 1-2 km kadardı. Geniş yeşilliklerde otlayan hayvanların onlara ait olabileceğini varsayarak, otlağın hemen yanındaki dam veya kulübe sandığım yere adımladım. Yanılmamıştım. Aliye teyze ve eşi küçük bahçesindeydiler.
Yanlarına ulaştığımda çok sevindiler. Üç beş söz sonrası konu besiciliğe vardı. Amann, bir dertlilermiş, sormaz olsaydım.
Efendim, belediye kendi bahçeleri kıyılarında evler var, diye hayvanlarını otlatmaya izin vermemiş. Onlar da dağ eteklerine yakın bir araziyi kiralamışlar, kiralamışlar da şimdi kederli kederli düşünüyorlar. Arazi sahibi, mimar ve mühendislere ölçüm yaptırıyormuş, betondan siteler inşaa etmek için.
Yaşlı karı-koca düşünüyorlar:
“100-200 hayvanı, biz şimdi nerede ve nasıl otlatacağız?” diye…
Onlara dedim ki:
“Siz yaşlandınız artık, satın hayvanları ve o beton yığınlarından alıp kiraya verin, ömrünüzün sonuna kadar refah içinde yaşayın.”
Ee, akıl vermekle olmuyor. İş başa düşünce bu şekilde konuşmak kolay olur mu acep?
Aliye teyzemiz ve eşi hayvanlarını beslemek için yem üreticilerine oldukça borçlanmışlar. Yemin kg 35TL. ederken, etin kg’su satmaya gelince, alıcıların yaşlı çifte teklif ettikleri fiyat yarı yarıya bile etmezken, alıcıların canlı hayvanlarına biçtikleri fiyat ise kg başı 10-15 TL. mış. Büyük firmalar onlardan çiğ sütü 20-40 krş gibi bir fiyata alıyorlarmış.
Meğerse, ben poşetimin peşindeyken, yaşlı çiftin bulundukları yere dert dinlemeye gitmişim. Aliye teyzenin eşi; ezan okunur okunmaz oturduğu yerden bastonu eşliğinde zorlanarak kalktı ve bana acı acı gülümsedi:
“Kapitalist toplumun esareti altında olan bizler, asla kalkınamayız, lokma aslanın ağzında kızım, sen bir kg peynirin, sekiz kg sütten yapıldığını biliyor muydun?”
Ağzım açık kalmıştı:
“Hayır, bilmiyordum!” diye fısıldadım.
Yaşlı amca;
“İşte gerisini sen düşün artık, marketlerdeki yoğurt ve peynirlerin nasıl yapıldığını ve neden ucuza satıldığını!.. O içtiğin”gerçek süt” dediğiniz kutu sütlerin, hakiki süt olmadığını bilmiyorsun değil mi?”
Şaşkınlığımı ifade edecek sözcük bulamamıştım:
“Nasıl yani!?.”
Aliye Teyzemizin eşi elindeki bastonu havaya sallayarak, öfke biçiyordu gök mavisi gözleriyle…
” Süt kutularının ambalajına, nakliyesine, pazarlamasına yetmez o bir TL’sı. Toz katıp, süt diye içiriyorlar size kapitalist uşaklar işte, neymiş adı bilmem ne sütmüş, vitaminliymiş, hayır efendim hayır, melaminli süt o sizin içtikleriniz!..Günümüzde kanser hastalığının artış sebebini bir düşün artık sen…”
Hoppala ki ne hoppala!..
Kanım donmuştu sanki, üşüdüm. Biz şimdi her iki çocuğumuza yıllarca melaminli süt mü içirmiş, beslemiştik?
Eşi yakınlardaki camiye doğru yol alırken, Aliye Teyze üzgün üzgün başını salladı:
“İşte böyle kızım, ne sendeki dert bana, ne de bendeki dert sana uymuyor. Balık baştan kokuyor. Sana hakiki bir ayran hazırlayayım da iç.”
Güleyim mi, ağlayayım mı, öylece küçük bahçelerinde kala kalmıştım.
Ayranlarımızı içerken, elimdeki bardağı inceleyip durmuştum:
“Ben şimdi eskiden olduğu gibi, gerçek sütten mayalanmış ayran mı içiyorum?” diye…
Aliye Teyze, sordu bana:
“Sahi, sen uzun zamandır görünmüyordun kızım!.. Seni hangi rüzgar itti buraya?”
Keyfimin kaçıklığını mı anlatsam, bayram öncesi hüzünlerimi mi der dest etsem onun yaşlı gönül sayfasına, bilemedim:
“Çay boyunca merkeze yürümek istedim teyzem. Baktım şu dikenleri gördüm. Adını bilmiyorum, ama bir dostun rahatsızlığına iyi geleceğini biliyorum. Toplamak istedim, ama poşetim yoktu. Senden isteyecektim teyzem.”
Aliye Teyze gözlerini kısarak baktı; bakışları hemen çay boyunca bitmiş, olgunlaşmış dikenli kozalakları taradı:
” Ha, onlar mı?Onlara biz tantana deriz. Buralarda çoktur. Astıma ve hemoroide iyi geldiğini söylerler, dikenler eline batmadan topla, emi kızım? Sert dikenler parmaklarını deler, yara yapar. Sahi dur da sana torba getireyim, bizim barakadan.”
—
Bir saate kadar Tantanalardan topladıktan sonra bayram öncesi elini öptüğüm ilk büyüklerimden biri olmuştu.
“Ayran içtik ayrı düşmeyelim, sende bize gel olur mu Aliye Teyzem…Hayırlı bayramlar.” diye vedalaştık.
“Sağ ol kızım. El öpenlerin çok olsun. İnşallah yolumuz düşerse uğrarız. Eşine, çocuklarınla sağlıklı bir bayram geçirin inşallah, eşine selam söyle.”
—
Yürüyüşüm sonrası Akçay-da kurulan semt pazarına ulaşmıştım. Bayram öncesi alış-veriş etmek isteyen kalabalığın içine karıştığımda, gözlerim hemen Türkmen Köylülerini aradı.
Öyle ya, gerçek olan taze sebze ve meyvalar, onların sergilerinde vardı.
Mevsimin ve doğanın bize sunduğu bitki dokularını, Türkmenlerin sergilerinde müzede gezinmek gibi bir şeydi. Doğanın yeşilliklerini , zeytin ve zeytinyağlarının gerçeğini onlardan almayı tercih etme ayrıcalığım oluşuna sevindim. Şanslıydım. Türkiye’de böylesi bir güzelliğe günümüzde tesadüf etmek, artık mazide kaldı.
İngiliz Kraliyet ailesinin Kaz Dağlarından beslendiklerini düşününce üşüdüm. Binlerce km ve deniz aşırı uzaklıktaki bir ülkenin aristokrat ailesi, ülkemin bir köşesinde, bizim topraklarımızı ekiyor ve domates, biber, vb organik ürünlerle yaşam standartlarını koruyorlardı.
Alışverişimi tamamladığımda, ensemde bir güven kıracak soluk hissettim:
“Alıyorsunuz ama ya gerçek değilse. Pamuk yağı karıştırıyorlarmış…”
Sesin geldiği yöne başımı çevirdim, bir kadındı.
“Pamuk yağı mı, o da ne?”
Orta yaşlı kadın buruk bir tebessüm ederek konuşmasına devam etti:
“Artık her şey sahte, hiçbir şey gerçek değil. Eğer organik almak isterseniz Migrosta yeni organik stant açmışlar. Tabi o da gerçekse…”
Pazardan kuşkuları yüreğime yükleyip, markete doğru yöneldim.
Balık almak için seçeneklerimi düşünürken, iri çipuralar iştahımı kabarttı ve satıcıya sordum:
“Deniz mi Havuz mu?”
Satıcıya gülümsemiştim bu soruyu sorarken, iletişimde, beden dilimizi sağlıklı kullandığımız zaman avantajlı olma şansını elde ediyoruz. Bu olumlu etkiye dönüşüyor.
“Aslına bakarsanız her ikisi de aynı, havuz bunlar. Siz bakmayın, diğer balık satanların sözlerine de. Deniz değil hiç biri. “
Yeni şaşkınlıklara kapamıştım gönlümü. 2 kg iri Çipuraların kızarmış kokularını hayal etmeye başlamıştım, balıklar temizlenirken. Yüzümdeki tebessüm işe yaramıştı. Satıcı, ayıkladığı balıkları elime tutuştururken yavaşça eğilip, fısıldadı:
“Balıkları ızgaraya döşemeden önce karabiber ve zeytinyağına bulayın, lokantalarda sizin deniz, diye yedikleriniz, aynı öyle pişiriyorlar. Çok lezzetli oluyor. Afiyet olsun…”
Satıcıya teşekkür edip, ayrıldığımda yüzüm yeni bir bilgiyi öğrenmenin tesiriyle ışıdı. Evimin mutfağında almış olduğum balıkları yıkarken, düşünmeden de yapamadım. Ve sordum kendime:
“Gerçek olan ne?”
“Biz mi?”
“Yoksa, bizler de mi sahteyiz?”
Neden üzüntüleri kolay, mutlulukları zor barındırırız içimizde?
—
Güzel ve yazımın temasına uygun bir hikaye aktarmak istiyorum. Belki de yüzümüzde o gülüşler bir güneş gibi belirir…
“…Bir zamanlar kötü geçen bir hasattan şikayet eden bir çiftçi vardı:
“Tanrı hava durumunu kontrol etmeme izin verse her şey daha iyi olurdu.” Diye söylendi. Ve Tanrı o gün onu duydu.
Tanrı ona dedi ki: “Bir yıl boyunca havanın kontrolünü sana bırakacağım. Ne istersen hemen yerine gelecek.
Zavallı adam çok mutlu oldu ve hemen dedi ki “şimdi güneş istiyorum” ve güneş çıktı. Sonra dedi ki “şimdi yağmur yağsın” ve yağdı. Bir sene boyunca önce güneş açtı ve sonra yağmur yağdı. Mahsul hiç bu kadar bol, hiç bu kadar yemyeşil olmamıştı.
Sıra hasata geldi. Çiftçi buğdayı biçmeye koyuldu ama yüreğine indi. Başakların içi bomboştu.
Tanrı sordu:
“Nasıl mahsulün ?”
Adam şikayet etti:
“Kötü efendim, çok kötü”.
“Peki, sen havayı kontrol etmedin mi? İstediğin her şey olmadı mı ?”
“Evet! Ben de işte bundan dolayı şaşkına döndüm. İstediğim güneşi ve yağmuru elde ettim ama hiç mahsul yok.”
“Peki, hiç rüzgar, fırtına, kar ve buz istemedin mi?
Çiftçi üzüntüyle:
“Hayır, istemedim!”
Tanrı gülümsedi:
“İstemeliydin. Çünkü bunlar havayı temizleyip kökleri güçlü hale getiriyor. Mahsulün de içi doluyor. Hep iyi havayla olur mu hiç? Elinde bu yüzden mahsul yok…”
***
Yaşamımızda öyle değil midir ki? Bizler acı/ tatlı her ne varsa, bazı duygularımızı uçlarda yaşamaktayız kimi zaman…
Dozunda ve tüketmeden yaşamak en doğal olanı…
Güneş nasıl ki gövgeleri kovalıyorsa, mutlu ve yüzünden hiç neşe eksik olmayan insanlar da elemleri, tasaları, endişeleri ve karamsarlıkları her ortamda silip süpürürler. Hatta, sanki bir güneş olurlar bulundukları yere huzur ışıkları saçarlar. Ardından, iyimserlikleriyle neşe salınır etrafa…
Son zamanlarda bu tür kişilere tesadüf edemiyoruz. Etmediğimiz gibi, karamsar, gamlı, kederli yüz ifadeleriyle dertlerini koyu bir gölge gibi örtüyorlar üzerimize. Gülüşler, mutluluklar ve huzur uzaklaşıyor bir bir. Ardından, sorunlarıyla birlikte mutsuzluklar salınır etrafa…
Yüzümüze tatlı bir huzurla yayılan parlaklık, çekicilik veren o tatlı gülüşlerimiz, aslında içimizden dışarı doğru fışkıran billur bir sudan başka bir şey değildir. Çünkü, mutluluk ve onu besleyen sevgi sıcak bir yüreğin yansımasımasından başka nedir ki? İçimizdeki bu var olan en temel gıdalarımız, ruhumuzda doğar, oradan da yüzümüze yansır. Ardından mutluluklar salınır bir güneş gibi etrafa…
Oysa, ne hoş olurdu; tüm insanlarımızın en zengin hazinesi olan neşeli bir ruha sahip olması!..
Bu paha biçilmez hazinemizi biz nasıl ve ne zaman yitirdik? Bunu hiç düşündük mü?
Ve şimdilerde ben; ne zaman bir kalabalığa veya bir ortama girsem, hep özlediğim o yüzleri arıyorum.
Hani, içinde riya olmayan,
Yalansız ve doğal olan,
Yüzlerimizi aydınlatacak olan, o organik gülüşleri arıyor gözlerim…
Mona Lisa gülücüklerini değil…
Kalın sağlıklı ve organik gülüşlerimizle…
Emine PİŞİREN/Akçay
09.12.2010
Not: Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2009 Yaşam Memnuniyeti Araştırması kapsamında halkın ”mutluluk” düzeyini de değerlendirdi. 2009 Ekim ayında 7 bin 546 kişiyle yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen araştırmada, mutluluk, ”acı, keder, ızdırabın yokluğu, bunların yerine sevinç neşe ve tatmin duygularının varlığıyla karakterize edilen durum, hayattan genel olarak memnun olma hali” tanımıyla ele alındı.
Araştırma verilerinden yapılan derlemeye göre ülkedeki bireylerin yüzde 31,1′ü orta düzeyde mutlu, yüzde 46,6′sı mutlu, yüzde 7,7′si de çok mutlu.
Araştırmanın bu yılki sonuçlarına göre, Erkeklerin yüzde 13,7′si mutsuz, yüzde 3,4′ü çok mutsuz; kadınların da yüzde 9,5′i mutsuz, yüzde 2,8′i çok mutsuz hissettiğini belirtti.(Alıntı Kaynağı: 06.08.2010 tarihli-kitapdergi.cumhuriyet.com.tr/?hn=128652-)
YORUMLAR
Aliye Teyzemizin eşi elindeki bastonu havaya sallayarak, öfke biçiyordu gök mavisi gözleriyle…
” Süt kutularının ambalajına, nakliyesine, pazarlamasına yetmez o bir TL’sı. Toz katıp, süt diye içiriyorlar size kapitalist uşaklar işte, neymiş adı bilmem ne sütmüş, vitaminliymiş, hayır efendim hayır, melaminli süt o sizin içtikleriniz!..Günümüzde kanser hastalığının artış sebebini bir düşün artık sen…”
Hoppala ki ne hoppala!..
_____________________________________________
Hep iyi hava ile olmuyor.
Allah ne yaratmışsa bir yaratılış sebebi koymuş.
Katil bile boşuna yaratılmamıştır. Vardır bir hikmeti.
Hayatın içinden ve çok manidar bir yazı.
İşlenişi de içeriği de çok güzel.
Sanat kaygısı da duymuş yazar.
Her şey gayet yerli yerinde.
Güne gelmeyi hak eden bir yazı. Dilerim okuyanı çok olur.
Saygı ve selamlar.
emine pisiren
Yorumunuz yazımı daha da anlamlı kılmıştır.
Sevgi ve saygılarımla
okunması gereken bilgilendirici çok hoş bir yazı...doğalla sanalın....gerçekle sahtenin ayırt edilmesini öğretiyor....ne kadar kandırıldıüğımızı gösteriyor...şehrin pis görüntüsü ve sahteliğinden bende kaçtım kuzey egede çandarlıya ...duyarlı kaleminizi kutluyorum saygılar
emine pisiren
Sevgi ve saygılarımla