SEVGİ DİLENCİSİ BALAKUTSEV
Bir varmış bir yokmuş!.
Derler ki; daha biz gelmeden dünyaya, bu yaşlı dünyamız yedi kere dolmuş, boşalmış.
Kimler gelip geçmiş, kimler?!.
Saymaya ne benim gücüm yeter, ne sizin ömrünüz dinlemeye! İyisi mi, saymayalım, hem de kendimizi yormayalım. Gelin, boş oturup, boş da durmayalım. Dinlerseniz, size bir masal anlatalım!. O hâlde kulak verin sözlerime, dinleyin bakalım.
“Sevgi Dilencisi”nin masalı olsun bu anlatacağımız.
Sevgiyi öğrenelim, sevgiyi söyleyelim yine. Söz deryasının en nadide, en kıymetli hazinesi, sevgi üzerine olsun sözümüz.. açılsın hem de gönül, kâlp gözümüz. Gözümüzü daldan budaktan sakınıp, suya sabuna dokunup, doğru bildiğimiz yolda yürüyelim. Yürüyelim yürümesine ama önce, sevgi dilencisi olur muymuş diye de bir düşünelim.
İster olmaz desin aklımız, ister olur desin!. Aklımıza güvenmeyelim, gerekirse aklımızı bir kenara koyalım şimdilik. Şimdilik kaydıyla; “-Ey aklım sen dur hele!” diyelim...
Masal bahçemize doğru sevgi dolu adımlarla yürüyelim derim, olmaz mı?
Eveeet!
Bundan, yani yaşadığımız bu çağdan, nasıl desem, yüz yıllarca önceymiş. Dünya; eh işte bu eski dünya, bilmem ki söylemeye gerek var mı, bildiğimiz gibi dönmekteymiş. Dönmesine dönmekte, Güneş sanki bir yanıp bir sönmekte imiş! Ama iş dönmekle kalsa ne iyi, ne hoş! Üzerinde de tıpkı bizim gibi insanlar varmış. İnsanların olduğu yerde de her türlü dert, sıkıntı, problem eksik olmazmış. İnsanlar yaşayıp karınca sürüsü misali çoğaldıkça dertler de çoğalarak yaşarmış. O devirde yaşayan insanların da dertleri ekmek aş bulmak, zengin, güçlü olmak, başka insanlara söz geçirmek gibi, bir hastalık, bir dertmiş işte. Sayıları, bu günkünden biraz azmış gerçi. Yok yok galiba yanlış söyledim, bu günkünden bayağı bayağı azmış hem de!.
Bizim şimdiki, şu kalabalık hâlimizi bir görselerdi acaba ne der, ne yaparlardı bilemem?
Ama o günün insanları, sayılarının artmasından, ekmek bulamayıp aç kalacaklarından korkarlarmış. İnsanların, bu yanlış düşünceleri, kıt akılları onlara yanlış işler yaptırır, hem de insanlıktan saptırırmış. Dünya kaynayan bir kazan gibi fokur fokur kaynar, kaynarmış!
İnsanlar, sevgi denen kutlu hazineden habersiz yaşar giderlermiş. Hele, aç kalma korkusuna bir de yarınlar için mal biriktirme, para toplama tutkusu katılınca, insanlar bir acayip telaş ile saldırırlarmış ki dünya malına.. deme gitsin! Kazanma hırsına kapılmayan, kazanmak için bir başkasının gırtlağına sarılmayan yokmuş!..
Her doğan yaşar, eceli gelen ölüme koşarmış ama hiç kimse bu dünyadan, yaşadığı hayattan memnun ayrılamazmış. Yeryüzü sık sık kana bulanır, oluk oluk insan kanı akarmış çıkan savaşlar-da.
Savaşlar ki..
Sanki çocuk oyuncağı gibi yoktan bir sebepten başlar, anlamsız, kupkuru inatlarla sürüp gidermiş yıllar, asırlar boyu. Dünyamızda, bugünküne benzeyen devletler, ülkeler varmış. Yöneticileri ya kral, yahut sultanlarmış. Hani, astığı astık kestiği kestik olan krallar! Önlerinden geçmek şöyle dursun kimseler başını kaldırıp bakamazmış yüzlerine izinsiz, fermansız. Bir çoban koyunlarını, yanlışlıkla başka bir ülkenin topraklarına soksa, savaş çıkarmış. Sonunda tahtlar, taçlar devrilir meydanlar dolusu kelleler savrulurmuş savaş alanlarında. Diyeceğim o ki; milletler arasında nasıl ki huzur, barış yoksa aynı milletin fertleri arasında da sonu gelmez kavgalar olurmuş. Krallar, sultanlar, adı ne olursa olsun yönetenler; bu kavgaları yatıştıracağı yerde körükleyip kızıştırır böylelikle kendileri rahat ederlermiş.
Hani, halkın da suçu yok değilmiş!.. Onların da gözlerini hırs, kalplerini kin öylesine bürümüş ki hiç kimseyi gördükleri, kimsenin hakkına saygı duydukları yokmuş! Hayat böyle sürüp giderken, dünyaya bir çocuk gelmiş bir gece yarısı! Nur topu, bir oğlanmış; sanki ayın yarısı. Görseniz nasıl, nasıl sevinmiş doğuran, yoksul anası!. Babası koyunlarını otlatmakta imiş meğer. Olanlardan habersiz, aynı saatlerde durup dururken meleşmeye başlamış koyun sürüsü. Adam şaşkına dönüp: “Ne oluyor?” demeye kalmadan, dile gelmiş içlerinden birisi:
“ – Yürü ey bahtı açık, gönlü temiz adam! Yürü, bir oğlun oldu, var git buradan!” demiş.
Adamcağız sevince boğulmuş, ama bu müjdeye de bir anlam verememiş garip aklıyla.
Dünyada her olan şeyi almaz ki akıl. Aklımızın da takılıp kaldığı anlar, kavrayamadığı olaylar olur elbette. Zaten, şu akıl dediğimiz nedir ki? Olduktan sonra çobanda da birdir sultanda da! Olmayınca da ha varsılda, ha yoksulda!
Sözün özü adam, şaşırarak gecenin bir yarısında düşmüş evinin yoluna. Gelmiş bakmış ki ne görsün, duydukları aynıyla gerçekmiş!. Allah bir erkek çocuğu vermiş. Hanımını kutlamış, kalbinden geçen korkuları ondan bile saklamış. Fakat hanımı, gözlerinden okumuş kocasının düşüncelerini:
“ – Sevinmedin mi yoksa?” demiş.
“ – Sevinmez olur muyum hiç?! Benim de soyum yürüyecek! Lakin, nasıl desem bilmem ki; bu çocuk nasıl büyüyecek?” diyerek gözlerini kaçırmak istemiş eşinden. Eşi daha bir yumuşak eda ile:
“ – Bırak şimdi bu eski düşünceleri, yersiz vehimleri de şöyle gel bak! Gel beriye, konuş oğlunla anlaş!” demiş. Adam, karısı kendisiyle şaka yapıyor sanarak önemsememiş bu son sözlerini. Ama karısı gayet ciddi imiş:
“ – Bey!” demiş.
“ – İnanmıyorsun galiba sen, bana?. Tanrı bize ne vermiş, nasıl bir bâla ile karşı karşıyayız anlamadın sen hâlâ! İşte bak, yaklaş şöyle gözlerinle gör, duy kulaklarınla. Bu çocuk benimle konuştu sen gelmeden az evvel, inan bana!
“- Ben süt içmem, sevgi ağacından taze yemiş verin dedi!” bana,” demiş. Adamın, nutku durmuş, inanamayarak bakmış annesinin yanında yatan çocuğa. Çocuk gözlerini dikip babasına, annesini tasdik etmiş. Babasına da konuşmuş daha yatarken kundağında:
“ – Evet, anneme inan babacığım!. Ben konuşuyorum! Sizden, sevgi ağacının taze yemişini istiyorum!” demiş. Adam, çaresiz kıvranmış:
“ - Sevgi ağacı nedir ki, nerededir? Bu mevsimde taze yemiş olur mu?!”
Yine babasının şaşkın bakışlarına anlamlı siyah gözlerini dikerek:
“ – Bahçemizde incir ağacı var ya! Git babacığım, al getir yemişini bana!” diye tarif etmiş sevgi ağacını ve de yemişini, yeni doğan çocuk.
Babası, ayakları birbirine dolaşarak, elleri titreyerek, koşup çıkmış bahçeye. Fal taşı gibi açılmış gözleri. Yemiş mevsimi olmadığı halde incir ağacında bir taze yemiş varmış, olgun-laşmış hâliyle. İncir ağacının yanına varır varmaz “tıp” diye düşüvermiş yere, ayaklarının ucuna!
Almış mis kokulu inciri girmiş evine. Korka korka bakıp çocuğun yüzüne:
“ – İşte, bu olmalı dediğin meyve!” deyip, vermiş eline. Çocuk, bir yudum süt emmeden an-nesinden başlamış incir yemeye. Adamla karısının yüreğini, o andan itibaren başlamış sorular kemirmeye. Lakin, işin içinden bir türlü çıkamamışlar.
“ - Bu neydi de geldi başımıza?!” diye diye çırpınıp durmuşlar günler geceler boyu. Kaybetmişler dinlenceyi, uykuyu! Çünkü korkuyorlarmış zalim kralın şerrinden, cahil halkın yılan gibi uzayacak zehirli, dedikoducu dilinden. Bu çocuğun daha doğar doğmaz konuştuğu, annesinden süt emmeden incir yemişi istediği bir duyulursa şehirde, kesin olarak uğursuzluk sayıp kıyarlarmış tatlı canına. Hiç bakmayıp sabi, sübyan olduğuna!
Bu yüzdenmiş çobanla karısının bütün korkusu! Lakin korkunun ecele olmaz faydası!.
Çocuk, ana babasının tasalarından habersiz acıkınca:
“ – Bana sevgi ağacından taze yemiş getirin!” diyor, konuşuyormuş.
Çıkıp bakıyorlarmış ki incir ağacında bir tek incir var! Bahçedeki incir ağacı her gün bir yemiş veriyormuş!. Onu çocuğa veriyorlar, çocuk yiyerek derin bir uykuya dalıyormuş ki, ta acıkıncaya kadar!..
Adamla karısı olanların sırrını çözmeye güç yetiremeyeceklerini anladıktan sonra, bir çocuklarının olduğunu kimseye duyurmamaya karar vermişler. Bu çocuk büyüyünceye kadar evden çıkarmayalım diye söz birliği ederek normal yaşantılarına dönmüşler. Zaten garip, yoksul bir adam olduğu için kimseler onlarla ilgilenmezmiş. Böylece, bu çocuğun dünyaya geldiğinden de, görülmemiş duyulmamış hâlinden de, o günlerde kimseler haberdar olamamış.
Yoksul adamla karısı bu çocuğa bir isim bulmakta çok zorlanmışlar. Öyle bir ismi olsun ki çocuğun bu hâline uysun demişler. Ve ona, Balakutsev ismini vermiş-ler. “ - Adıyla kaim olsun!” diyerek. “Adı, dünya yaşadıkça dursun!” diyerek!
İnsanın yiyecek ekmeği, içecek suyu kesilmesin bu dünyadan! Azrail, yaşına başına bakmadan vazifesini yapar, vadesi yeten bu yalan dünyaya gözlerini kapar, ey oğul!
Gençmiş, yaşayıp murat alacakmış, çocukları varmış, yetim kalacakmış, demez!
Balakutsev’ in Annesinin de, bir ay sonra eceli yetip ölmüş! Çocuk da artık yürümeye başlamış. Annesinin ölümüne; her gün meyvesini yediği, kendisinin “sevgi ağacı ” dediği, incir ağacının gölgesinde oturup ağlamış. Olacakla öleceğin önüne geçilemezmiş, kader bu ya, durmaz ağlarını örermiş. Dünya dönmeye devam edermiş!
Aradan üç ay, ya geçmiş ya geçmemiş. Babası da göçüp gitmiş çocuğun bu dünyadan!.
Çocuk hem öksüz hem yetim kalmış böylelikle. Ama o, anne ve babasının ölümünden çok, yalnızlığına, garipliğine ağlamış bu kez...
Baştan söylemiştim ya, o devirde insanlar birbirlerine düşman değillerse de asla dost değillermiş. İki komşu birbirinin yüzünü görmez, mecbur kalmadıkça birbirlerine selam dahi vermezlermiş.
Bizim, yoksul adam ile karısının ölümleri de sıradan bir olay olarak görülmüş, komşuları arasında. Kimsenin dört ay önce doğan, doğumu gizlenen çocuktan haberi olmadığı için:
“ – Karısı ve yoksul çoban öldü. Çocukları da yoktu. Adamın soyu kurudu, kapısı kapandı!” diyerek kilitleyip avlu kapısını gitmişler komşuları.
Balakutsev , insanların bu vurdumduymazlığından, bu kendinden başkasını görmezliğinden çok etkilenmiş. Hayatta yalnız başına kalışına, çok üzülmüş!. Üzülmekten başka elden bir iş gelmediği zamanlarda insanoğlunun beklemekten, talihini sırtlamaktan gayrı çıkar yolu olmazmış!
Bizim, küçük Balakutsev’ imiz de öyle yapmış. Evinde oturup bir başına beklemiş.
Kendisine her gün bir yemiş veren incir ağacına, bir ağabey, bir baba gözüyle bakmış o günden sonra. Karnını bu şekilde doyurur, hatta incir ağacıyla konuşur olmuş, gel zaman git zaman! İncir ağacının altında, başını ellerinin arasına alır derin düşüncelere dalarmış. Bu sırada hafiften esen rüzgâr, ağacın yapraklarını hışırtı ile sallar sanki bir ninni söyleyen anne misali Balakutsev’in çocuk ruhuna dolarmış. Çocuk hüzünlense onu teselli edercesine tatlı tatlı sesler çıkarır, bu yürek yumşaltan, sıcak nağmelerle onu oyalarmış.
Çocuk, kendini duyduğu bu güzel seslere kaptırır gider, ağacın gölgesinde kendi başına oynar, hayâller kurarmış.
Zaman, hızla aka dursun Balakutsev, üç yaşından beş yaşına, beş yaşından on yaşına basmış. Artık gece korkularından, yalnızlık kaygılarından sıyrılmış yavaş yavaş.
Kendi başına, kendi işine bakmanın vaktidir diyerek sokağa çıkıp, diğer çocuklarla oyunlar oynamaya daha doğrusu, oyun oynamak için can atmaya, heveslenmeye başlamış.
Başlamış başlamasın da sokağa ilk adımını atar atmaz, hiç beklemediği bir olaya şahit olmuş, olduğu yerde dikilip kalmış. İki çocuk, ellerindeki bir ağaç parçasını paylaşamıyor, çekiştirip duruyormuş. Her ikisi de bu ağaç parçasının kendisinin olduğunu iddia ediyormuş. Diğer çocuğa kaptırmamak için var güçleriyle asılıyorlarmış. Küfürlü sözlerle tısılıyorlarmış! Sonunda birisinin elleri acıyarak birden, bırakınca, öteki çeken çocuk yıkılıvermiş arkası üstüne. Yere düşmenin acısıyla başlamış ağlayıp sızlamaya. O, ağlarken öteki çocuk gülüyormuş:
“ – Oh olsun, alır mısın elimden benim ağaçtan atımı?!” diyormuş.
Düşüp ağlayan çocuk, nefret dolu, kin dolu bakışlarla süzüp hasmını aniden kalkıp saldırmış. Tutup gırtlağından o hızla havaya kaldırmış. Balakutsev, gördüklerine inanamamış, bir çocuğu başka bir çocuk öldürecek, diye korkmuş. Koşup yardım etmek, boğulacak gibi hırıl hırıl hırlayan çocuğu kurtarmak istemiş.
“ – Hey, ne yapıyorsun öyle?! Bırak, çocuğu öldüreceksin!” demiş. Kavga yapan çocuklar duydukları bu sese dönüp bakarak kavgayı bırakmışlar. Ama onlar da, bu, kendilerine konuşanın kim olduğunu merak ediyorlarmış. Hatta, bir anda sanki bir büyük adam gibi konuşan bu çocuğa kızmış, içerlemişler. İkisi birden:
“ – Sen de kim oluyorsun be?! Ne demeye bizim aramıza giriyor, oyunumuza karışıyorsun?” diye sertçe çıkışmış-lar.Balakutsev:
“ – Benim adım Balakutsev, sizinle arkadaş olmak, oyun oynamak için yanınıza gelmiştim. Ama gördüm ki siz kavga yapıyorsunuz. Bu arkadaşın boynundan sıkınca, ölmesinden korktum.” demiş.
Çocuklar birbirlerine bakıp, gözleriyle anlaştıktan sonra alaycı bir ifadeyle Balakutsev’i küçümseyerek tekrar sormuşlar:
“ – İyi de, sen kimsin? Necisin? Ne hakla bizim oyunumuzu bozuyorsun?”
“ – Dedim ya, benim adım Balakutsev. Şu sokağın başındaki evde oturuyorum. Hem ben, sizin oyununuzu bozmadım ki! Siz, oyunu kavgaya çevirdiniz!”
“ – Orasını anladık. Adın her neyse ne? Biz sana adını sormuyoruz. Kimin nesisin?!. Anan, atan, soyun kim? Soylu bir aile çocuğu musun? Yoksa bir garip, bir yoksul bebesi misin?”
“ – Soyumu, ana, babamı ne karıştırıyorsunuz?!. Eğer kabul ederseniz ben sizinle arkadaş olmak ve oynamak istiyorum!.”
Çocuklar, sanki az önce gırtlak gırtlağa kavga edenler onlar değillermiş gibi birbirlerine yaklaşarak Balakutsevle alay etmeye, akılları sıra onu küçük düşürmeye başlamışlar:
“ – Aman da beyimize bakın! Hem soylu olmayacak hem de bizimle oyun oynayacakmış! Yoksa babanın adını söylemekten korkuyor musun? Ya anan? O da mı soylu biri değil yoksa?!” diyerek iyiden iyiye kırıcı olmaya başlamışlar.
Balakutsev, duyduklarından pek bir şey anlamayarak, temiz kalbinden geçenleri konuşuyormuş. Hiç bir kötülük olmayan içi de dışı gibi yapmacıksız, gösterişsizmiş.
Gülümseyerek:
“ – Babamın adını söylemekten neden utanacakmışım ki? Benim babam öldü. Anam da öldü! Siz onları tanımazsınız.” demiş.
Az önce kavgada yenilen çocuk:
“ – Şuna bak hele!” diye gürlemiş âdeta.
" - Hem öksüz, yetim olacaksın, hem de bizim gibi soylu insanların çocuklarıyla oynayacaksın öyle mi?! Sen deli olmalısın! Şimdi bana bak! İkimiz bir olup seni bir güzel pataklamadan çek git buradan!” diye parmağını Balakutsev’in gözüne sokacak gibi yapıp onu korkutmaya çalışmış. Diğer çocuk da horoz gibi gerinerek aklı sıra gözdağı vermek için yılışmış!
Balakutsev, korkmamış! Korkmamış ama duyduklarına da çok üzülmüş. Gözleri dolu dolu olmuş. Anasız, babasız oluşunun ayıplanmasına, kınanmasına dayanamayıp ağlamak gelmiş içinden. Hiçbir söz söylemeden dönüp koşar adımlarla evine gitmiş. Kendisini duvar bahçesinden zor atmış içeriye. Oturmuş incir ağacının altına; ağlamış, ağlamış, ağlamış!!
Gözünden dökülen yaşlar boncuk boncukmuş. Yetim yüreği yanık, Balakutsev’in göz yaşlarına Ay ’la Güneş tanık olurmuş. Gökte kuşlar, yerde karıncalar duyarmış ağlamasını, yüreğini böyle hazin hazin dağlamasını. İncir ağacı dile gelip konuşmaya başlamış:
“ – Bana bak Balakutsev! Neden çıkarsın ki sokağa? Neyin eksik söyle bulayım, vereyim sana!” demiş. Balakutsev biliyormuş; incir ağacı dediğini yapar!. Ama bir arkadaş da bu-lup getiremezmiş ya!.. Yine de bunca yıllık karnını doyuran ağaca bunu söylemek istememiş.
“ – Canım oynamak istedi idi” demiş.
İncir ağacı, aşağı doğru sallanan dallarını kastederek:
“ – Düşündüğün şeye bak Balakutsev! Tut şu dallarımdan da sallanalım haydi, gel.” demiş.
Balakutsev, biricik dostunun, incir ağacının söylediklerini hemen yapmış. O gün akşama kadar yorulmadan, bıkıp usanmadan salıncak olan ağaç dalında sallanmış da sallanmış!
Bu esnada incir kuşları gelerek en güzel şarkılarını söylemişler, Balakutsev’in hüzünlü gönlünü eylemişler.
O günden sonra Balakutsev, yirmi yaşına gelene kadar sokağa bir daha çıkmamış. On yıl incir ağacının gölgesinde, kuşların, rüzgârın ve yağmurun seslerini dinleye dinleye büyümüş.
Yirmi yaşına bastıktan sonra çıkıp şehirde bir iş tutmak istemiş. Tanrı isteğini vermiş, bir demirci ustası yanında işe girmiş. Akşama kadar ateşe atıp nar gibi kızaran demiri bir çekiçle döverek biçim vermeye çalışmış, doğrusu eli de pek hünerli, işine çabucak alışmış.
Ustası ile hemen hemen hiç konuşmadan demir dövmekle geçermiş günleri. Dışarıdan gelip gören birisi küs zannedermiş onları. Demirci ustası sessiz, sakin bileğinin hakkını veren, alın teri ile kazandığını yiyen bir adammış. Çok konuşmaktansa çok işi yapmayı seven, akşama kadar at nalı döven bir demirci ustası imiş ki namı dillerde dolanırmış.
Balakutsev, bu usta yanında hem her insana gerekli olan bir meslek edinir, hem de insanları tanımaya çalışırmış. Gerçi bu yaşa gelene kadar insanlarla ilgili pek çok şeyi incir ağacından duyup dinlemişliği varmış ama yine de gözleriyle görmek, insanları daha yakın-dan bilmek istiyormuş.
O devirde en geçerli meslek demircilikmiş. Çünkü, şimdiki gibi ulaşım araçları, motorlu taşıtlar değilmiş. En hızlı, en çok bulunan binit at imiş. Beyler, paşalar, talebeler, asker-ler, haydutlar, tüccarlar ve dahi haramiler ata biner, gidecekleri yere atla giderlermiş.
Atın da ayaklarına nal gerekir, demirciler her şeyden çok nal üretirlermiş.
Balakutsev, bu demirci yanında çalışırken pek çok insanla karşılaşır, dükkana müşteri olarak uğrayanları, göz ucuyla süzer, hareketlerinden, konuşmalarından onları tanımaya çalışırmış. Fakat gördüklerinden, duyduklarından üzülür, şaşırır kalırmış.
Çünkü, insanlar hep başkalarını kandırmak, başkalarından daha önde olmak, daima kendileri kazanmak için en olmadık işleri yapar, en olmayacak yalanları savururlarmış.
Kazanmak.. kazanmak.. kazanmak! Daha, daha çok kazanmak!..
Bu şehrin insanlarının tek arzusu, emeli buymuş. Kazanmak, ama ne pahasına olursa olsun kazanmak!. Kırılsın, dökülsün, yansın, yıkılsın ama ben kazanayım, ben zengin olayım diye düşünmekten insanların insanlıktan haberleri, kazanma hırsından da gülecek halleri yokmuş ne yazık ki!
Kazanan olacak da hiç kaybeden olmayacak mı?! Elbette ki kazanılan yerde kaybedenler de olacaktır!. Ama gel gör ki bunu insanlara anlatmak o kadar zormuş ki kimse kaybetmek kelimesini duymak bile istemiyormuş, herkes kazanma hâyâli ile yatıp kalkıyormuş.
Öyle ki, ben kazanacağım diye diye yaşayan insanlar hayatı kendilerine ve topluma tam anlamıyla çekilmez yük ediyormuş. Kimin çıkarına azıcık dokunulsa, hemen arslan kesilip saldırıyor, gerekirse kendisine engel olan adamın vücudunu ortadan kaldırıyormuş!.
Tabii buna gücü yetiyorsa. Kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyormuş! Toplum o hâle gelmiş ki güçlü olanlar her zaman kazanır garipler, zayıflar, kimsesizler ise aldanırmış.
Garip, kimsesiz, zayıf olanlar, ya susmayı tercih eder ya da bu hayattan, erkenden bir kılıç, bir bıçak darbesiyle, yahut da bir ok vınlamasıyla öldürülür gidermiş. Kimse;
“-Bu adamı kim, neden öldürdü?!” diye arayıp sormaz, öldürülen, kim vurduya gider, öldüren gücüne güç katar kahramanlık taslayıp gezermiş. Anlayacağınız gücü olan zayıfı ezer de ezermiş!!
Balakutsev’in gördükleri, öğrendikleri, kısaca bunlardan ibaretmiş.
Ama O, daha Dünya’ya gelir gelmez sevgi kelimesini söyleyen, gönlü, ruhu, yüreği sevgi ile dolup dolup taşan bir insanmış.
Bakmış ki bütün bu kötülükleri yapanlara; sevgisiz yürekleri olmuş kapkara! Yürekler, benzemiş katı taşlara!..Tam yirmi yıl, konuşmadan kimselerle düşünmüş, kafa yormuş bunlara. Derdini incir ağacına dökmüş akşamları, bir de kendisini daha on yaşından beri yalnız koymayan kuşlara!
“ - Neden?” diye sormuş,
“ - Neden zulmediyor insanlar, insanlara?”
Cevabını bulmak için ömür vermiş geçip giden yıllara! Balakutsev, incir ağacına sorular sordukça:
“ – Sevgi, Balakutsev’im sevgi!” diye fısıldarmış incir ağacı:
“ – Sevgi yetirmelisin insanların imdadına!”
Böylece, yaşı gelip dayanmış kırkına! Hayatın bütün yükünü almış sırtına. Bir sabah kalkıp bakmış ki, her gün bir yemiş veren incir ağacının, tam kırk yemiş asılı duruyormuş, oynayıp okşadığı dallarında!
Anlamış vaktin tamam olduğunu, sevginin kıvam bulduğunu!
Gidip izin almış ustasından. Bırakmış çalışmayı. Tasarlamış kırk yemişi, bir günde kırk kişiye dağıtmayı. Bir heybeye doldurup sırtlamış sevgi ağacının verdiği yemişleri, başla-mış bir uçtan bir uca dolaşmaya şehri. Kapı kapı gezerek, olacakları içten içe sezerek gönlünü açmak istiyormuş kapısını açanlara. Heybesinden çıkarttığı mis kokulu bir yemişi uzatarak şöyle diyormuş yüzüne şaşkın şaşkın bakanlara:
“ – Alın, şu yemişi, afiyetle yeyin! Bana da bir avuç sevgi verin!”
Şaşarak baka kalıyorlarmış, her ki-me incir verse, kaç kapıdan hangi eve girse. Çünkü sevgi denen bir nesneden habersizmiş bütün insanlar, bütün gönüller o günece! Kendilerine uzatılan inciri alıp almamakta tereddüt ediyorlarmış pek çoğu ilk önce. Sonra:
“ – Sevgi nedir ki? Bizde olmayan bir şeyi biz nasıl ölçelim avuçla?!” diyerek hayretlerini belirtiyor, karşı konulmaz bir merakla da Balakutsev’in verdiği inciri yiyorlarmış.
Onlar, “sevgi nedir acaba?” diye düşüne dursunlar; Balakutsev, sessizce uzaklaşarak oradan, onları kendi hâllerine bırakıp gidiyormuş bir başka kapıya! Kapı kapı dolanarak, güya ki sevgi dilenerek, o günün akşamında kırk kapıya değnek vurup, kırk gönüle sevgi hazinesini duyurmuş!
Balakutsev’in verdiği incirden bir kez yiyenler, mest olup kendinden geçmişler, sanki kutlu bir bâde içmişler!. Katı kâlpleri yumuşamış, incirin tadı, yiyenin damağında kalmış. Keşke sevgi dilencisi yine gelse diye yollara bakanlar da, Balakutsev’in verdiği incir yemişini yemeyip atanlar da varmış.
Her ne olursa olsun, bir, iki, üç, beş, on gün derken tam tamına kırk gün kırk gece Balakutsev, incir dağıtıp;
“- Bana bir avuç sevgi verin!”
diyerek sevgiyi, sevmekten gafil gönüllere kazımış bir iyice!. Amaa, gel gör ki olanlardan hoşnut olmayanlar da çoğalmaya başlamış git gide! Çünkü, kim ki Balakutsev’in verdiği incirden tattı, sevgiyi sezerek nefreti, kini gönlünden attıysa bırakırmış dövüş kavgayı. Bırakırmış para verip silah almayı! Hem de başkasının malından hırsızlayıp çalmayı!
Eeee, böyle olunca kim ister silah tüccarı olmayı?! İnsanlar, bırakırsa vurup kırmayı, tefeci nerden kazanacak parayı?!
Her zaman söyleyip duruyoruz ya;
Devir kötü, insanlar menfaati için kul, köle!
Almış başını gitmekteymiş ya kötülük, hile!
Balakutsev’in kapı kapı gezerek insanlara sevgiyi hatırlatması da tez elden düşmüş dilden dile. Korku salaraktan kötü, zalim, katı yüreklere! Sizin anlayacağınız çocuklar, sevgi yeryüzüne yerleştikçe, insanların sırtından haksız yere para kazanıp, köşkte, yalıda, sarayda oturanları da telaş sarıp, başlamışlar Balakutsev’i şehirden çıkartma plânları kurmaya. Kalbi dar, ufku kapalı bir serseri koşup çıkmış şehrin sultanının huzuruna göze girmek hayâliyle. Başlamış anlatmaya, yalan yanlış sözlerini dinletmeye!
“ – Efendim Sultanım!” diye başlamış her zamanki gibi riyakâr sözlerine:
“ – Balakutsev adında bir yetim, eski bir demirci çırağı, sizden izinsiz şehrinizde çıkmış dilenmeye! Gezer dururmuş “bana bir avuç sevgi verin” diye diye! Haberiniz var mı?!!!
Gücünüz yeter elbet onu durdurmaya, yoksa bu size zor mu?!”
Amacı, sultanı tahrik edip, gazaba getirerek kızdırmakmış. Şehirden kovdurmakmış Balakutsev’i. Hem de yaptığı işten bezdirmekmiş aklı sıra!. Olur a! Her devirde yönetenlerin gözüne girmek için türlü hileler yapan, yalanlar yumurtlayan hilebazlar olur!
Bu adam, kim diye merak edenlere de hemen söyleyelim, kötüleri de iyileri de bilelim.
Hani, daha küçük bir çocukken Balakutsev’i soylu değilsin diye ağlatan bir çocuk vardı ya?! Hah, işte o yüreksiz, işte o soysuz, soyluluk budalası imiş şimdi de sultana riyakarlık yapan!
Şehrin sultanı da geri kalmazmış hani bu budaladan! Duyduklarına inanmış bir çırpıda düşünüp tartmadan, tartıp düşünmeden! Askerlerine emir vermiş:
“ – Tiz, bulup getirin, şunu bana!” demiş.
Asker emir kulu, yapmış vazifesini. Gidip çağırmışlar Balakutsev’i! Sultan, Balakutsev’i ilk defa görüyormuş bu şehirde. Bir yabancı sanarak kasıldıkça kasılmış, oturduğu tahtın altın kollarına asılmış!. Yüksekten bakıyormuş aklı sıra! Bu yabancı yoksul dilenci, ihtişamı-na hayran kalacak diye beklemiş.
Balakutsev, hiç oralı olmadan yürüyüp geçmiş sultanın karşısına.
“ – Beni çağırmışsınız ey şehrin sultanı!. Benimle nedir ki derdin?!” diye sormuş.
Sultan Balakutsev’in bu pervasızlığından rahatsız olarak, şöyle bir kımıldamış yerinde, belli etmemiş öfkesini yine de!
“ – Sen kimsin? Duydum ki dilenir, gezermişsin benim şehrimde?”
Balakutsev, kendini şöyle tanıtmış:
“ – Adım Balakutsev’dir. Bu şehirde doğup büyüdüm. Yalnız, kimsesizdim. Babam bir garip, yoksul adamdı kendi halinde; anam evinin hatunu idi. İkisi de öldüler, ben küçükken. Bü-yüyüp geldim bu çağa! Çıraklık ettim bir zaman da demirci Burçağa!” demiş.
Sultan:
“ – Peki, ya neden dilencilik edersin sen?”
“ – Yok, size yanlış anlatmışlar beni. Ben dilencilik yapmam! Gezdim ama doldurmadım, boşalttım heybemi! Toplamadım, dağıttım! Kimseden zorlu bir şey almadım, zorla da kimseye bir yemiş vermedim!”
“ – Ama seni bana dileniyor diye şikayet ettiler! Hem gezip avuçla sevgi ister, her gün kırk kapıya gidermişsin!”
“ – İşte bu doğrudur, ben gezerim. İnsanlardan sevgi isterim. Ama sevgi alınır satılır, yenilir, yutulur bir nesne değildir ki! Bu güne kadar kimse bana bir şey vermiş değildir!
Ben, halk arasında, belki sizin gözünüzde de “sevgi dilencisi” diye bilinirim ama ben almam, veririm. Sevgide gelecek, sevgide güzellik görürüm! Bunun, kime ne zararı var bil-mem ki!?” demiş.
Sultan giderek öfkesinin azaldığını hissediyor, Balakutsev’in sözlerine hak veriyormuş içten içe!.
“ – Peki, bu sevgi dediğin şey nedir ki?” demiş merakla.
“ – Sevgi, sonsuz bir hazinedir. İnsanların yüreğinde her zaman var olan, ama bu günlerde adı unutulmuş, üzeri küllenip uyutulmuş bir yüce erektir! Hancıya, yolcuya, gence, yaşlıya, kıza, kızana ve dahi sultana da gerektir!” demiş Balakutsev, adeta mest eden üslubuyla!
Sultan düşünmüş bir müddet. Nasıl olsa ben sultanım. Dinleyip sonra kararımı uygularım diye geçirmiş aklından.
“ – Yaaa! Bu kadar güzel ise bu sevgi dediğin şey, neden şikayet ederler insanlar seni bana?”
“ – Onun orasını ben bilmem. Çıkıp bakın insanlar arasına! Sevgiyi öğrenip, sezenler de dua ediyor bana! Bunda benim ne suçum ola?!”
Kral uzun sakallarını karıştırıp gözlerini tavana dikerek şöyle bir teklifte bulunmuş:
“ – Bak Balakutsev, sözlerin benimde hoşuma gitti ancak vazgeç derim bu sevdadan. Karışma derim kimsenin iyisine kötüsüne, etlisine sütlüsüne! Dilersen sana ev, at vereyim. Dilersen, beğen, bu şehrin en güzel kızını avrat edeyim! Git Burçak Usta ile demir döv!
Kimseye anlatma bu sevgiyi! Ama, sen istersen, kimi seversen sev!”
“ – Sayın Kral, siz dahi güzel konuşursunuz. Ama sizin bana vermek istedikleriniz, tükenir, yiter, yaşlanır! Bense bu şehrin halkına eskimeyecek, tükenmeyecek bir hazine dağıtıyor, mal kazanmak hırsıyla sarhoş gönülleri ayıltıyorum. Kimseye zararım da olmuyor üstelik!
Hem sizin hazineleriniz verdikçe azalır, benim dağıttığım sevgi ise verdikçe çoğalır cinstendir. Bana, bu şehrin krallığını dahi verseniz vazgeçmeyeceğim!” demiş.
Kral, aslında için için Balakutsev’e hak vermekteymiş ama gel gör ki neylesin? Bir tarafta şehrin hatırı sayılır, soylu kişileri bir tarafta bu garip, kimsesiz Balakutsev! Elbette ki bu garibi şehrinden kovmakmış en kolay yol!
Yaşlı Kral işine gelir kolay yolu seçerek:
“ – Ben anlamam! Beyler, paşalar ve dahi soylu, ulu kişiler şikayet etmekteler! Para kazanamaz olduk Balakutsev’in yüzünden, şehrimizi terketsin demekteler. Ben ki, soylu bir kralım!. Soylu kişilere hürmet eder, sözlerine uyarım. Bu günden sonra seni şehrimde görmek, adını duymak istemiyorum!” demiş.
Balakutsev, bu şehirde yapacağını zaten yapmış bulunuyormuş. Gezip görmediği, incir vermediği sevgiyi hatırlatmadığı kimse kalmamışmış!
Sevgi ağacının tatlı yemişinden tadanlar da tıpkı Balakutsev gibi birbirlerine sevgiyi fısıldar, anlatır olmuşlarmış çoktandır.
Balakutsev, bunları bilip düşünerek çıkmış kralın sarayından. Asla dönmemiş kararından.
Başka diyarlarda, başka insanlara duyurmak için sevgiyi, yollara düşmüş o günün akşamından!
Fakat, o güne kadar duyulmayan bir olay yaşanmış, duyanların, görenlerin ağzı açık kala kalmış! Görenler yeminle anlatmışlar ki, o akşam, Balakutsev ile incir ağacı sanki iki arkadaş gibi şehrin dört yöne bakan dört kapısından aynı anda yan yana yürüyerek çıkıp gitmişler!
Kral dahi duyup, Balakutsev’i şehirden kovduğuna bin pişman olmuş!
Balakutsev, doğup büyüdüğü ama sevgiden yoksun bu şehirden ayrılıp gitmiş. Kendisine yapılan sevgiyi anlatmaktan vazgeçmesi teklifine aldırmadan.
Onun gidişiyle Balakutsev’i şehrinden kovan kral, kovduran sözüm ona soylu kişiler bile yaptıklarına bin pişman olmuşlar. Uçan kuşlardan, akan sulardan, gelip geçen yolculardan sorar olmuşlar. Ama Balakutsev, hiçbir zaman görülmemiş bir daha. Sadece sevgisi, bir de kutlu adı kalmış dünyaya!
* * *
İşte o günden sonra da sevgi bütün yeryüzüne hızla yayılmış!
Balakutsev’in adı her yerde duyulmuş! Zaten Balakutsev’in amacı da, bu değil mi imiş?!
İstemişmiş ki, sevgi her yerde bilinsin, böylelikle yüreklerden kin ve nefret silinsin.
Yoksa Balakutsev, kendisine teklif edilen şan ve şöhrete, zenginliğe aldansa idi, şimdi bize kim anlatacaktı ki sevgiyi?! Kimin haberi olacaktı o kutlu güzellikten?! O kutlu erekten?!
Balakutsev dünyamızdan bir yoksul gibi çekilip gitmiş ama adı gönüllerde yer etmiş ve bize, işte günümüze kadar gelmiş.
İşte böyle sevgili çocuklar.
Balakutsev’in nereye gittiğini, hâlâ yaşayıp yaşamadığını bilen kimse yokmuş bu dünyada.
Eğer bir gün, ola ki sizin de kapınızı çalar:
“ – Alın, şu yemişi afiyetle yeyin! Bana da bir avuç sevgi verin!” derse sakın şaşmayın, her şeye sahip olmak hırsına düşmeyin, derim.
Gökten bir kalbur sevgi yemişi incir düşse, hepsini size veririm! Birisi de benim olsun derim!
Eğer verirseniz.... afiyetle yerim!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.