75
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
6187
Okunma
BİZİM SAVAŞIMIZ
Sağcı, solcu, inanan, inanmayan, komünist, faşist, alevi, Sünni Türk, Kürt diye ayırımlar yaptılar. Oyunlar sergilediler. Binlerce senaryolar yazıp sahnelediler. Rolleri kendileri dağıttı. Sokağa taşıdılar. Kırım devam ederken, bu rantın sömürücüleri ellerini ovuşturarak seyrediyor. Olayları körükleyip viskilerini yudumluyorlardı.
Nice gençleri birbirine kırdırdılar. Çok acılar yaşandı. Oyun bitmedi. Dünyada bir eşi daha olmayan, muhteşem coğrafyanın yazgısı, istedikleri, Yüce Allah’ın bu aziz millete
Bahşettiği vatanı bölmek; hiçbir ulusta olmayan bu devasa karizmayı yok etmekti. Başarıya ulaşamadılar. Ulaşamayacaklarda! Hevesleri hep kursaklarında kalmıştır.
Şarkışla da soğuk bir sonbahar; merkez komutanlığında nöbetçiyim. Saat 21-22 suları, peş peşe patlayan silah sesleri önce ne olduğunu anlayamadım. Aynı patlamalar devam ederken merakla dışarı fırladım. Uğultulu kalabalık önünde koşan iki kişi; birbirine tutunmuş. Birisi yaralı, koşamıyor. Diğeri,
Elindeki otomatik tabancayla havaya, peş, peşe ateş ediyor. Sürekli bağırıyordu.
“ Benim savaşım! Sizinle değil, sizin için!”
Kalabalık peşlerinde, sakin geçen Şarkışla gecelerine hareket gelmiş, İnsanlar kim olduğunu bilmedikleri iki kişiyi kovalıyordu. Biri yere yığıldı.
“Beni bırak, sen kaç!”
İsteselerdi, en az yüz kişiyi öldürürlerdi. Uzun boylu olan bir an durup, yerde yatan arkadaşını eğilip, öptü. Tokalaşırken, elindeki silahla, havaya birkaç el ateş etti. O esnada, kalabalık çil yavrusu gibi dağılıyordu. İki elini havaya kaldırarak kalabalığa öfkeli bir ses tonuyla,
“ Bizim savaşımız; sizin için! Sizinle değil!”
Gecenin soğukluğunu, yırtan ses, yankılanarak, karanlıkta kayboldu.
Yerde yatanın başucuna geldim. İki askerimde yanımdaydı. Kalabalık başımıza üşüşmüştü. Sesimin çıktığı kadar bağırdım.
“Dağılın!”
Yere düşen silahı alıp, yaralıyı iki askerimle birlikte, merkez komutanlığına kadar taşıdım. Yerler kan içindeydi. Tarifsiz acı çektiği belliydi. Şaşkınlık içindeyim. Tüm Şarkışla ayakta. Komutan da gelmişti. Telefonlar hiç susmuyor. Her yerden arıyorlardı.
Yaralı olan, kesik, kesik konuşuyordu. Adının Yusuf Aslan olduğunu söyledi. Günlerdir gazete manşetlerinden düşmeyen, daha sonraları adları darağacında üç fidan diye bilinen, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, olarak biliniyordu. Yaralı olan, Yusuf Aslan’dı.
Müdahale için, Doktor geldi. Herkeste merak ve şaşkınlık var. Yaralının başucundayım. Doktor, kurşunun sağ baldırından girip, mesaneyi parçalayan yere tampon yaptı. Yaralı, acının verdiği dayanılmaz ıstırap ile yüzünü buruşturuyordu. Yapılan morfinin acısını duymamıştı bile. Sargılar tamamlanmış, biraz rahatlamıştı. Alaylı bir ses tonuyla Doktorumuz:
“Ne haber Yusuf cuk; acın var mı?”
Şaşırmıştık. Kanepeye yatırdığımız kişi, uzun boylu, bıyıklı, beyaz teniyle çok yakışıklı biriydi. Bu gün doktorumuzun küstahlığı üstünde, durmadan konuşuyordu:
“ Evet, Yusuf cuk; düzenimi değiştirecektin ne oldu?”
Cevap vermiyor. Elleriyle yüzünü kapatıyordu. Doktorun bu hareketleri beni çok rahatsız etmişti.
“Asteğmenim lütfen, bakın konuştuğunuz kişi ağır yaralı. Siz görevinizi yaptınız. Konuştuklarınıza cevap vermiyor. Ne gerek var. Neyi anlatmak istiyorsunuz?”
Uyarımdan rahatsız olmuştu. Askerliğin değişmez kuralı, ast üst münasebetleri idi. O’da ben de bakışlarımızla birbirimizden hoşnutsuzluğumuzu belli ediyorduk.
Komutanın içeri gelmesiyle odayı boşalttırdım. Dışarı çıkanlar arasında Doktor da vardı. Ambulansla, Sivas Numune hastanesine götürmem, kararlaştırıldı. Silahlı iki er, ben, Yusuf Aslan hazırlanan araçla yola koyulduk.
Mahşeri kalabalığı, sireni çaldırarak dağıtmak zorunda kaldım. Şarkışla Sivas kara yoluna çıktık. Yaralımız biraz rahatlamıştı. Sigara istedi. Hemen yakıp verdim. Derin bir nefes çekti. Dumanı boşaltırken öksürüyordu. Su istedi. Kanaman devam eder tehlikeli olur dediğim halde, ısrarla istedi. Su dolu matarayı dudaklarına değdirip, geri çektim.
“Kanaman artar dayan biraz.”
O an, yıllarca aklımdan silemediğim bir bakışı vardı ki, hâlâ gözlerimin önündedir. Ben çok değişik insan tipi gördüm. Yusuf Aslan kadar yakışıklısını görmedim. Boylu boyunca ambulanstaki sedyede yatıyordu. Sağ elinde tuttuğu sigarayı bana verdi. Sol eliyle tutuğu elimi olanca kuvvetiyle sıktı. Doğrulmak isteyince, acısı artmış, huzursuzlaşıyordu. Siyah gözlerini açarak:
“Deniz yakalandı mı?”
“O, kaçan deniz gezmiş miydi’?
“ Hiç haber yok; o çoktan kaçtı.”
Derken çok şaşırmıştım.
Yüzünde bir memnunluk belirmiş, gözlerindeki mutluluk artmıştı.
Yaralı ve acı çeken bu genç, o an benim için aranan bir kaçak değil, yardıma muhtaç biriydi. Ben bir babaydım. O an oğlum gözlerimin önüne geldi. Yerde yatan delikanlının ailesini düşündüm. İçim burkuldu. Elimi sıkan elini okşarken bir ılıklık sarıyordu bedenimi.
Gözlerimden akan yaşlara mani olamadım. O’da ağlıyordu. Refakatteki erlerim de üzüntülüydü. Hızlı girdiğimiz Sivas İstasyon caddesinde hastane yoluna girerken haber her tarafa yayılmış büyük bir kalabalık oluşmuştu. Hastane önünde, sağlık personeli bizi karşıladı. Bir emniyet görevlisi:
‘’ Bize teslim edeceksiniz.’’
“ Hayır! Hastaneye teslim emri aldım.”
Acele sedyeye aldılar. Kanama tekrar başlamış. Sedye üzerindeki beyaz örtü, kıpkırmızı kan olmuştu. Ameliyathaneye giderken
Son kez bakıştık. Sesi çıkmıyor; ama gözleriyle bana teşekkür ediyor, şükranla bakıyordu.
“Atlatacaksın Yusuf! Atlatacaksın!’’
Benden istenen
Teslim tutanağını imzalayıp, aynı süratle Şarkışla’ya giden kara yoluna çıktık.
“ Sireni aç; hem de sonuna kadar!”
Şarkışla’ya kadar hiç konuşmadım. Ülkenin gündemine oturan bu olay, dünyanın büyük ilgisini çekmişti. Deniz gezmiş Kayseri ye giderken Gemerek te yakalanmıştı. Basın ve meraklı kişilerin uğrak yeri olan Şarkışla da gözle görünen bir canlılık yaşanıyordu. Her yerde bu olay konuşuluyor, bu olay tartışılıyordu.
Emekli öğretmen Baba Cemil Gezmiş, oğlu Deniz Gezmiş için ünlü bir gazetede yazdığı bir makalesinde:
“Doğduğunda uzun boylu olacağın belliydi. Seninle her daim gurur duydum. Büyük hedeflerin vardı. Çok önemli biri olacağın belliydi. Bilmiyorum, şimdi değil de tarih senden sonra ne yazacak? Şunu bil ki, oğul, ilahi adalette; suçlu ayağa kalk derlerse, senden başka hepimiz ayaktayız!” Yıllar geçmesine rağmen bu söylem hiç aklımdan çıkmamıştı.
Bin dokuz yüz doksan iki senesi, sıcak bir sonbahar eşimle çok sevinçliyiz.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini başarıyla bitiren oğlumuzun diploma törenindeyiz. Hipokrat yeminini toplu halde okudular. Toplu halde kepleri havaya fırlatıp, sevinç gözyaşları döktüler. Dünyanın en mutlu babasıyım ki, sorma… Kordon da bir lokantada eşim, ben ve
Oğlum kutlamamızı yaparken, yaşadığım bu hazin olayı, doktorun küstahlığını, üstüne basa, basa anlatıyorum.
Gözlerimin sulandığını gören oğlum bana sarılırken:
“Annemin ve senin yanında Allah’ın huzurunda söz veriyorum. Utanacak bir olayın içinde olmayacağım.”
‘’On sekiz yıldır bu kutsal mesleği icra eden oğlumun, yıllar önce bana verdiği sözü tutuğunu görüyorum. Şaşmadı bundan sonrada şaşmaz inşallah.’’
Ne Amerika ne Rusya tam bağımsız Türkiye dediler. Ülkelerini çok sevdiler. Altıncı filoya karşı geldiler, haksızlığa yalana, dolana, talana hayır dediler. Teşhisleri doğru, tedavi yöntemleri yanlıştı.
Boşuna delikanlı demiyorlar. O yaşlarda, kan damarda deli akar. Sabırsızlıkları vardı. Devletine kızan herkes eline silah alıp dağa mı çıkacaktı? Üçünün de
Asıldığı gün olan, altı mayısta Star TV de akşam haberlerini sunan Uğur Dündar:
‘’İşte biz böyle bir ülkeyiz. Önce yok eder. Sonra anıtlar dikeriz!’’
Derken darağacında üç fidanın biri olan Yusuf Aslan’ın, sedyede yatışı gözlerimin önüne geldi. Son bakışmamızın siluetleri oluşurken, yanaklarıma doğru süzülen gözyaşlarıma engel olamadım. Şu da bir gerçekti, Şarkışla’nın tüm dünyaya tanıtılmasında büyük Ozan Aşık Veysel, Deniz Gezmiş,Yusuf Aslan’ın payları çok büyüktür.