KARA KUZU
Mevsim ilkbahardı. Bütün köyde bir telaş yaşanmaya başlayalı çok olmuştu. Karlar erimeye başladığı günden bu yana köylüler, hayvanlarını dışarıya çıkarmaya başlamışlardı.
Nisan güneşi kıyı köşede kalan son karları da eritiyor, toprak buharlaşmanın etkisiyle duman duman tütüyordu.
Hayvanlar, yaklaşık altı aydır ahırlarda, ağıllarda barınmış, dışarıya çıkmamışlardı.
Havaların ısınması hayvanlar için kırlara çıkmak, onların sahipleri için de hayvanları daha kolay doyurmak demekti. Bu yüzden hayvanların sevinci kadar köylüler de sevinç içindeydiler. Onlar da uzun zamandır hayvanlarına yem ve su taşımaktan yorulmuş, bıkmışlardı.
Orta büyüklükte bir Anadolu köyü idi burası. İnsanlar geçimlerini çiftçilik, daha çok da hayvancılık yaparak sağlarlardı. Köyde büyükbaş, küçükbaş hayvan yetiştiriciliği oldukça gelişmişti.
Bu şirin köyün, her evinin yanında mutlaka ahır, kümes ve ağıl vardır. Koyunların barınakları ağıllardır.
Bu mevsimde en hareketli olan ağılların önündeki çitle çevrilmiş alanlardır. Bahar gelince köylüler, koyun ve kuzuları önce bu çitle çevrili alana çıkararak yemler, sular, güneşlendi-rirler. Taze kuzular annelerinden süt emer, hoplar, zıplar çevrelerini tanımaya başlarlar.
Koyun ve kuzu melemeleri, kulakları yırtarcasına bütün köyü kaplar, hatta köyün dışından, karşı yamaçlarından bile duyulur. Öğle, ikindi arasında artarak duyulan bu sesler; koyun ve kuzu melemeleri, köyün üzerinde dolaşan bir orkestra müziğidir sanki!
Bir ağılın, önünde elli kadar koyun ve kuzunun içinde bir de kara kuzu vardır. Tüyleri güneşten ıpıl ıpıl ıpıldayıp durmaktadır.
Yalnızca, kulaklarının arkasında beyaz bir leke gibi bir beyazlık var, geri kalan bütün derisi simsiyah tüylerle kaplı, minik, şirin, sevimli bir kuzudur. Ama bu durum görünüşte böyledir. Sürüde herkes ona “Kara Kuzu” demektedir. Bu şirin kuzunun bir derdi var ki sormayın?!
Anlatalım da bakın neymiş öğrenelim, bu minnacık yavrucağın derdi!.
* * *
Kara Kuzu, çok üzgündü.
Çünkü arkadaşları onu hiç sevmiyordu. Oyun oynarken, onu hiç aralarına almak istemiyorlar:
“ - Sen kara bir kuzusun. Biz ise şu bembeyaz tüylerimizle bak ne kadar güzeliz! Sen bize hiç benzemiyorsun.”
“- Üstelik, çirkin ve kapkara tüylerin var ! Sen bizimle oynayamazsın!. Haydi, çekil git başımızdan!” diyorlardı.
Kara Kuzu, bu duruma çok, ama pek çok üzülüyordu. Annesine giderek:
“- Ben, neden Kara Kuzuyum? Diğer kuzular gibi, ben de beyaz olmak istiyorum!.” diyordu.
Annesi, onu teselli etmek için ne diyeceğini bilemiyor, o da çok üzülüyordu, Kara Kuzusunun bu hâline.
“ - Sen benim biricik, Kara Kuzumsun, şirin kızımsın! Sen hiç üzülme! Kara olmak kötü bir şey değil ki! Hele, hiç kabâhat değil. Haydi yavrum, sıkma tatlı canını!” diyerek Kara Kuzu’yu bağrına basıyordu sevgiyle.
Kara Kuzu da arkadaşları ile oynamak, kırlarda onlar gibi, onlarla birlikte neşe ile sağa sola koşmak istiyordu. İstiyordu, istemesine ama ....
Ama her defasında arkadaşları tarafından azarlanıyordu. Öteki kuzular, Kara Kuzu’yu aşağılamayı, onunla dalga geçmeyi, eğlenmeyi alışkanlık hâline getirmişlerdi adeta. Beyaz kuzular hiç bir şekilde Kara Kuzu ile arkadaşlık yapmaya yanaşmıyorlardı ki, Kara Kuzu onlarla oynasın!
Kara Kuzu’yu, öteki kuzularla bir arada görmek pek mümkün değildi bu yüzden.
Kara Kuzu, diğer kuzuların oyunlara katılamıyor, tek başına geziyordu. Yalnızlıktan bunaldıkça bunalıyordu. Bıraksalar, gidecek kendisine başka ahırda yaşayan kuzulardan arkadaş arayacaktı neredeyse. Ama, ya onlar da kendisiyle arkadaş olmak istemezlerse? Kara Kuzu, ne zaman oynamak istese öteki kuzular ondan kaçıyorlardı.
Hatta, onunla alay ederek:
“- Hey, Kara Kuzu!. Bize fazla yaklaşma bak!. Sonra, karan bize de bulaşır!. Biz de senin gibi çirkin, kara bir kuzu oluruz!” diyorlardı.
Kara Kuzu, onların böyle kendisini aşağılar biçimde konuşmalarından çok çok rahatsız oluyor:
“ – Ben çirkin değilim!. Belki tüylerim kara ama ben de sizler gibi bir kuzuyum işte!.” diyordu.
Ama onun bu sözlerine, diğer kuzular hep birlikte kahkahalarla karşılık verip, Kara Kuzu’yu daha çok üzüyorlardı. Kara Kuzu’ya:
“ - Hele şunun çalımına bir bakın!. O da bizim gibi bir kuzuymuş!
- Kapkara olduğunu neden unutuyorsun ki? Seni gören bir inek yavrusu sanır!.” diyorlardı.
Kara Kuzu, arkadaşlarının bu tavrını bir türlü anlayamıyordu. İçin için Allah’a yalvarıyor:
“ - Ey büyük Allah’ım!. Şu kendini çok beğenmiş, beyaz kuzulara öyle bir ders ver ki, bir daha benimle eğlenmesinler!. Ne olur benim de bir kuzu olduğumu onlara bir güzel öğret Rabbim!” diyordu.
Kara Kuzu’nun annesi de, bütün bu olanlara üzülüyordu. Ama o da kendisini çaresiz hissediyordu. Zaman zaman Kara Kuzu’yu yanına alarak ona öğüt veriyor, üzülmemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor, arkadaşlarının yaptıklarını az da olsa unutmasını istiyordu.
“ - Bizi yaratan Allah, böyle yaratmış. Bizim elimizde bir şey yok!” “ - Bunun için, üzülmeye değmez. Senin rengin kara olabilir ama yine de iyi bir kuzu olabilirsin. Arkadaşların da zamanla sana alışırlar.” diyordu. Kara Kuzu:
“ – Aslında, ben tüylerimi çok seviyorum. Ama arkadaşlarımın alay etmeleri zoruma gidiyor. Beni oyunlarına da almıyorlar!.” diyor ağlıyordu.
Bir gün Kara Kuzu, her zamanki gibi annesinden yardım isteyerek:
“- Ne olur anneciğim, şu kuzuların annelerine söyle de benimle alay etmesinler! Beni de oyuna alsınlar.” ne olur! dedi içini çekerek.
Kara Kuzu’nun annesi, siyah gözlerini süzerek düşünüp, taşınıp; şöyle dedi:
“ - Bak, canım yavrum! Gözümün nuru, bir taneciğim! Bunu yapmayı çok isterdim ama doğru olmaz. Biz büyükler, küçüklerin arasındaki işlere karışmamaya söz verdik.
Eğer, her anne koyun kendi kuzusunun sözleriyle hareket ederse sürümüzde huzur kalmaz. Bunu belki büyüdüğünde daha iyi anlayacaksın. Biraz sabırlı olmanı istiyorum senden
Hem, göreceksin pek yakında arkadaşların da sana alışacaklardır. Seninle alay etmeyi bırakırlar. Sen de onlarla oynamaya, kırlarda koşmaya başlarsın.
Çünkü, havalar ısınmaya başladı. Birkaç güne kadar çobanla kırlara yayılmaya gideceksiniz. Arkadaşların o zaman istese de senden ayrı duramazlar.
Buna çoban izin vermez. Hem, sürüde senin gibi başka Kara Kuzular da olabilir. Sen de onlarla arkadaşlık edersin. Merak etme sen, Allah her canlıyı çift yaratmıştır. Kimse bu dünyada yalnız değildir.
Şimdi sana “Kara Kuzu” diye seni beğenmeyenler, diğer kara kuzuları da görünce bunun normal bir olay olduğunu anlarlar. Seninle alay etmeyi bırakırlar. Az biraz daha sabırlı ol canımın içi! Gün doğmadan bak neler doğar!” dedi.
O günden sonra Kara Kuzu, kırlara çıkacakları günü iple çekmeye başladı. Heyecanla bekledi. Başka kuzularla arkadaş olacağı günlerin hayâli ile yatıp kalkmaya başladı annesinin bu sözlerinden sonra. Çünkü annesinin bu söylediklerini, ne kadar içtenlikle söylediğini biliyor ona güveniyordu. Annesi öyle diyorsa öyle olmalıydı.
Çok geçmeden de o gün gelip çattı. Bir sabah erkenden ahırdan çıkarılarak, köy meydanında toplandılar. Üç yüzden fazla kuzu bir araya gelerek bir sürü oluşturmuşlardı.
Başlarında iki çoban vardı. Çobanlar, ellerinde küçük çubuklar, yanlarında çoban köpekle-ri, kuzuların çevresinde geziniyorlar, köydeki bütün kuzuların getirilmesini bekliyorlardı.
Bizim Kara Kuzu, hemen sürüdeki kuzulara baktı. Ama bir türlü görmek istediğini göremedi. Ne yazık ki koca sürünün içinde kendisine benzeyen bir tane bile siyah tüylü kuzu yoktu.
Öyle üzüldü, öyle üzüldü ki...
İçine bir karamsarlık çöktü.
Başını önüne eğerek bir kenarda sessizce beklemeye başladı. Bir müddet, yeni getirilecek kuzuların içinde kara tüyleri olan, kendisi gibi, bir kuzu olur ümidiyle baktı ama, beklediği gibi bir kuzu gelmedi. Sürü, köyün dışına doğru hareket etti kısa bir süre sonra da.
Sürü, çobanların sürdükleri yöne doğru harekete geçtiği anda yanına yaklaşan beyaz tüylü bir kuzu:
“ - Hey! Kuzu kardeş, ne güzel siyah tüylerin var böyle?” diyerek, yanı başında bitiverdi bütün sevecenliğiyle.
Bizim Kara Kuzu, bu duyduklarının doğru olduğuna inanamadı bir türlü. Kendisiyle alay ediliyor sanarak hüzünlü bir sesle:
“ - Doğru söylediğini sanmıyorum! Benimle alay etmek sana ne kazandırır ki? Bırak bu boş sözleri!” dedi.
Oysa, yanına gelen kuzu, iyi niyetli, dostça düşüncelerle, hem de imrenerek bakıyordu Kara Kuzu’ ya:
“ - Kardeş, beni yanlış anladın galiba! Ben, gerçekten de senin, siyah bir inci gibi parlayan, şu güzelim tüylerinden çok etkilendim. Keşke benim de seninki gibi siyah tüylerim olsaydı!” dedi. Konuşmasını sürdürerek:
“ – Kafanı kaldırıp şöyle bir baksana çevrene. Koskoca sürüde senden başka güzel bir kuzu var mı? Hepsi birbirine benzeyen, bir sürü beyaz kuzunun içinde sen, siyah bir inci tanesi gibisin, seçkin bir kuzusun. Bunu göremiyor musun? Bir baksana!” diyerek Kara Kuzu’ ya cesaret vermeye çalıştı.
Kara Kuzu, ürke ürke kafasını kaldırıp baktı. Gerçekten de durumunun sandığı kadar kötü olmadığını gördü. Yeni arkadaşının gözlerini süzdü içtenlikle. Kendisine bu güzel sözleri söyleyen, bu sevimli, beyaz kuzunun hiçbir kötü niyeti olamayacağını anlamıştı, onun, sevgiyle bakan, üzüm siyahı gözlerinden...
“ - Çok teşekkür ederim arkadaş!” diyebildi usulca.
Tüyleri beyaz da olsa, bu kuzu ile arkadaş olabileceğini düşünerek içini dökmek istedi ona. Sözlerine devamla:
“ - Ama, aynı ahırda kaldığımız kuzular, benimle hep alay ederlerdi!. Beni sevmezler, aralarına girmemi istemezlerdi!. Şimdiye kadar benimle hiç oynamadılar!. Benden hep kaçtılar!.
Benim siyah tüylerimi çirkin bulurlar, bana hep “Kara Kuzu” derlerdi. Oysa sen, annemden başka hayatımda ilk defa güzel sözler söyleyen ikinci kişisin! İlk defa sen, güzel olduğumu söylüyorsun! Arkadaş olalım mı?” dedi.
Küçük Beyaz Kuzu, Kara Kuzu’ya minnetle baktı. Birkaç kez hoplayıp zıplayarak sevinç içinde:
“ - Sen kabul edersen, neden olmasın, haydi koşalım!” dedi.
Birlikte koşmaya başladılar. Ama ne koşuydu o öyle. Bir o yana, bir bu yana, neşeyle koşu-şup durdular uzunca bir süre. Onlara birkaç kuzu daha katılmıştı. Yüreklerinden taşan sevincin coşkusuyla, kendilerinden geçerek oynaşıyorlardı.
Neden sonra, karınlarının açlığı akıllarına geldi. Şükür, karınlarını doyurmaya yetecek kadar bol miktarda taze ot ve çimen ayakları altındaydı. Yayılmaya başladılar.
Taze, yeşil çimenlerden kipir kipir kopararak karınlarına atıyorlardı; mis kokulu çiçekler arasında.
Bizim Kara Kuzu, arkadaş bulmanın sevinciyle doğru düzgün yayılmıyor iki de bir, koşu yapmak için can atıyordu. Hoplayıp zıplaya, arkadaşlarına dokunup, şaka yaparak geçirdi bütün gününü. Keyfine diyecek yoktu doğrusu!.
Nasıl sevinmesindi ki?! Kendini bildi bileli bir arkadaşı olmamıştı. Annesi ile konuşup, dertleşebiliyordu gerçi ama, arkadaşın yeri başka, annenin yeri başka idi.
Kendisi gibi bir kuzu ile oynamanın zevkini, annesi ile konuşmaktan alamıyordu.
Nihayet annesinin söyledikleri gerçek olmaya başlamış, kendisi gibi kara olmasalar bile başka kuzulardan arkadaş bulabilmişti. Artık aynı ahırda birlikte kaldığı kuzuların kendisi ile alay etmelerine boş yere üzülmeyecekti!.
Olanları, annesine anlatmak için akşamın olmasını sabırsızlıkla bekliyor, içi içine sığmıyordu.
Nihayet, akşam olup, güneş karşı tepelerden aşmaya başlamıştı. Serin hava ile birlikte loş bir karanlığın içinde kalmaya başlamıştı bütün kırlar.
Kara Kuzu baktı ki, kendisine karşı kibirlenip duran kuzulardan, on - on beş kadarı, bir küme halinde sürüden ayrılmak üzereler.
Akşama kadar ne kendisi onların yanına gitmiş, ne de onlar her zamanki gibi Kara Kuzu’ya yaklaşmışlardı.
Bir anda aklından kötü şeyler geçi verdi. Elinde olmayarak annesinin bir öğüdü geldi aklına. Bir keresinde annesi Kara Kuzu’ya şöyle söylemişti:
“Bulunduğun sürüden asla ayrılma yavrum!. Çünkü, sürüden ayrılanı kurt yer, unutma!”
Kara Kuzu, kendisi ile alay etmiş olsalar bile aynı ahırda kaldığı kuzuların başlarına kötü bir şey gelmesini istemezdi.
Birden korktu. Elinde olmadan içine bir kaygı düştü. Varıp arkadaşlarını uyarmak, sürüye dönmelerini söylemek istedi.
Bu düşüncelerle o da sürüden ayrılarak kibirli, beyaz kuzuların yanına gitti. Aklından kötülük diye bir şey asla geçmemişti.
Bir küme kuzunun sürüden ayrıldığına dikkat etmeyen çobanlar, diğer kuzuları köye doğru götürmeye devam ediyorlardı acele acele.
Kara Kuzu, sanki şimdiye kadar olanları unutmuş gibiydi. Arkadaşlarına dostça seslendi:
“ - Hey, arkadaşlar! Sürü köye doğru gidiyor. Siz ise sürüden ayrıldınız! Sonra başınıza kötü bir şey gelebilir. Gelin, sürüye katılalım!” dedi.
Kara Kuzu’ yu hiç sevmemiş olan kibirli kuzular, ona, yine hiç hoş olmayan bir karşılık verdiler:
“ - Kara Kuzu! Kara Kuzu! Gelip burada da bizi mi buldun akıl verecek? Sen kendine bak, bize bir şey olmaz!”
Bu sırada alay etmeyi de sürdürüyor, akılları sıra Kara Kuzu’yu kötülüyorlardı.
Bir tanesi gülerek şöyle dedi:
“ – Aman Kara Kuzu, sen kendini iyi koru. Sonra, o kıymetli siyah yünlü postunu kurtlara yem etme!”
Bir diğeri de:
“ – Kara Kuzu’ya bir zarar gelse, sevgili anneciği de üzüntüden ölüverir! Aman Kara Kız! Dikkat et! Annenin yanına koşmakta acele et!” diye alay etmeye devam ediyordu.
Oysa, Kara Kuzu ile alay ede-cek hâlde değillerdi. Gerçekten de az sonra, hava iyice kararınca bir tehlikenin başlaması an meselesi olabilirdi.
Kara Kuzu, aldığı bu karşılıktan dolayı onlara kırılmadı, gücenmedi bu sefer. Çünkü, gerçekten de arkadaşlarının bir tehlike ile karşı karşıya olmalarından korkuyordu.
Onlar ne kadar kibirli olurlarsa olsunlar Kara Kuzu onlara bir kötülük olmasını istemiyordu.
Bu sırada hiç beklenmedik bir şekilde hemen yanı başlarında köpek sesleri duymasınlar mı?!
Birden, neye uğradıklarını anlayamadan, köpeklerin kendilerine saldırdıklarını gördüler.
Her biri, ayrı bir yöne kaçmaya, başladı. Büyük bir korkuya kapılmışlardı. Hatta, ilk anda kendilerine saldıranların kurt olduğunu sanarak artık ölümün eşiğinde geldiklerini düşünenler bile olmuştu içlerinden!.. Ne yapacaklarını hiç birisi de tam olarak kestiremiyordu. Ellerinden başka bir şey de gelmediğinden korkuyla kaçışıyor acı acı meleşiyorlardı.
Annelerini imdada çağırıyorlardı. Annelerinin, şu anda çok uzaklarda olduğunu, seslerini duyamayacaklarını bile bile annelerini çağırıyorlardı.
Başka ne yapabilirlerdi ki?! Ellerinden gelen sadece acı acı melemekti. İşte onlarda can havliyle bunu yapıyor:
“ -Meeeeee! Meeeeee! Meeeee!” diye bağrışıyorlardı.
Ama, şükür ki köpekti bu saldıranlar! Köydeki başı boş kalmış köpeklerdi. Sayıları beş - altı kadar olmalıydı. Akşamın alaca karanlığında tam olarak ne sayıları belli oluyordu, ne şekilleri!.
Kuzucuklara saldırıyor, küçük ısırıklarla canlarını yakıyorlardı. Öldürmek gibi bir niyetlerinin olmadığı da belliydi. Çünkü bir ısırdıklarını bir daha ısırmıyorlar, başka bir kuzuyu kovalamaya başlıyorlardı.
Köpekler için oldukça eğlenceli bir oyundu bütün bu olanlar. Yaptıklarından pek de neşelendikleri her hareketlerinden belli oluyordu açıkça.
Bütün kuzular, can telaşıyla bir o yana, bir bu yana kaçışırlarken, Kara Kuzu, yere yatmış olup bitenleri üzülerek izliyordu.
Köpekler ona hiç dokunmuyorlardı. Çünkü, karanlıkta Kara Kuzu’ yu göremiyorlardı! Kara Kuzu karanlıkta kaybolup gitmişti sanki.
Köpeklerin, kuzuları korkutan oynaşmaları yarım saat kadar sürdü. Bu sırada, Kara Kuzu dışındaki bütün kuzular köpek ısırıklarıyla fena hâlde yaralanmışlardı.
Kuzuların korkuyla melemelerini, köpeklerin havlamalarını duyan çobanlardan birisi gelip yetişti. Elindeki sopasıyla, köpekleri kovaladı. Her biri bir tarafa kaçışan kuzuları toplayıp köye götürürken, yara bere içindeki kuzular içlerinden şöyle geçiriyorlardı:
“-Ah.. Ne olur bizim de tüylerimiz şu Kara Kuzu gibi olsaydı! Köpekler, bizi de görmese, yaralamasaydı!..”
“ – Nedir bizim bu başımıza gelenler?. Yoksa, Kara Kuzu ile alay edip eğlenmemizin cezasını mı çekiyoruz? diye ürpererek pişmanlıkla düşündüler.
O günden sonra kuzuların hiç biri Kara Kuzu ile alay etmedi.
“ - Sen karasın!” diye onu asla küçük görmediler. Onu da aralarına alarak oynadılar dostça, kardeşçe!..
Kara Kuzu, o kötü olayı hiç hatırlatmadı kimseye.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.