ATLAR UÇARDI
Pür velvele, pür gûlgûle; tekbir önü ardı;
Bayraklar uçar, başlar uçar, atlar uçardı.
Sabahın ilk ışıkları çayırlıktaki atların tüylerini ıpıl ıpıl aydınlatmaya başlamıştı. Kır, yağız ve doru donlu atlar yeni bir güne kavuşmanın sevincini duyarak çıkmışlardı ahırlarından. Önlerinde uzayıp giden bildik çayırlıktaki olağan üstü güzellikler onları ilgilendirmiyordu. Yanı başlarında şırıl şırıl akıp duran nehre de aldırdıkları yoktu bu sabah.
Halbuki, her zaman böyle değillerdi. Haralardan çıkar çıkmaz pür neşe ile nehre koşar, sularını içerlerdi. Karınlarının alt kısmına kadar yükselen sularla serinler, daha güneş doğmadan yakıcı sıcaklığa karşı tedbirlerini alırlardı.
Karşı kıyıya geçer, aralarında kendiliğinden başlayıveren bir koşuya tutuşurlardı ki deme gitsin!. Kendilerini bu koşuya kaptırıp ağız dolusu köpüklerle ırmağa soluk soluğa yetişenler olurdu içlerinden.
Bu gün sabah ise toplanmışlar, bir küme oluşturmuşlardı. Biraz dikkatlice bakınca bu gün neden her günkünden farklı olarak suya koşmadıkları anlaşılıyordu. Bütün atların, bir sevinci paylaşmak için bir araya geldiklerini yeni dünyaya gelen yavrunun şaşkın bakışlarından anlayabilirdiniz ancak!. Aralarına katılan, bu minik üyenin ayağa kalkma çabaları ile çıkarttığı garip ve anlamsız seslere kulak kabartmış bakıyor dinliyorlardı.
Hepsinin de meraklı bekleyişinin ardında bir umudu taşıdıkları beli idi. Bu umut, her canlının kendi soyunun devam etmesi umudu idi. Eğer canlılarda bu umut olmamış olsa, hayata her yeni başlayan canlıyı öncekiler sevinçle, şefkâtle karşılamasa, dünyamızda şimdiye kadar pek çok canlı türünün nesli tükenmiş olurdu çoktan!.
Yavrusunun başında, ona ayağa kalkması için burnu ile iterek destek vermeye çalışan anne atın gözlerinde yaşlar vardı!. Hem sevinç gözyaşları hem de ağır, uzun bir yükten kurtuluş ânının sıkıntısından gelen gözyaşlarıydı bunlar. Arkadaşları onu tebrik ediyor sevincini paylaşmak istiyorlardı. İçlerinden en yaşlı olan Baydoru:
- Gözün aydın, dedi.
Bakırsağrı:
- Gözün aydın, kutlu olsun, dedi.
Yıldırımbey:
- Gözün aydın, çok yaşasın, dedi.
Süzgünay:
- Gözün aydın, dedi.
Cengaver:
- Gözün aydın, dedi.
Bunlar, anne Alservet’in çiftlikteki at arkadaşları, can yoldaşları idi. Diğerleri de kendi dillerince kutladılar bu mutlu olayı. Yapmacıksız, yalansız, riyasızdı bütün sözleri.
Çünkü yalan insanoğluna ait bir davranıştı. Dünya kurulalı hayvanların yalan söylediği duyulup işitilmiş şey değildi!.
Yalnız...
Yalnız, hayvan masallarındaki hayvanların yalan söylediği anlatılır durur amma.. bütün o masallar da, masallarda konuşan hayvanların yalanları da yine insanların uydurmasıdır!..
Anne Alservet, hepsine de teşekkür ettiğini, bakışlarıyla belli etmeye çalıştı.
Yavrusunun etrafında bir tam tur dönerek diğer atların biraz geri çekilmelerini sağladı. Yavrusuna bu dakikalarda kendisinden başka atların daha fazla yaklaşmalarını doğru bulmuyordu! Arkadaş atlar da onun bu düşüncesine saygı duyarak geri çekildiler, gücenmeden, kırılmadan!. Yeni doğan yavru tay dişi idi. Anne Alservet, burnu ile iterek yavrusuna ilk sözlerini fısıldadı şefkatle:
- Haydi, kalk canımın içi. Kalk ve annene yaklaş. Kalk kızım!
Yavru tay, söylenenleri anladı. Hatta, annesi ona kalk demese de kalkması gerek-tiğini, annesinin süt dolu göğüslerini emmesi gerektiğini biliyordu. Bütün canlılar, dünya-ya gelir gelmez neyle ve nasıl besleneceklerini bilerek dünyaya geliyorlardı çünkü.
Yalnız insanoğlu bilemezdi bunu!.
Garip, ama gerçek! Birçok çaresiz canlı, pek çok zayıf hayvan, daha doğar doğmaz nasıl besleneceğini biliyor da en gelişmiş canlı türü olan insan, doğduğunda hiçbir şey bilemiyor!!? Tam bir acizlik, muhtaçlık içinde ağlayıp duruyor! Yavru tay bir at yavrusuna yakışır çeviklikle bir zıplayışta ayağa kalktı. Annesinin karnının altındaki memelerine burnunu dayadı. Ilık, mis kokulu, taze sütten emdi. Annesinin kokusunu hissetti. Bu kokuyu en az bir yıl süreyle hiç unutmayacaktı. Binlerce yağız atın arasından annesini bu koku sayesinde tanıyabilecekti.
Anne Alservet, belki de bunun için az önce bütün atları uzaklaştırmıştı yavrusun-dan. Yavru tay, ilkönce onların kokusunu algılamasın diye! Yavru tay çevresinden uzaklaşanların arkasından baktı. Annesine:
- Sen benim annemsin değil mi? dedi.
- Evet canımın içi. Ben annenim!.
- Benden başka küçük tay yok mu anneciğim burada?.
- Şimdilik yok!
- “Şimdilik” ne demek?
- Az sakin ol bakalım yavrucuğum!.. Her şeyi öğreneceksin. Acele etmeye gerek yok! Önce karnını doyur bakalım! Haydi, em kızım, süt em göğüslerimden!
Yavru tay, annesine sokuldu. Minik ağzını şapırdatarak emdi annesinin süt dolu göğüslerini!
Öteki atlar, çayırlardan geçerek ırmağa doğru koşmaya başlamışlardı oynaşarak.
Küçük kişnemelerle sevinçlerini anlatıyorlardı birbirlerine. Olanları uzaktan izleyen at seyisleri yavrunun emmeyi bıraktığını görünce anne Alservet’in yanına doğru gelmeye başladılar. Bu sırada yavru tay annesinin gözüne bakarak, biraz da korkarak:
- Anne, bize doğru gelen bu iki ayaklı yaratıklar nedir?! diye sordu.
Anne:
- Onlar insandır kızım! Bizim sahiplerimiz. Korkmana gerek yok! Onlardan bize zarar gelmez!.
- Ama anne, ne kadar heybetli görünüyorlar öyle? Hem neden iki ayakları var insanların?! Ön ayakları kırılmış mı yoksa?!
- Hayır yavrum! İnsanlar böyle, iki ayaklı yaratılmışlardır?!
Yavru tay çok şaşkındı. Acaba nasıl oluyor da böyle iki ayakları üzerinde durabiliyorlardı ki?! Bu, dünyada ilk görüp öğrendiği bir bilgi idi yavru tayın. Oysa O, sanıyordu ki, dünyada yalnızca atlar var! Şaşkınlığı biraz da bundan kaynaklanıyordu. Demek, insan denilen bu iki ayaklı varlıklara güvenmeliydi! Annesi öyle diyordu. Bak annesi de insanlardan korkmuyor kaçmıyordu!
Seyisler, anne Alservet ve yavrusunun yanına geldiler. Alservet’in yelelerinden tu-tarak ahıra doğru çekti birisi. Anne at, seyislerin bu hareketine uydu, ahırlara yürüdü. Yavru da annenin ardından ahıra gitti. Seyisler konuşuyorlardı. Yavru tay bir şeyi daha şaşarak öğrendi. İnsanlar, atlardan değişik bir dil ile konuşuyorlardı. Ama yavru tay konuştuklarını anlayabiliyordu!.
Bir tanesi:
- Ne güzel bir yavru bu! Buna güzel bir isim bulalım Ahmet, diyordu...
Öteki şöyle karşılık verdi:
- Bu tayın ismini, benim küçük kızım Sema koyacaktı. Çağırayım gelsin, görsün hem de adını koysun. Bu sırada yavru tay annesine:
- Anne, ben bu insanların konuştuklarını anlıyorum! Sen de anlıyor musun? diye-
rek merakını belirtti.
Anne gülümsedi:
- Elbette yavrucuğum, biz bütün canlı-ar insanların konuşmalarını anlayabiliriz!.
- İnsanlar da bizim konuştuklarımızı anlarlar mı?
- Hayır!
- O zaman biz insanlardan daha üstün, daha akıllı yaratıklarız, değil mi?
- Hayır yavrum!
- Ama, neden onlar bizim konuştuklarımızı anlamıyorlar da biz onların konuştuk-larını anlıyoruz?!
- Çünkü küçüğüm, Allah bizi insanlara hizmet etsin diye yaratmış! Eğer biz onları duyup anlayamasaydık, onlara nasıl hizmet edecektik?!!
- “Hizmet etmek!” ne demek?
- Öğreneceksin, hele acele etme!.
Bu sırada ahırın açılan kapısından üç beş yaşlarında mini minnacık bir kız çocuğu girdi. Avazı çıktığı kadar bağırdı.
- Aaaaa! Ne kadar güzel bir yavru bu böyle!?
Babası kızı kucağına alarak anne ile yavru atın bulunduğu bölmeye yaklaştırdı. Çocuk ellerini öne doğru uzatarak yavruyu tutmaya çalışıyordu. Yavru tay, bu küçük kız çocuğuna merakla bakıyor, kulaklarını dikmiş söyleyeceklerini dinleyip anlamaya hazırlanıyordu. Babası:
- Haydi bakalım Sema, bu yavruya bir isim bulalım, dedi. Sema sevinçle:
- Ben daha doğmadan bulup hazırladım O’nun adını baba!
- Ne buldun? Söyle bakalım!
- Tayperi! Tayperi!
Diğer seyis Sema’yı yanaklarından ok-şayarak:
- Aferin sana küçük hanım. Güzel bir isim bulmuşsun. Tayperi büyüyünce O’na ilk seni bindireceğim, söz! Sema, minik elleriyle alkış tutarak:
- Yaşasın, diye bir çığlık attı. Bu çiftlikte her yeni doğan at yavrusuna çiftlik çalışanları bir isim veriyorlardı. Bu isimler bu yavrularla birlikte ölene kadar duruyor, büyüyüp yarışlara katıldıklarında bile bu isimlerle yarışıyorlardı. Çiftlikte çalışan hem seyisler hem diğer çalışanlar atlara ne tür isim verecekleri konusunda bilgili kişilerdi!
Seyisler, anne Alservet’in önüne bir kova ılık su koydular. Alservet kana kana içti bu sudan...
Yeni doğan yavruya bir iğne yaptılar. O günden sonra otuzkırk gün dışarı çıkmadı anne Alservet ve Tayperi. Öteki atlardan ayrı bir bölümde dinlendi beslendiler. Yiyecekle-ri, içecekleri seyisler tarafından getirilip önlerine konuluyordu her gün. Tayperi günden güne serpilip güzelleşirken anne Alservet de iyice dinlenmiş, yavrusunu karnında taşımanın getirdiği yorgunluğu bütünüyle üzerinden atmıştı. Ahırda kaldıkları bu süre içinde Tayperi hayat hakkında bütün merak ettiklerini annesinden sorup öğrenmiş, ne için yaratıldığını iyiden iyiye kavramıştı. Her şeyi yaratan bir yüce yaratıcı olduğunu, bu yaratıcının bütün varlıkları insanlara hizmet etsin diye, insanları da ken-disine kulluk etsin diye yaratmış olduğunu anlayıp kavradı. Demek ki boş yere yaratılmamışız, demek yaşamanın bir gayesi varmış! diye düşünmeye başlamıştı daha ilk günlerinde.
Annesi Tayperi’nin bütün sorularını usanmadan sevecenlikle cevaplamıştı. Dünyada atlardan başka, insanlardan başka canlı cansız daha sayısız varlık olduğunu, bunlardan kendileri gibi ayaklı olanlara hayvan dendiğini, toprağa tutunarak yaşayanlara ise bitki dendiğini de öğrenmişti. Hem hayvanların hem de bitkilerin insanlar için yaratıldığını öğrendiğinde insanlara neden saygı duyması gerektiğini de anlamış oldu. Fakat Tayperi, bu öğrendiklerinin daha kendisine yetmeyeceğini, o kadar çok bilgi edinmesi gerektiğini duyduğunda dışarı çıkmak için can atmaya başladı. O günü sabırsızlıkla bekledi.
Nihayet annesi ile dışarı çıktıkları zaman ilk doğduğu andaki gördüğü dünyadan daha bir güzel olduğunu fark etti dünyanın. Zaten o gün ne görebilmişti ki?!
Öteki atlarla birlikte bırakıldılar ahırdan. Tayperi’nin dışarı çıkarıldığı bu ilk gün, doğduğu gün annesini kutlayan atlar şimdi Tayperi ile tanışmak için sabırsızlanıyorlar-dı. Annesi ve Tayperi ile birlikte yirmi tane at olmuşlardı bu çiftlikte. Bütün atlar Alservet ve Tayperi’ye yakın duruyorlardı.
Anne Alservet, bütün at arkadaşlarına seslendi:
- Beni dinleyin arkadaşlar!
Atlar kafalarını kaldırıp, kulaklarını dikerek Anne Alservet’i dinlemeye başladılar.
- Biliyorsunuz bir kızım oldu. Adını size ben söyleyeyim. Siz de kendinizi tanıtın kızıma!
İşte bu: Tayperi!
Atlar hep bir ağızdan kişnediler:
- Çok yaşasın, çok günler görsün! diye haykırdılar!. Bu çiftlikte eskiden beri atların uyguladıkları âdetleri böyleydi. Tayperi sevinçle koşmaya başladı çayırda sağa sola. Birkaç at O’na doğru koştular, kendilerini tanıttılar:
- Aramıza hoş geldin, benim adım: Alabora!
Bir başkası heyecanla atıldı:
- Ben de; Gümüşyele’yim. Seninle oyunlar oynarız değil mi?
Tayperi:
- Sen istersen tabii oynarız, dedi. Gözlerinin içine bakarak Gümüşyele’nin. Çayırlarda hem otluyor hem de konuşuyorlardı. Tayperi yanına yeni yaklaşan her ata meraklı gözlerle bakarak kim olduk-larını öğreniyordu. Ahırdayken annesi anlatmıştı.
“-Atların hepsi ile dost olacaksın, onlar konuşurken dikkatli dinlemelisin!” demişti Tayperi’ye. Bir başka at:
- Aramıza hoş geldin sevgili dostum, bana: Tolgakut derler.
Bu şekilde, o gün, akşama kadar Tayperi çiftlikteki diğer atların da adlarını teker teker öğrendi:
Demirbilek, Çakırkısrak, Meltemgül, Kızılbörü, Karayağız, Demirkırca, Dumanşah Alevköpük, ve Alevyele... Bunlar da diğer atların adları idi. Hepsinin adlarını aklında tuttu. Hiç birini unutmaması gerektiğini söylemişti annesi. Kimseye bir daha ismini sormak olmazmış, daha doğrusu ayıp olurmuş!
- Öğrendiğin bir atın adını unutursan seni ayıplarlar, demişti.
Çiftlikte Tayperi’den başka küçük tay yoktu. Bu yüzden olsa gerek Tayperi bir yaşına gelene kadar bütün atların yakın ilgisi ile geçirdi günlerini. Her zaman Tayperi’ye yardım etmek için yarışıyordu sanki bütün atlar. Sanki her biri Tayperi’nin annesi idi yahut da babası!. Öyle sevecen öyle sıcak davranıyorlardı aralarına yeni katılan bu taya.
Çiftliği geziyor çevresini tanımaya çalışıyordu. Bir de baktı ki çayırların etrafında tel örgüler var! Şaşırdı!. En yakınındaki Kızılbörü’ ye:
- Bu tel örgüler neden var? diye sordu. Aklından kötü şeyler geçiyordu.
- Bilmiyor musun dostum? Biz bu tel örgülerden dışarı çıkmayalım diye!
Tayperi:
- Yani biz, burada özgür değil miyiz?! Dilediğimiz yere gidemez miyiz?!
- Tabii ki gidemeyiz!. Bu tel örgüleri aşmamız yasak!
- Ama neden?! Neden esir edildik ki?!
- Esir edilmedik dostum! Ama nereye gideceğiz?! Haydi gittik diyelim ne yapacağız ki gittiğimiz yerde?!
Tayperi anlamak istemiyordu. Veya anlıyordu da kabul etmek istemiyordu bu durumu. Annesine koştu:
- Anne! Biz, neden bu çiftlikten başka yere gitmiyoruz?!
- Çünkü burası bizim evimiz!
- Evimizden dışarı çıkamaz mıyız?
- İşte dışarıdayız ya kızım!
- Hayır! Daha uzaklara, dilediğimiz yerlere gitmemiz yasak mı?!
- Daha uzaklarda bizim ne işimiz var kızım? Neden gidelim?
- Ama ben gitmek istiyorum anne!
- Gidemezsin Tayperi’m! Gidemezsin! Yasak olduğundan değil! Başka yerlerde burada bulduğun rahatı bulamazsın da o yüzden gidemezsin! Hem unutma ki sen bir ya-rış atı olacaksın. Senin için en güzel yer burası! Bak arkadaşlarımız, dostlarımızla bu-rada, gönlümüzce koşabiliyoruzya?!
Tayperi, seslenmedi. Ama annesinin gönlü kırılmasın diye sustu sadece. Yoksa bu tel örgüler içinde kalmaya razı olmuyordu aklı bir türlü!.
Bir gün Demirkırca Tayperi’ye:
- Şu merak ettiğin, tel örgülerin arkasındaki dağlarda başıboş gezen atlardan haberin var mı? dedi. Tayperi bunu hiç duymamıştı.
- Gerçekten mi? Orada atlar var mı? dedi merakla.
- Var tabii! Hem de onların çevresinde böyle tel örgüler yok! Diledikleri yerlere gi-debiliyorlarmış! Tayperi içini çekti:
- Ah, keşke ben de onların yanına gidebilsem! dedi.
- İstersen beraber gidebiliriz dostum!
- Sahi mi? Gerçekten gidebilir miyiz?!
- Neden olmasın? Sen yarın benim arkamdan gel. Seyislerin görmedikleri bir yerde tel örgülerden atlar kaçarız!
Aslında böyle bir kaçış plânı yapmalarına hiç gerek yoktu. Seyisler onları serbest bırakırlardı her zaman!. Şimdiye kadar atlar bu çiftlikten dışarıya çıkmayı hiç düşünmemişler, buradan kaçan at olmamıştı hiç!
Ertesi gün iki kafadar arkadaş kimseye görünmeden çıkıp gittiler karşı dağların eteklerinde başıboş yaşayan atların yanlarına. Ama akşam olmadan da geri döndüler.
Gittiklerine pişman olmuşlardı. Çünkü oradaki atlar bunları aralarına almamışlar:
- Çıkıp gidin bizim otlağımızdan, diyerek bunlara çifteler savurmuşlardı.
Bu atlar, çevre köylerdeki çiftçilerindi. Bahar aylarında bahçelerini bu atları saban-lara koşarak sürerlerdi. Sonra bir yıl bobyunca serbest bıraktıkları yarı yabani yarı evcil atlardı. Hem de çiftlikten başka bir yere giderlerse, dağlarda aç kalmış kurtlara yem olacaklarını söylemişlerdi.
Demirkırca, Tayperi’den altı ay büyüktü. Annesinden pek çok kurt masalı dinle-
mişliği vardı. Onun için kurt lafı edilmesinden korktu ve hemen geldikleri yerden çiftliğe girmek zorunda kaldılar. Yaptıklarını kimseye söylemediler! Bir daha da bu çiftlikten ayrılmak istemediler. Çiftlikteki büyük atlar öğle sıcağında buldukları genç atları bir gölgeye çekerek onlara nasıl iyi bir koşucu olacaklarını anlatırlardı. Bu sırada anne babalarından dinledikleri, bildikleri geçmişe ait hikayeler de anlatırlardı genç atlara!
Bir gün bilge Dumanşah, Tayperi’ye:
- Söyle bakalım Köroğlu’nun atını duydun mu hiç? diye sordu. Tayperi:
- Yok, duymadım, dedi.
- O zaman annene söyle sana anlatsın!
Tayperi, doğruca gidip Dumanşah’ın söylediklerini anlattı annesine. Annesi:
- Dumanşah burada bulunan atların en bilgesidir. Bir gün sana O anlatsın Köroğlu’-nun atını! Ama şunu bil ki kızım eğer ileride iyi bir yarış atı olmak istiyorsan kendini
Köroğlu’nun atının yerine koymalısın. Üstündeki biniciyi de Köroğlu saymalı, o heye-canla koşmalısın! İşte o zaman kazanamayacağın koşu olmaz senin de! Bunu böyle bil böyle inan kızım, dedi.
Tayperi o günden sonra Köroğlu’nun kim olduğunu atının nasıl olduğunu düşündü kendince. Acaba nasıl bir attı? Tayperi, bir başka gün Kızılbörü ile çiftliğin ortasından akıp giden ırmak kenarında oynaşıyordu. Köroğlu’nun atını Kızılbörü’ye sordu:
- Sen Köroğlu’nun atını biliyor musun? dedi. Kızılbörü:
- Bunu bilmeyen yarış atı olur mu? Elbette biliyorum! dedi.
- Bana anlatır mısın?
- Köroğlu’nun babası çok iyi bir seyis imiş. Bir deniz aygırı ile al bir kısraktan olan zayıf, bakımsız bir atı Bey’e götürmüş. İleride çok iyi bir at olacağını biliyormuş. Ama Bey denen cahil, zalim adam; kızıp seyisin gözlerini kör etmiş. Bu seyisin oğluna Kö-roğlu demişler. O beğenilmeyen zayıf, sıska at da bir at olmuş ki.. görenler parmağını ısırıyorlarmış!.
Kır beyaz, görkemli bir atmış. Güzellik dersen onda, asalet dersen onda!. Yürüyüşü, duruşu, koşuşu bambaşka bir at imiş ki, kim sahip olsa bir ordu içine yalnız saldırma ce-saretini bulurmuş kendinde. Onun çevikliğine, onun hızına, yetişecek, ayak uydura-cak, onunla yan yana yola gidecek bir at daha yokmuş o çağda!
Tayperi anlatılanları dinlerken bir taraftan da kendisinin de bu at gibi güzel, çevik, hızlı koşan bir at olabileceğini düşünüyordu. Şöyle.. belli etmeden bacaklarının biçimini, tüylerinin güzelliğini inceliyordu.
Kızılbörü’ye teşekkür ederek uzaklaştı. Doğruca annesinin yanına gitti.
Tayperi, günlerini neşeyle geçiriyordu. Yaşantısından memnundu. Ama yine de merak ettiği, bilmek istediği bazı soruların cevabını bulamamıştı. Mesala, “- Neden yarış atı olmak zorundaydı, buradaki atlar?! Başka bir yerde başka işler yapamazlar mıydı?!
Bu düşüncelerini annesine açtı. Anne Alservet, gülümseyerek:
- Olmaz olur mu kızım? Biz atlar her bir işe yarayan faydalı hayvanlarız. Ancak bu çiftlikte hayata başlayan bizim gibi cins atlar, yük taşımak için yaratılan atlardan değişiktir, farklıdır! Bizler iyi koşarız ama yük taşımaya, araba çekmeye, tarlada sabana koşulmaya dayanamayız! Kısacası bizler koşu atlarıyız! Bütün amacımız iyi bir koşu atı olmaktır!. Eğer bu durumu beğenmiyorsan, sen bilirsin! Git karşı dağların yamaçlarında başıboş gezen atlara katıl! Hatta onların içinde benim bir eski dostum var! Git ona benim selamımı söyle!
Tayperi annesinin bu sözlerinden büsbütün şaşkına döndü!. Demek, başıboş gezen atları annesi de tanıyordu ha!!! Sanki oraya daha önceden gizlice hiç gitmemişler gibi annesine:
- O, atların yanına nasıl gidebilirim ki? Her tarafımız çitlerle çevrili? dedi. Annesi:
- Bak kızım! Sana bir yol göstereyim. Irmağın akışı yönünde git, çit olmayan küçük bir yer var ileride. Oradan kolaylıkla dışarı çıkabilirsin. Ama eminim ki, iki gün sonra buraya geri döneceksin, gör! Çünkü, oradaki atların yaşantısı bizimkinden daha zor! O at-lar da bizim gibi burada çiftlikte yaşamak için can atıyorlar!. Tayperi:
- O atların içinde senin tanıdığın atın adı ne anne?
- Adı Çakırkısrak! Bir zamanlar o da bir koşu atıymış. Ama çok yaşlanıp hastalanınca, ata meraklı bir köylüye satılmış! Git sana anlatsın bu çiftlik dışındaki senin arzuladığın hayatı! Tayperi annesinin gönlünü kırmak istemezdi hiç:
- Bana kızmıyorsun değil mi anneciğim? Diye annesine sokuldu.
- Hayır güzelim kızmıyorum! Ama senin aklından geçenlerin bir gün başına kötü bir iş getirmesinden korkuyorum?!
- Sen hiç korkma anne! Bir gün başıma kötü bir iş geleceğini anlarsam bana şimdiye kadar öğrettiklerinden faydalanacağım! Merak etme sen hiç! Ben akılsız bir at değilim! Diyerek annesinin yanından uzaklaştı. Doğruca Demirkırca’yı buldu. Annesi ile aralarında geçen konuşmaları heyecanla anlattı bir bir! Demirkırca da hâlâ çiftlik dışındaki hayatı merak eden, henüz bir buçuk yaşında genç bir attı. Tayperi ile yeniden çiftlik dışına çıkmaya karar verdiler. Üstelik bu sefer büyük bir attan izin almışlardı. Nasıl olsa, bulundukları çiftlikte serbest hareket edebiliyorlardı. Bu yirmi dekarlık arazide akşama kadar diledikleri yere gidebilirler, seyisler bir şey demezlerdi.
Belki akşam ahırlara girerken kendilerinin olmadığını fark ederler, aramaya çıkarlardı ama.. o zamana kadar Tayperi ile Demirkırca çoktan gidecekleri yere gitmiş olurlardı çoktan!
İki genç kafadar bu macerayı yaşamaya öylesine heveslilerdi ki hiçbir tehlike gözlerini korkutmuyordu. Sürüden uzaklaşarak ırmağa yöneldiler. Sanki iki at oyun oynuyormuş gibi suya girerek akıntı yönünde yavaş yavaş koşmaya başladılar. Az sonra da anne Alservet’in söylediği çit olmayan yerden kendilerini dışarı attılar!
Vakit akşam üzeri idi. Buradaki atlar akşam karanlığı bastırmadan belli bir bölgede toplanmaya başlamışlardı. Aralarına gelen bu iki atın daha önceden gelenler olduklarını bir bakışta anladılar. Yine çifteler savurarak kovmak üzere saldırı pozisyonuna geçtiler! Ama bu sefer Tayperi hemen kendini tanıttı.
- Ben, dedi, Alservet’in tayıyım! Burada Çakırkısrak adında bir at varmış Onu görmeye geldim! Bu sözlerden sonra yabani atlardan birisi:
- Şu anda Çakırkısrak burada yok, az sonra gelir. O gelene kadar yine de aramıza girmeyin. Şurada bir kenarda bekleyin! dedi. Beklediler. Çakırkısrak, tam güneş batarken geldi. Buradaki atların en güzeli idi ilerlemiş yaşına rağmen. Tayperi’nin kendisini görmek istediğini söylediklerinde yanlarına geldi:
- Geçen günlerde buradan kovduğumuz tay olmalısın sen, dedi. Tanımıştı. Tayperi:
- Benim adım Tayperi. Bu da arkadaşım Demirkırca. Annemin Selamı var, diyerek söze başladı.
- Annen kim senin?
- Şuradaki çiftlikte yaşayan Alservet!
- Yaaa! Sen Alservet’in tayı mısın?
- Evet!
- Peki, ne arıyorsunuz burada? Neden çiftlikte değilsiniz şimdi?
Demirkırca anlattı geliş sebeplerini.
- Biz, yarış atı olmak yerine sizler gibi buralarda serbest gezmek, sizinle yaşamak istiyoruz!
- Bak sen! Neden bizim gibi olmak istiyorsunuz ki?
- Bilmiyoruz, dedi Tayperi. Ama siz, buradaki atlar bizler gibi çitlerle çevrili bir alanda yaşamak zorunda değilsiniz. Canınız istediği yere gidebilirsiniz. Herhalde bunun için sizlere katılmay çok istiyoruz!
- Hımmm! dedi, Çakırkısrak! Siz çocuklar hep böylesinizdir. Olsun bakalım. Buyurun. Aramıza hoş geldiniz!.
Burası Tayperi ve Demirkırca’nın kaldıkları çiftliğin hemen yanı başından başlayıp çitlerle ayrılmış bir tarafında uzanan ormanlık ve dağlık bölgelerle sınırlı geniş bir çayırlıktı. Bu çayırlıkta gecelerdi yabani atlar. Akşam karanlık olmadan buraya topla-nırlar, olabilecek tehlikelere karşı birlikte hareket ederek sabahı beklerlerdi.
Hemen yanı başlarındaki dağlık ve ormanlık bölgede yaşayan kurt, çakal ve domuzlar zaman zaman atlara saldırıp parçalamak, yemek isterlerdi. Atlar içim hem büyük tehlike hem de atların korkulu rüyaları idi bu yabanî hayvanlar. Onların yüzünden korkusuz, kaygısız bir geceleri geçmezdi. Bu yüzden bir arada gecelemek, birbirleri ile yardımlaşarak tehlikelerden korunmak zorundaydı bu atlar.
Burada yüz elli iki yüz kadar at vardı tahminen. Yirmişer otuzarlı gruplar hâlinde kümelenmişlerdi. Çakırkısrak, yani bu yarı yabani atların içindeki yaşlı yarış atı yüksek sesle kişneyerek öteki atların kendisini dinlemelerini söyledi. Belli ki bu atlar içinde sevilip sayılan sözü geçen bir at idi Çakırkısrak!. Bütün atlar sustular. Kulaklarını dikerek dinlediler:
- Arkadaşlar! Bu gece aramızda iki konuk kardeşimiz var! Bizimle kalmak bizim gibi yaşamak istiyorlarmış! Bu gece nöbet tutan arkadaşlarımız her zamankinden daha bir dikkatli olsunlar!. Konuklarımızı kurda, çakala kaptırmayalım!
Bütün atlar, Çakırkısrak’ı onaylarcasına kişnediler. Sonra her grup kendi arasında konuşmasını sürdürdü. Ay dolunay hâlinde tepelerinde göründü. Bu gece Tayperi ve Demirkırca için son derece ilginç bir gece idi. Hayatlarında ilk defa ahır dışında geceleyeceklerdi bu gün. Tayperi’nin aklına az önce Çakırkısrak’ın söyledikleri takılmıştı:
- Efendim, az önce galiba kurttan bahsettiniz! Anlayamadım! Buraya kurtlar gelir mi? Yoksa yanlış mı duydum ben?!
- Hayır doğru duydun Tayperi! Geceleri kurtlar gelir bazen?
- Ya çakal dediklerin nasıl bir hayvan?
- Çakallar da kurtlara benzeyen, yırtıcı hayvanlardır. Kurtlardan daha kurnaz, daha tehlikeli olurlar. Sürüler halinde gezer, saldırırlar! Biz burada kurtlara da çakallara da çok at kardeşimizi kaptırdık şimdiye kadar! Ama korkmayın bu gece sizi koruruz biz. Bir saldırı olursa eğer, en son siz kurtlara yem olursunuz bunu bilin, bize güvenin! Çünkü bu gece biz, burada bulunan şu on beş arkadaş sizi tam ortamıza alarak uyuyacağız! Nöbet tutan arkadaşlarımız da daha dikkatli olacaklar.
- Siz böyle her gece nöbet mi tutuyorsunuz?
- Elbette! Her kümedeki atlardan ikisi uyanık kalır. Etrafı dinler, koklar! Çevrede bir tehlike sezerse bizleri uyandırırlar. Biz de ona göre tedbirimizi alır bir saldırı olursa saldırganları sert çiftelerimizle savuşturmaya, hayatta kalmaya çalışırız!
Tayperi ile Demirkırca, bu duyduklarından hiç de hoşlanmadılar. Yüzleri korku ile gerilmişti! Gece ilerliyor, dolunay yükseliyor, ha-va gittikçe soğumaya başlıyordu. Tayperi safça bir soru sordu:
- Yani sizi koruyan bekçi köpekler yok mu burada?!
Bu soruya kümedeki bütün atlar güldüler kıs kıs! Ama konukları üzmemek için pek belli etmediler. Hep bir ağızdan:
- Yok!! demekle yetindiler.
Demirkırca tüylerinin diken diken olmaya başladığını sezdi esen, gittikçe sertleşen rüzgârın etkisiyle! Utana sıkıla aklından geçenleri sormak istedi:
- Şeyy! Siz geceleri üşümüyor musunuz? Soğuk oluyor mu?
Çakırkısrak:
- Biz alışkınız dostum! Ama siz galiba biraz üşüyeceksiniz bu gece!
- Yok, yok.. dedi, Demirkırca! Ben de üşümem, ama belki Tayperi üşür diye sordumdu!!..
Tayperi atılarak:
- Ben de üşümem, dedi.
Öteki atlar Tayperi ve Demirkırca’yı tam ortalarına alarak uyku hazırlığına başladılar. Aralarından iki at nöbetçi olarak seçildi. Gecenin bir yarısına kadar birisi uyumayacak, kalan öteki yarısında da biri bekleyecekti. Diğer atlar rahatça uyuyabilirlerdi!.
Demirkırca ve Tayperi’nin yüreklerine bir sızı düşmeye başladı yavaştan yavaştan. Şimdiye kadar, hep sıcak ahırlarda, annelerinin yanında, güven içinde geçirmişlerdi gecelerini. Ama bu gün hem tehlike hem de soğuk vardı.
Gerçi kurdun, çakalın, sadece adlarını duymuşlukları vardı. Gerçekte bunların nasıl birer hayvan olduklarını bile bilmiyorlardı. Ama bütün atlar, kurt denen yırtıcı hayvanın kendilerine çok düşmanlık ettiğini anlatırlardı birbirlerine korkuyla! Demirkırca ve Tayperi de korkar olmuşlardı bu hiç bilmedikleri, görmedikleri hayvandan! Ama korktuklarını daha bu ilk geceden belli ederlerse kendileri ile dalga geçerdi buradaki atlar!. Onun için susuyor arada bir göz göze gelerek birbirlerinden cesaret almaya çalı-şıyorlardı, öteki atlara belli etmeden!
Kafalarında, olmadık kurt şekilleri canlandırıyor, ürperiyor hayali düşmanları saldırırsa nasıl kaçacaklarını tasarlıyorlardı. İkisinin de aklına ilk gelen hemen kaçıp çiftliğe sığınmaktı ilk tehlike ânında!
İyi ama? Madem kaçıp oraya sığınacaklardıysa, neden gelmişlerdi ki sanki oradan!? Hem daha bir gece bile geçmemişti ki?!
Tayperi annesinin sözlerini hatırladı:
“-Git ama göreceksin, en geç iki gün sonra buraya geri dönersin!” demişti!
Daha şimdiden her hangi bir tehlike yokken ortalıkta, çiftliğe dönmeyi düşünüyordu! Annesi nasıl da bilmişti! Demek ki burada yaşamak pek de güzel değilmiş! Eğer buradaki hayat çiftliktekinden güzel olsaydı, şimdiye kadar çiftlikte hiç at kalmazdı galiba!?. Yoksa, özgürlük sandıkları şey, çok mu tehlikeli idi acaba!?
Tayperi bunları düşünüyordu.
Demirkırca da benzer düşüncelerle uyuyamamıştı. Ama bir nöbetçi at dışında, bütün atlar uykuya dalmışlardı. Onları uyandırmak korkusuyla Tayperi ve Demikırca, karanlıkta göz göze geliyor ama susuyorlardı. Akıllarından geçenleri birbirlerinin gözlerinden okumaya çalışıyorlardı sanki!.
Böyle düşünceler içinde ne kadar vakit geöti bilemediler ikisi de!
Köpek havlamalarına benzeyen daha doğrusu ulumaya benzeyen sesler duyar gibi oldular. Sanki; “ Benim duyduklarımı sen de duydun mu?” dercesine bakıştılar.
Acaba neydi bu sesler?!. Daha bir dikkatle çevreye bakındı, kulaklarını iyice dikerek sesleri duymaya çalıştılar. Evet garip, uzun, korkunç uluma sesleri geliyordu çok uzaklardan. Biri susup bir başlıyordu gecenin ürperten sessizliğinde!
Daha doğrusu, Tayperi ve Demirkırca için ürpeten bir sessizlik başlamıştı. Yoksa öteki atlar, bu çok uzaktan gelen seslere aldırış ettikleri yoktu. Adeta mışıl mışıl uyu-malarına devam ediyorlardı hepsi de! Yalnızca nöbetçi atların dikkatle karanlıları kol-layan bakışları, pür dikkat çevreyi dinleyişleri uyanıktı! O kadar! Ne Tayperi ne de Demirkırca bu sesleri nöbetçi ata sormaya cesaret edemediler. İkisi de utanıyordu!
Ama dairenin ortasındaki bu iki yeni yetme atın huzursuzluklarını, uyuyamadıklarını nöbetçi at biliyor, görüyordu!. Öteki atları uyandırmamaya özen göstererek fısıltıyı andıran birsesle:
- Korkmanıza hiç gerek yok! Bunlar çok uzaklardan gelen çakalların ulumasıdır!
Haydi uyuyun artık! Dedi.
Korktuklarının bilinmesi bile hiç de iyi değildi! Cevap veremedi, sustular. Birbirlerine bakmadan da duramadılar! Aynı anda ikisinin de aklından geçenler şuydu: “Biz neden geldik ki buraya sanki?!”
Gece yarısının geçtiğini atların nöbet değiştirmesinden anladılar. Uykusuzluktan iyice yorgun düşmüşlerdi! Uyumaya çalıştılar! Yarı uyanık yarı uykuda geçti gecenin kalan bölümü de! Tan yeri ağarmaya başladığında bütün atlar uyanık ve ayaktaydılar.
Tayperi ve Demirkırca korkudan üşüdüklerinin bile farkına varamamışlardı. Güneşin ilk ışıkları vücutlarına değdiğinde anladılar bunu. Kasları gerilmiş, uyuşmuştu!.
Hafif silkinmelerle uyuşukluklarını atmaya çalıştılar. Onların bu hâlini gören yaşlı at; Çakırkısrak sordu:
- Nasıl? Gece iyi uyuyabildiniz mi?!
- Şeyy! dedi, Demirkırca! Ben azcık üşüdüm galiba!
- Sadece azcık mı üşüdün?
- Galiba!
- Ya Sen dostumun yavrusu?! Nasıl, iyi uyudun mu?
- Ben de üşüdüm biraz, galiba!
- Sadece biraz mı üşüdün?
- Galiba!
- Ya korktunuz mu hiç?!
Allah Allah!! Nereden biliyordu ki bu at akıllarından geçenleri? Yoksa uyumayıp kendilerini mi gözetlemişti sabaha kadar bu Çakırkısrak?! İkisi birden:
- Biraz galiba! dediler.
Bunun üzerine Çakırkısrak, neredeyse çayırlık yerdeki bütün atların duyacağı kadar yüksek bir sesle öyle bir kahkaha attı ki bütün atlar kulaklarını ve gözlerini bu iki misafir ata çevirdi!
- Evet! Öyledir dostlarım! Sıcacık ahırından kaçıp buraya gelen her at yavrusu biraz korkar, biraz üşür... galiba! dedi. Sözlerine alaylı bir şekilde devamla:
- Bunu bilmemek için ancak sizin gibi iki acemi tay olmak gerekir!. Şimdi beni iyi dinleyin! Bu söyleyeceklerim kulaklarınıza küpe olsun, yaşadıkça unutmayın!
Bu sırada diğer kümelerdeki atlar yavaş yavaş sabah yemekleri için birer ikişer kişilik daha küçük gruplar hâlinde dağılmaya başladılar. Tayperi ile Demirkırca Çakırkısrak’ı dinlemeye başladılar! Çakırkısrak sevecen, babacan bir tavır takınarak sürdürdü konuşmasını:
- Siz ikiniz, bundan bir süre önce de geldinizdi buraya, öyle değil mi?
- Evet, dediler utana sıkıla..
- O gün sizi buradan kovmuştuk hatırlıyorsanız!. “Bizim otlağımızdan çıkıp gidin!” demiştik. Sizi çiftelerimizle kovalamıştık!. Halbuki bu otlak bizim değildir! Yani senin, benim otlağım olmaz! Dünya nimetlerinde her canlının payı vardır! Ama biz, o gün sizi buradan uzaklaştırmak için böyle söylemiştik. Şimdi tekrar geldiniz!.. Annen Alservet ile biz çok eski dostuz! Annenin hatırına bu geceyi burada geçirmenize izin verdik. Ama gördünüz işte, burada bizler hiç de iyi bir yaşantı sürdürmüyoruz!
Sabaha kadar üşüyoruz her gece. Ve yine gördünüz, korkusuz bir gecemiz yok bizim. Bu nedenle at arkadaşlarımızı nöbetçi koyuyoruz. Hele kış gelince ne çektiğimizi bir Allah bilir, bir de bizler!. Kısaca küçük dostlar, bizim imrenilecek bir hâlimiz yok!..
Köylüler yaz bahar aylarında bizlere çeşitli işlerini yaptırıp kış yaklaşırken arpa ve saman yemesinler diye bizleri başıboş bırakırlar! Biz bu dağlarda korkuyla, açlıkla boğuşa boğuşa hayatta kalmaya çalışırız. Her sene pek çok sevdiğimiz arkadaşımız kurtlara yem olur gider.
Oysa siz, çiftlikte karnınız tok, sırtınız pek yaşar gidersiniz. Hastalansanız bakıcılarınız veterinerleriniz var! Yapmanız gereken tek şey iyi bir koşucu olmak! Daha ne istersiniz ki?! Dünyada her geçen gün atların sayısı azalıyor! Eğer bize katılırsanız, hem kötü yaşar, hem çabuk ölürsünüz. Gidin ait olduğunuz yere dönün!
Tayperi ve Demirkırca hiç seslerini çıkarmadan dinlediler Çakırkısrak’ı.
Zaten bir gecede çiftliklerinin kendileri için ne kadar rahat bir yer olduğunu anlamışlardı. Utanarak:
- Kusura bakmayın, dedi Tayperi. Sizi rahatsız ettik. Söylediklerinizi de anladım. Artık doğruca annemin yanına giderim! Çakırkısrak:
- Annene selam söyle, ne zaman isterseniz yine ziyarete gelin, ama burada kalmayı bizim gibi yaşamayı unutun gitsin! Siz büyüyüp iyi bir koşucu olmaya bakın!..
İkisi birden yaptıkları yanlışı anlamışlardı. Çakırkısrak’a söz verdiler:
- Bize verdiğin öğütlerden dolayı teşekkür ederiz. Çok çalışıp iyi birer koşucu olduğumuzu duyarsın inşallah! dediler ve çiftliklerine döndüler.
* * *
Anne Alservet, çok iyi biliyordu Tayperi’nin geleceğini. Ama hemen ertesi gün, bu kadar çabuk geleceklerini sanmıyordu.
Yine de güzel karşıladı yavrusunu ve meraklı arkadaşı Demirkırca’yı.
Geceyi nasıl geçirdiklerini, neler görüp neler duyduklarını sordu.
Her şeyi bir bir anlattılar. Bir daha çiftlik dışındaki hayata özenmeyeceklerine dair anne Alservet’e de söz verdiler!.
Aradan altı ay geçti. Tayperi bir yaşını doldurdu. Görkemli, alımlı bir at olmaya başlıyordu gittikçe. Artık annesine eski düşkünlüğü kalmamıştı. Kendi başına hallediyordu her işini. Bütün atlarla da dostluğunu arkadaşlığını iyice pekiştirmişti.
Bir gün çiftlikteki ağaçların gölgesinde oynaşırlarken Baydoru yanlarına geldi.
- Size biraz tarihten anlatayım mı çocuklar, diyerek söze başladı. Baydoru, bu çiftlikteki bütün atların saygı duydukları en yaşlı attı. Kimse onun sözlerini dinlemezlik etmezdi.
- Bir zamanlar atlar, insanlardan daha çoktu dünyada. Ordular, askerler, süvariler için at vazgeçilmez bir binekti. Atların nal sesleriyle inlerdi ovalar, dağlar, tepeler!
Atlar ki, padişahlara, şahlara bineklik ederdi. Atlar ki, kıtalarca koşar, ırmaklar aşar, uzağı yakın ederdi insanoğluna! Atlar ki, kale surlarına hücum eden binicilerine cesaret verir, serhatlerde kanatlanır uçardı!!..
Tayperi, Baydoru’ya sitem dolu itirazlarını sevecenlikle söyledi:
- Ama bize hep geçmişten anlatıyorsunuz siz? Yaşlı, Baydoru aynı sevecenlikle şöyle cavapladı.
- Çünkü bizim bütün bildiklerimiz geçmişten ibarettir. Yani, bilgi demek geçmiş tecrübelerin birikimi demektir.
- Ya gelecek? Oysa benim içimde geleceğe ait şeyleri öğrenme merakı var?
- Bak yavrucuğum, gelecek sadece hâyâldir, o bilinmez, ancak hâyâl edilebilir!.
- İyi ama işte ben o güzel hâyâlin içinde yaşamak istiyorum!.
- Dur, dur bir dakika bakalım! Kim demiş o hâyâllerin güzel olduğunu?
- Been!
- Hâyâl, yaşanmaz! Şimdilik yalnızca hâyâl kurabilirsin! Ama güzel hâyâl kurabilmek için de geçmişini iyi bilmen gerekir! Yoksa hâyâllerin kısır, güdük, çirkin kalır!. Geçmişini bilmeyen geleceğe ait hâyâller kuramaz. Ya arpa görür düşünde ya bir tutam yeşil ot! Oysa yaşamak ne arpa yemek, ne ot peşinde koşmak kadar basit değildir!.
Geçmişine kurşun sıkanın geleceğine gülle atarlar. Yavrum! Unutma!..
Sizler her biriniz, gelecekte iyi birer koşucu olmak istiyorsanız, soyunuzun geçmişini çok iyi bilmek zorundasınız!. Atların bu dünyayı nasıl ve niçin çiğnediğini bilmeyen, bu dünyayı ve yaşamanın kutlu anlamını çözemez!
Baydoru bu sözleri tebessümle söyleyip aralarından ayrıldı.
Bu, onun alışkanlığı idi. Zaman zaman genç atlarla, konuşur sonra aralarından sessizce uzaklaşırdı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.