Bahtsız BAHTİYAR
Bütün gece sürmüştü yağmur. Aralıklı olarak şiddetini arttırıp azaltarak devam etmişti sabahın ilk ışıklarına dek. Kimi zaman bardaktan boşanırcasına yağıyor, egzotik bir uğultu ile ritmik bir melodi gibi işliyordu insanın içine. Kimi zaman ‘ahmak ıslatan’ dedikleri biçimde, sessiz ve derinden. Rüzgarsız ve ıslaktı gece. Sonbahar olmasına rağmen, üşütmüyordu insanı yine de. Tan yeri ışımaya başladığında aniden kesilmişti.
Bütün gece uyumadan yağmurun sesini dinleyen ve Cunda adasının ışıklarına dalıp giden Bahtiyar yerinden kalktı. Gün ve gecenin buluşmasını izlemek için iskeleye gitmeye karar vermişti aniden. Zaten bütün kararları ani ve dönülmez olurdu. Balkondan içeri girdi. Avcı yeleğini ve üzerine de montunu giydi. Otuzaltı yıllık eşi Nazife ve yıllar sonra dünyaya gelen oğulları Soner derin uykudaydılar. Onlara şöyle bir bakıp, yavaşça kapıyı çekip kendini sokağa attı.
Dışarı çıktığında derin bir nefes aldı. ‘Yağmurdan sonra toprağın kokusu ne güzel’ diye düşündü. Dar ve eğimli sokakta adımlarını dikkatle atıyordu. Henüz yanmakta olan sokak lambalarının altında, ıslak arnavut kaldırımları ışıkları yansıtıyor, parıl parıl parlıyordu. Ana caddeye çıkarken, sokağın köşesindeki tabelaya takıldı gözleri. “HUZUR SOKAĞI” yazıyordu duvarda. Dudaklarında acı bir gülümsemeyle köşeyi dönüp caddeye çıktı.
Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Gece boyunca sığındıkları kuytulardan çıkan sokak kedileri ve köpekler etrafı koklayarak dolaşıyorlardı duvar diplerinde. İskeleye doğru devam etti yoluna. “Martı Çıkmazı”ndaki taş fırından sıcacık lorlu börek alıp. Tek tük geçenlere selam vererek Cumhuriyet Meydanı’na ulaştı. “İskele Aralığı”ndaki çay oçağının sahibi, emekli Cafer efendi sabah temizliği yapıyordu.
-‘Merhaba’ dedi. ‘Çayı demledin mi?’ diye sordu ardından.
-‘Oooo… Erkencisin’ diye yanıtladı. ‘Tabii demledim’.
Bahtiyar kapının önündeki tabureye oturdu. Elindeki poşeti sehpanın üzerine koydu. Cebinden sigara paketini çıkarıp, bir sigara yaktı. Denizin üzeri cam gibiydi. Sabahın sessizliğinde denizden balıkçı teknelerinin motor sesleri ulaşıyordu sahile. Ama henüz hiç biri dönmemişti. Daha erkendi zaten. Bir-iki saate kadar hepsi kıyıya döner iskeleye bağlarlardı teknelerini. İşte o zaman bir şölen başlardı. Balıkçılar balık ağlarını ayıklarken, havada martılar, rıhtımda ise kediler nafakalarını çıkarmak için bir yarışa girerdi.
-‘Buyur bakalım çayını’ dedi Cafer, bardağı sehpaya bırakırken.
Daldığı derin düşüncelerden uyandı Bahtiyar. Yüzünü Cafer efendiye dönerek, yüzündeki umutsuzluğu gizlemeye çalışır gibi, zoraki gülümsedi.
-‘Eyvallah’ dedi. ‘Al bakalım, bu da Siftah parası’.
Cebinden çıkardığı elli kuruşluk madeni parayı yere attı. Sigarasını söndürüp, poşetteki böreğin paketini açmaya koyuldu. Bir yandan kahvaltısını yapıyor, bir yandan da evin çatı onarımı için parayı nasıl tamamlayacağını düşünüyordu. Geçen kış bayağı sıkıntı çekmişlerdi. Her yağmurda akan çatı yüzünden Nazife hanımla tartışma çıkıyor, ağızlarının tadı kaçıyordu.
Bütün yaz onarım için para biriktirmeye gayret etmiştiler. Ama acil ihtiyaçlar ve Nazife hanımın ilaçlarına harcamak zorunda kalmışlardı büyük bölümünü.
-‘Günaydın efendim’ diye, zor işitilirbir ses duyduğunda irkildi. Sol tarafında, en sondaki taburenin başında bir genç adam duruyordu. Genç adam sırılsıklamdı. Belli ki, gece yağan yağmura yakalanmıştı. Tanımadığı bu genç adam, öylece ayakta dikilip duruyordu.
-‘Gel, otur evladım’ dedi Bahtiyar. ‘Üşümüşsündür, bir çay iç, için ısınsın’ diye seslendi.
-‘Teşekkür ederim, ben almıyayım’ dedi genç adam.
-‘Gel hele, gel’ dedi bahtiyar. Sonra içeri seslendi.
- ‘Cafer efendii… İki çay getir bize’.
Genç adam huzursuzdu. Ama yavaşça sokuldu ve Bahtiyar’ın yanındaki tabureye oturdu. Hiç konuşmadan dakikalar geçti. Cafer efendi çayları getirdi. Şekerlerini atıp karıştıamaya başladıktan sonra, konuşmaya başladı genç adam.
-‘İsmim Recep, efendim. Burada tatil için bulunuyorum. Tatil iznimi geç de olsa aldığımda sevinmiştim. Sonra, daha yeni tanıdığım bir arkadaşla Ege kıyılarını gezmeye karar verdik ve yola çıktık. Burada, Çamlık bölgesinde bir çadır kamping de konaklamıştık. Aslında her şey çok güzel başlamıştı. Ama dün gece, çadırın içine dolan yağmur suları ile uyandığım zaman, baktım ki arkadaşım sandığım kişi kayıplara karışmış. Hem de, tüm eşyalarımı ve paramı da alarak. Fark ettiğimde sağa sola koşuşturdum ama ne yazık ki, çoktan sırra kadem basmıştı. Yürüyerek merkeze kadar geldim ve karakola bildirdim. İfademi aldıktan sonra “eğer bulursak sana haber veririz” diye beni gönderdiler. İşte hepsi bu efendim’ diye başından geçenleri anlattı.
Olayı hayret ve üzüntü ile dinleyen Bahtiyar, yerinden kalktı ve genç adamın gözlerine bakarak, otoriter bir şekilde;
-‘Kalk bakalım delikanlı’ dedi. ‘Sen benim oğlum yerindesin, şimdi hiç itiraz istemem, doğruca bize gidiyoruz. Hasta olmadan sana bir çare bulalım’ diye konuştu.
Eve gittiklerinde durumu öğrenen Nazife hanım da çok üzülmüştü. Önce sandıktan bir trafik kazasında ölen oğullarından hatıra kalan giysileri çıkartıp Recep’e verdi. Daha sonra da güzel bir kahvaltı hazırladı. Islak giysilerden kurtulan ve karnı doyan Recep, uykusuz ve yorgundu. Daha fazla dayanamadı ve gösterdikleri odada derin bir uykuya daldı.
Saatler sonra uyandığında, Bahtiyar ve nazife hanım, yüzlerindeki insancıl bir yardım yapmanın mutluluğu ile karşıladılar Recep’i. Hazırlanan sofraya oturduklarında günün sona ermesine az kalmıştı. Yemeklerini yerken, Bahtiyar onun durumu ile ilgili araştırma yaptığını anlattı. Ama, maalesef olumlu bir sonuç da çıkmamıştı karakoldan. Çalınan eşyalarının yerine çarşıdan birkaç parça eşya almışlardı. Evine dönüş için ise, saat 23 de kalkacak olan İstanbul otobüsünde yerini ayırtmışlardı.
-‘Yanlış anlama delikanlı’ dedi Bahtiyar. ‘istediğin kadar burada misafirimiz olup, tatiline devam edebilirsin’. ‘Rahmetli oğlumuz Mümtaz ile aynı yaşta olduğun için, onun yerine seni evladımız gibi bağrımıza basarız. Bundan mutluluk duyarız’.
Bu kadar yakın ilgi ve konukseverliğe şaşırmıştı Recep. “Demek ki, böyle insanlar hala varmış yeryüzünde” diye düşündü. Bütün öfkesi geçmiş, yüreği mutlulukla dolmuştu. Aynı zamanda, asla unutamayacağı bir insanlık dersi almıştı. Hızla tükenmişti zaman. Ve otobüsün kalkma saati geldiğinde, üçü de gözyaşlarını tutamamıştı.
Mevsim sonbahardan kışa döndüğünde daha da artmıştı Bahtiyarın sıkıntıları. Odun bile alamamışlardı daha. Çatı onarımı ise artık imkansız gibi olmuştu. Çünkü ellerinde avuçlarında ne varsa Tanrı Misafiri olan Recep için harcamışlar, bunu yaparken bir an bile terddüt etmemişlerdi. Ama kıt kanaat geçinen insanlar için bu zor bir kış demekti.
Küçük oğulları Soner’in okul giderleri yüzünden, yarı aç yarı tok yaşıyorlardı. Evde soba yanmadığı için öksürük nöbetleri geçiren Bahtiyar, en sonunda eşi Nazifenin ikna etmesi ile Devlet Hastahanesine gitmiş, muayene sonucu Zatürre olduğu teşhisi konmuştu. Komşular tarafından gıda yardımı görüyorlar ama ilaçları alamıyorlardı. Hastalığı hızla ilerleyen Bahtiyar, yine bir öksürük nöbeti geçirdiği gece hasrahaneye kaldırıldı. Yatarak tedavisine başlandığında, Soneri komşularına bırakan Nazife hanım, Bahtiyar’ın yanından hiç ayrılmadan günlerce hastahanede kalmıştı. Onlar hastahanede oldukları bir gün kapıları çalındı. Yanıt alamayan postacı getirdiği telgrafı kapının altından atıp uzaklaştı.
İsmi Bahtiyar’dı ama belki de mutlu olmayı en çok hak eden insanlardan biri olmasına rağmen son günlerinde mutlu olamamıştı. Hastahaneye yatışının onsekizinci günü ne yazık ki, solunum yetmezliğinden yaşamı sona ermişti Bahtiyar’ın. Cenaze töreninden sonra zorunlu olarak eve dönen Nazife hanım, ertesi gün postacının getirip kapının altından içeri attığı telgrafı gördü. Merak içinde, tek tesellisi küçük oğlu Sonerin okuldan dönmesini bekledi. Eve dönen Soner telgrafı okurken heyecan içindeydi. Şöyle yazıyordu telgrafta;
“Sevgili Bahtiyar baba ve Nazife Anne. Sizleri arayamadım, kusuruma bakmayın. Eve döndüğüm zaman ne yazık ki, tek varlığım annemi kaybettiğim haberini aldım. Sizleri çok sevdim ve eğer kabul ederseniz aileden kalan miras ile orada bir ev alıp, sizlerle birlikte yaşamak istiyorum. Cevabınız ne olursa olsun, artık ailem sizlersiniz”. Recep IRMAK.
02/12/2010 Ayvalık