- 847 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Şerefine insanoğlu
Geçen sabah, erikli yoğurdumu yedikten sonra vücudum, fizyolojik uyum içinde süre gelen değişikliklerini önce bir yorgunlukla başlayan ve çok geçmeden gözlerimin kanlanması, karnımın şişmesi, kulaklarımın büyümesi gibi değişikliklerle anti aritmik bir uyumsuzluğa getirene kadar neler olduğunu kavrayamadım ve yanlış tanılarla vücudumun kimyasını dengede tutacak performans egzersizleri yapmakla geçiştirmeye çalıştım.
Çok değil birkaç saat sonra vücudumun içyapısında da değişiklikler olmaya başladı. Kimyasal bir çözülmeyi yaşamaya başladığımda ise ağzımdan çıkan köpüklerde yüzer bir haldeydim. Kulaç attıkça kimyasal reaksiyon hızlanıyor ve eriyordum.
Erikli bir yoğurdu yemiş olmanın hemen ardından gerçekleşenleri bu şekilde tarif etmem sizlere katlanılamaz bir acıyı da beraberinde yaşadığımı düşündürmesin. Acıya makûs, meşum bir sarhoşluğun verdiği keyifle neler olduğunu ve en sonunda ne olabileceğini anlamaya çalışmanın telaşı içerisinde idim.
Oylat kaplıcalarında bir salıncakta sallanırken, annesinin elinden tutarak hemen yanı başımdaki boş salıncağa getirdiği, o çocuk gözlerimin abarttığı güzellikteki kızını görünce birkaç artistik sallanma girişimiyle hızlanarak hemen ardından alnımın üstüne çakıldığımda kendimden geçip o kızla yaptığım düğünde çalan armonikaların eşliğinde yaşamamış olsaydım bu saatler süren fiziksek parçalanmaları ve kimyasal çözünmeleri kesinlikle yeniden tasarlanarak yaratılmış olduğuma inanırdım ben de ayna da kendimi gördüğümde...
Tam tamına kırk bir bin kolum vardı ve bunları tek bir kolumla değil de kırk bir bin kolumla sayabilmem için 1024 bit mimarisiyle donatılmış yedi çekirdekli yedi başım vardı.
Ne bir uğultu ne bir kaos hakimdi, her an bin dişli bir palete dönüşmek için arada bir titreyen bu yeni ayaklarımın çıkarttığı kemikten çok farklı seslerden başka...
Hatırası alnımda iz bırakmış oylat kızından daha güzel olan sevgilimle sorunlar yaşıyordum da bunun üstesinden gelebilmek için mi dönüşmüştüm güç homurdanan bir yaratığa... Onun avucuna sıkıştırdığım yüreğime, ona yazdığım şiirle bile tutsak düşmeyecek kadar güçlü bir sevgili için ne ifade ederdi ki öfkesini dizginleyemediğim, benden dönüşmüş bir yaratık...
Öyleyse niçin bu haldeydim, nedendi bu dönüşüm neyin hazırlığıydı bir flüoresanın cıvayı buharlaştırmaya başlamasına benzer bir sükûnetle bekleyişim.
Pasifik’in ortasına bir ayağımla bastığımda dönüşümle birlikte donatıldığım doğaüstü özellikleri de biliyordum artık.
Ölü bedenlerin yattığı toprakları gıdıklayarak ruhları bedenleriyle birlikte yeniden ayağa dikebiliyordum. Kırk bir bin kolum vardı ve her bir kolum an diliminde kırk bin tokat atabilecek kapasitede mekanize edilmişti. Bulutlarla besleniyor ve enerjimi çarpıştırdığım bulutlardan sağlıyordum. Siz dünyalıların kurduğu iletişim ancak bir kulağımdan girip yapacaklarımla ilgili bir bilgi akışı filtresinden geçtikten sonra diğer kulağımdan çıkarak sağlanabiliyordu. Kâinatın tüm gücü benim yüreğime akıyordu ve ay yörüngesinden çıkmış yeni rotasında halelerle “Ne dilersen olacak” yazıyordu.
Diğer ayağımı Atlas’ın ortasına koyduğumda ise siz dünyalılardan birçoğu müstaceliyeti büsbütün artmış bir şaşkınlıkla, ayaklarıma iman etmeyi fırsat telakki eder haldeydi. Bilim adamlarınız sahip oldukları inkişaf planlarından hangisinin yanlış gitmiş ve beni var etmiş olabileceği üzerine kurabildikleri ilk ittifakın ardı arkası kesilmeyen konsültasyonlarında bitap bir haldeydi. En ufak bir kıpırdanmam dünyanızı bir beşik gibi sallıyor, nefes alıp vermekle göğünüze bıraktığım dalgalanmaları kaydeden radar sistemleriniz tek tek çöküyordu. Süpersonik hızda en gelişmiş güdümlü, düdüklü bütün füzelerinizin hedefinde, göğünüzü yarmış ve yeryüzünün yarısını gölgeleyen heybetimle dünyanın ortasına dikilmiştim.
Bana Cevvaluekber diyordunuz ve Cevvaluekber proje ödevlerinizdeki arama motorlarında bile “sınırsız seks tıkla şimdi izle”, “haydi kolay para”, “bedava tatil”, “oturduğunuz yerden iş kebap şiş”, “kuşluk vaktinde Amerikan vatandaşı olun”, “onun bunun şunun öyle böyle müziği bedavaya tıngırdasın bir kısa mesaja cebinizde zıngırdasın”, “o bu şu üç kuruşa nerede beleş” gibi arama ölçütlerini geride bırakmış, Birleşmiş Milletlerin aklınızın, vicdanınızın önünde koşması için alkışladığınız konsey üyeleri, varlığımın ilk bildirisi üzerine tarihinde işlettiği en hızlı süreçte karar üstüne karar almalarına rağmen her karara çekimser oy kullanmıştı, her kararı oylamaya kalktıklarında suratlarına şaklattığım kırk bin tokatla...
Ormanlarınız matbaalara taşınıyor, varlığımın tamimimi basıyordu gazeteleriniz, insanı daha hızlı sömürüp tüketmeniz için bir salise gösterimi haber reytinglerinde milyon akçeye ulaşmış reklamlarınızı, öfkemi ve neler yapmayı tasarladığımı anlatan, bir flaş gelişmeyi diğer bir flaş gelişmenin kestiği haberlerle işgal olmuş yayınlarda kanal logolarının içinde gizleyerek yayınlıyordu şaplak sarhoşu olma korkusuyla medya patronlarınız ve aydınlarınız yaz aylarının gelmesiyle birlikte kaçacakları sıcak kıyıların hayallerinde devşirdikleri sahte cümleleri kurmaktan vazgeçmiş, insana, ne olursa olsun insana ait olan, insanın dinini, ırkını, milletini umursamadığı en sıcak en samimi cümlelerin, aması, fakatı, öncesi, sonrası olmayan cümlelerin tozunu alıyordu, alın kemiği kendi aklının tarla süren öküzü olmuş, gerçeği kat kat katlayıp ağzında geveleyen en katlanılamaz en aykırı en uç aydınınız bile, kırk bin şamarı şaklattığımda Cevvaluekber ve insan diye başlıyordu yazmaya...
İki ayağımın arasına gerdiğim okyanus aşırı bir ipte, ayaklarından mandallayarak sallandırıyordum bütün politikacılarınızı, Obama bir elinde Nobel barış ödülü, bir elinde bir çanta;” işte lobinin, arzuladığı bir dünya için başkanlığımın gerçekleştireceği icraatların, kurulacak dünya devletinin, yıkımlar, ahlar, feryatlar dolu Orta doğu üzerindeki vahşet planlarının belgeleri, haydi indir beni, başım dönüyor” diye bağırırken, Erdoğan kırk bin şamarın ardından ayaklarından mandalladığım her politikacı için “o ne şamardı öyle”, “one şamardı öyle” diye çıkışıyor, mandalı gevşetip okyanusa düşüp boğulacak diye korkutuyordu beni...
Elbette yazıma, dünyanın neresinde olursa olsun, din adına, devlet adına, millet adına, halkların hakkı adına olacağına inandırılarak ölmek durumunda bırakılmış, öldürülmüş, İsevisi , Musevisi, Müslümanı, Türkü, Kürdü, Almanı, İrlandalısı, Arabı çorabı olanı olmayanı kim olursa olsun topraklarını gıdıklayıp bedenlerini ruhlarıyla birlikte yeniden ayağa kaldırdığım insanlara, ayaklarından mandalladığım bu efendileri tokatlatarak devam edecek değilim. İnsanlığın insanı katletmesi, çağların devirlerin biriktirdiği bir kinle insanın insanı yok etmesi karşısında yüreğimde yaşadığım bir acının düşlerinde Cevvaluekberi yaşatmaya daha ne kadar devam etmeliydim ki, bütün dünya toplanıp; “haydi Eem, düş kurmaktan vazgeç, söz veriyoruz sana ...” demek zorunda kalsaydı insanlığa en kafi yönelişlerle...
02.06-2010