"SİSLER KORKULAR"
"SİSLER KORKULAR"
İzmir’e yağmur yağıyor bu gece...
Kasımda bir başka güzel yağıyor yağmur, bu kente...
Gecekondu mahallelerinin sessziliği ve karanlığı hüküm sürüyor gecenin bütün demlerinde. İri yağmur damlaları, birgün daha fazla dallarda tutunmak isteyen sararmış yaprakları kaldırımlara savuruyor umarsızca. Hayatın sokaklara mahküm ettiği "tutunamayanlar" gibi...
Sis, hakkı verilerek oynanmış bir tiyatro oyununun ardında gururla kapanan sahnesi gibi sessiz gecenin ve yorgun kentin yüzüne perdesini örtüyor usulca. Aheste aheste inen sis perdesi zulamdaki korkularımı örgütlüyor gizlice. Ruhumu esir alan geçmişe, bedenimi yorgun düşüren bugüne, ruhumla bedenim arasındaki yabancılığı kabul edemeyen geleceğe ait korku kırıntılarım avuçlarımda "nimettir" deyip atmaya kıyamadığım ekmek kırıntıları kadar güvencede duruyor. Onları bırakacak bir yer bulamıyorum, içimdeki yağmur sokaklardaki yağmura karışmaya hazırlanırken.
Elimdeki kitabı ayakucumdaki küçük, kahve rengi, ahşap sehpaya bırakıyorum. Çayımı tazelemek için doğruluyorum uzandığım yerden.Gözlerim ilk kez görüyormuş gibi kitabın başlığında tutuklu kalıyor..."Sisler Korkular / Şeyhmus Közgün". Kapağındaki siyah beyaz fotoğraf hiçbirşey anlatmıyor bana. Bir yabancılık var aramızda. Okuduklarımın bana duyumsattıklarına uzak kalıyor bu fotoğraf. Yanlış tercih deyip geçiyorum.
Yollara düşüyorum bir gece vakti...Yağmur tanelerini adımlarıma iz belleyip Koko’nun otogarda başlayan dönüş yolculuğuna eşlik etmeye hazırlanırken yakalıyorum kaçak ruhumu. Şehirler arası otobüs yolculuklarım canlanıyor gözümde, "ne çok yolculuk yapmışım" diyorum mırıldanarak. Tüm yolculuklarımın toplamı bir yolculuğa hazırlanıyorum bu yağmurda. Lorî’nin gözlerindeki yenilgi, aşka dair yarım kalmışlıklarımı tazeliyor demli bir çay tadında zemheri bir gecede ki. Gidenleri düşünüyorum. Pervasızca çekip gidenleri...Gittiği halde hala varmış gibi davrananları. Aslında hiç olmadığı halde gönlümün tahtına oturtmaya çalıştıklarımı...Sonra hep kendime itiraf etmekten korktuğum sözcükler esir alıyor dilimi:" Sen aşkı hiç tanımadın ki..." Kollarımı iki yana açıp sınanmış olmanın verdiği güvenle gövdemi kucaklıyorum. Yorgun gövdem ince kollarım arasında dinlenirken Ben û Sen burcundan Diyarbekir’i izliyorum... Sıcak bir yaz gecesi. Kulağıma sesler geliyor dipsiz bir kuyudan yankılanırcasına. "Çal Kekê çal" diyor bir qırıx. Öteki satırını ustaca sallıyor. Delikanlıca başlayan, gururla sürdürülen, pişmanlık duyulmayan bir kavga bu. Ya da bir oyun mu demeliyim?...Kimbilir...Kimbilebilir, şimdi oyun nerde başlar, kavga nerde biter...Kimbilebilir ki oyunla kavga arasındaki hayatın, payına düşen anlam damlasının büyüklüğü ne kadardır? Ben de en az o Qırıxlar kadar "Avare"yim bu oyunda...
Arap Cimo’nun kaderi içimi titretiyor. Boğazım düğümleniyor, "bırak sefilce felsefe yapmayı" diyorum kendime. Hayatın anlamı dediğin işte bu kaderde saklı değil mi? Keşke sadece bir roman kahramanı olsaydı Arap Cimo. Üşüyorum. Hayata dair sızılı duyumsayışlarımın soğukluğundan artık kurtulmak istiyorum. Hazan Çay Bahçesi’nde ki Rojda’nın kahkahasına tutunmalıyım. Sesinde bir bahar çağlayanı gibi akan yaşama sevinci durduğum yerde herşeye ve herkese daha iyimser bakabilmem için bir kıvılcım oluyor bana. Yaşamın aşkınlığından, doğanın coşkunluğundan beslenen ruhundaki tutkudan bir avuç alıp Reber’in örgütlü bir gücün içinde, bir hedefe odaklanarak yaşamanın öğrettiği disiplinin törpülediği yüreğine sürmek istiyorum. "İşte bu" diyorum, Rojda’yla Reber arasındaki bu uçurumdur hayatla tüm ideolojiler arasındaki yabancılık. Sîtî Ana yanı başımda hüznün demir attığı dingin gözleriyle beni onaylıyor.
Bardağımdaki bergamot kokulu demli çayı yudumlarken buğusunda parmaklarımı ısıtıyorum. Bir kentin vardiyasını yeni tamamlamış bir işçinin yorgunluğunu devralışına tanıklık ediyor kalbim.
İzmir’e yağmur yağıyor bu gece...
Kasımda İzmir’de yağmur bir başkadır diyorum odamın duvarlarına. Çok uzaklarda varsayılan ama aslında hiç olmayan sevgilimin kulağına fısıldıyorum "Akdeniz güneşi ancak dağıtır, içimde sıradağlar gibi uzanan sisleri ve korkuları". Gülümsüyorum kaderime. Kitabı yeniden alıyorum elime. Tek tek sayfalarına dokunuyorum. Bana, aslında bildiğim ama tanımadaığım bir dünyanın kapısını aralayan bu kitap, kitaplığımdaki en vefalı dostumun hatırası olarak yer buluyor kendine.
Sis gecenin içinden küçük adımlarla çekip giderken kuytuluklarımı her daim gölgeye mahküm eden korkularım yerini tarifsiz bir dinginliğe bırakıyor.
İzmir’e hala yağmur yağıyor...
Kordon’u döven dalgaların uğultusu kulaklarımda çınlıyor.
Kasımda bir başkadır Akdeniz İklimi... "iklimimiz hep Akdeniz olsun" diyerek uykunun koynuna bırakıyorum sarılmayı özleyen bedenimi....
23 Kasım 2010
MUJGAN KARAKILIÇ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.