O UNUTULMAZ GECE (Bir Kabusa Uyanmak)
O UNUTULMAZ GECE (BİR KABUSA UYANMAK)
Tarih 17 Ağustos 1999 Salı. Saat 03.02. En tatlı uykuların, gürültü ve sarsıntıyla bölündüğü, o unutulmaz gece... Önce, beni yatağımdan hoplatırcasına kaldıran bir sallantıyla uyandım.Uyanır uyanmaz hemen eşimi kaldırdım. Yatak odamızın balkon kapısının kirişinin altında duralım dedim. Böyle durursak, bina yıkılsa bile, belki bir ihtimal kurtulabileceğimizi düşündüm. Çünkü deprem sırasında ne yapılması gerektiğini bilmiyor, kulaktan dolma şeyler hatırlıyordum.
Tam bitti derken, o korkunç sallantının ikinci kısmı başladı. Birden, gökyüzünün gündüz gibi aydınlandığını gördüm. Sanki tepelerdeki bütün kayalar bizim evin üstüne yuvarlanıyor, kıyamet kopuyor gibiydi. O kırk beş saniye ne kadar da uzundu. Bildiğim bütün duaları, yaşamla ölüm arasındaki o kırk beş saniyeye sığdırmak istemiştim.
O arada elektrikler kesilmiş, sarsıntı durmuştu. Hemen üzerimize bir şeyler giyip, gazı azalmış bir çakmak yardımıyla merdivenlerden apar topar indik. Binanın kapısının açık olması büyük şanstı. Meğer binadan en son inen biz olmuşuz. Evimize en yakın parka doğru koştuk. Bir çok kişide bizim gibi parka doğru koşuyorlardı. İç çamaşırlarıyla ve ayakkabı dahi giyemeden gelenler vardı. Havuz başındaki masalardan birisine oturduk. Okulun karşısındaki binanın çatısı, önündeki arabanın üzerine çökmüştü.
Aralıklarla beşik gibi sallanıyor ve her sallanışta bastığımız yer yarılacak gibi oluyordu. O gece, yıldızlar hiç olmadıkları kadar parlak ve bir o kadar da elle yakalayacakmışız gibi yere yakındı… Gökyüzünde herkesin bir yıldızı vardır derler ya, sanki bu sözü doğrularcasına, yıldızlar da depremde ölen insanların ruhları gibi kayıyordu. O gece hiç sabah olmayacakmış gibi o kadar uzundu ki.
Birisi “Sigaralarınızı söndürün! Doğal gaz kaçağı var!” dedi. Eyvaah! Bir de patlama olursa ne yapardık? Hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içindeydik. O gece herkes, ölümle yaşam arasında hazin bir bekleyişteydi. Sanki ölümün soğuk eli durmadan üzerimizde geziniyordu. Hava, karanlığını yavaş yavaş aydınlığa terk etti. Saat yedi sularında koşarak gelen bir adamı gördük. “Gölcük, Plajyolu, Altmışevler, Derince tarafları yerle bir olmuş” dedi. Araba ve Ambulans sesleri duymaya başladık.
Eşimle birlikte, yakınlarda yıkılan bina var mı diye bakalım dedik. Gerçekten de, birkaç bina ya tamamen yıkılmış ya da yan yatmış, sadece çatlamıştı. Bir çok kişi yıkılan binaların altında kalmış ve bazı insanlarda onlardan canlı ve yaralı insan çıkartmaya çalışıyorlardı. Biz de yardım etmek istedik ama cadde boyu giderken birden bir artçı sallantı daha oldu ve arabalar panik halinde üzerimize doğru gelmeye başladılar. Herkes canının derdine düşmüştü. Sanki şok olmuş ne yapacağımızı bilmez halde hemen parka doğru tekrar koştuk. Bazı insanlar parkta çadır kurmaya başlamışlardı bile. O an anladım ki bu yüzyılın en büyük felaketi idi.
Ve saat on sularında depremde en az zarar gören annemle babamın yanına Kandıra’ya yola çıktık. Minübüslerin işlemesi büyük şanstı. Yol boyunca onlarca yıkık dökük bina ve tıklım tıklım olan otobüste bir sürü insan bizim gibi en güvenli yerlere doğru yola çıkmışlardı bile. Ve dört ay hiç evimize giremedik. Çünkü artçı depremler yakamıza yapışmış, sürekli oluyor ve her dakika kendisini hatırlatıyordu. Sonuçta bizim akrabalarda ölen yoktu ama tanıdık bir kaç kişi Hak’kın rahmetine kavuşmuşlardı. Bilanço tesbit edilen 17 bin ölü ve bir çok yaralı belkide bilinmeyen kaç bin insan... Allah’tan onlara rahmet diliyorum. Doğa olayları binlerce yıldır biliniyor. O halde, bu kadar masum insanın ölmesindeki suç kimde? Çok katlı binalara yeterince zemin araştırması yapılmadan izin veren belediyelerde mi, yoksa malzemeden çalıp bina yapan bir kısım müteahhitlerde mi?
Tüm olumsuzluklarına rağmen acaba deprem bize bir şeyler öğretti mi? O yüce güç karşısında insanın acizliği malum, insanları daima sevmemiz gerektiğini hayata ve birbirimize her zaman sıkı sıkıya bağlı olmamız gerektiğini yeterince anlayabildik mi acaba? Yeterince depremde ne yapmamız gerektiğini depremin değil binaların insanı öldürdüğünü yeterince öğrenebildik mi acaba?
HATİCE GÖKSU