- 1240 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
305 - EL ALİYY
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Define, Makro Paşa gibi sorunu olanların her birini dinlemekten ve aklı yettiğince çözüm üretmek gayesiyle çok konuşmaktan yorulduğunda uzun uzun susar. Bir araya geldiğinde, anlatılan bir şeyler varsa bazen anladığını bildirircesine bazen de tasdik edercesine kafa sallayarak dikkatle dinler.
Çok konuştuğu zannedilirse de çok susan biridir. Yalnız kalışlarındaki suskun zamanlarında, derin derin düşündüğü zannedilir. Görünüşte televizyon seyrediyordur. Aslında ya maziyi tekrarlamakta ya da hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiği halde geleceğe dair hayaller kurmaktadır. Öyle yaptığını, zaman zaman ne düşündüğünü sorduğumuzda, boş bulunarak neler kurmakta olduğunu uzun uzun anlatmaktan ayrı bir zevk aldığını hissettiğim için gayet iyi biliyorum. Hatta en büyük hayalinin çok zengin olmak olduğundan da eminim.
Hayalleri arasında olanların bazıları; dünya turuna çıkmak, hesapsızca harcamak, bütün parasını bitirinceye kadar gezip eğlenmek, sonra da dönüp gelmek ve bir sahil kasabasına yerleşip geçimini balık tutarak sağlamak…
Sanırım, hesapsızca para harcamak kadar hoşlandığı başka bir şey daha yoktur. Çünkü geriye baktığında, onca anı içinden, o çok kazandığı ve para savurduğu zamanları anımsamakta, ballandıra ballandıra anlatmakta, adeta o günleri beri çekmeye, anlatırken tekrar tekrar yaşamaya çalışmakta. Köle gibi çalıştığı, bey gibi yaşadığı zamanları… O kısacık dönem, uzun bir ömür içinde, ağzına sürülen bir parmak bal ki tadı hâlâ damağında.
Dini sohbetlerde, her ne kadar; bir lokma, bir hırka yaşamanın rahatlığından bahsetse de konforlu bir evde, maddi sıkıntılardan uzak yaşama arzusunu tamamen üzerinden atabilmiş değil.
Bir defasında, Virane’ye gelen bir hanımın elindeki anahtarlıktan sarkan bir külçe anahtara bakarak:
“O kadar ağırlığı yanınızda taşımak zorunda mısınız? Vah vah!..” demişti. Kadın da neden zorunlu olduğunu anlatmak lüzumunu hissetmiş olmalıydı ki saymaya başlamıştı:
“Şu, alt kapının; bu, üst kapının, şu da ara kapının anahtarı… Bu, apartman girişinin, bunlar arabanın, şunlar yazlık evin, dükkânın, deponun, kasa ve dolapların… Minikler de telefonların…” Daha sıralayacaktı belki de ama dede dayanamayarak sözünü kesip:
“Yaklaşık yarım kilo vardır. Öyle değil mi?” diye hayretle kaşlarını kaldırarak sorunca, kadın:
“Sanırım… Hiç aklıma gelmemişti, ne kadar ağır olduğu.” diyerek, anahtarlığın halkasına soktuğu sağ elinin işaret parmağının ucunda külçeyi şangırdatarak şöyle bir çevirdi. Define, kendi kendisine konuşur gibi:
“İlave edilen her anahtarla varlığınıza varlık eklendiği için ağırlığını hissetmemişsinizdir. Belki de ağırlaştıkça kendinize ve geleceğe güveniniz artmıştır.” diye mırıldandı. Diğeri, düşünür gibi gözlerini kısarak dudağını büktü. Sonra cevapladı:
“Hiç düşünmemiştim ama öyle hissetmiş olmalıyım. Hay Allah! Şimdi ağır gelmeye başladılar. Fakat onlardan kurtulma çaresi falan aradığım yok yine de.” Dede, başını öne eğip yere bakarak bir süre düşünür gibi sessiz kaldıktan sonra, aklına bir şey gelmiş gibi başını kaldırdı ve anlatmaya başladı:
“Eskiden İstanbul’da yaşlı Ermeni kadınlar vardı. Yemeyip içmeyip biriktirdikleri paralardan yaptıkları altınları, keselere doldurarak bellerine bağlarlar veya boyunlarına asar, içlerine sarkıtırlardı. Çoğu yalnız yaşardı. Egoist ve cimriydiler. Bazıları pansiyonlarda veya otellerde yaşardı. Canlarını vermedikten sonra kimse servetlerine dokunamazdı. Herhangi bir nedenle öldüklerinde, ölü soyucular tarafından soyulurlar, altıncıklarını işte o zaman kaptırırlardı.
Üzerlerinden, akıl almayacak ağırlıkta altın çıkanlar olmuştur. Onlar, hiçbir zaman harcayamayacaklarından, kendileri için değer taşımayan ağırlıkların yıllarca hamallığını yaptıklarıyla kalırlar, ele geçirenler de kısa sürede yiyip bitirirlerdi.”
“Değersiz mi? Onca altın ha? Az önce ‘servet’ diyordunuz.”
“Değersiz ya! Onların yerine taş taşısalardı da aynıydı. Sadece ağırlık… Alım gücü değil… Maddi bir fayda sağlamadıktan sonra…”
“Şimdi siz benim anahtarlarım için de mi aynı şeyleri söylemeye çalışıyorsunuz? Yani bunlar sadece ağırlık mı?”
“Ağırlık değil mi? Her biri ayrı bir sorumluluk… Ev, yazlık, araba, dükkân… Hepsinin temizliği, bakımı, korunması, vergisi algısı… Bir sürü iş ve masraf… Dünyanın telaşı…”
“Fakat benim işime yarıyorlar. Onları kullanıyorum.”
“Onlar da sizi kullanıyorlar.”
“Yani evim, arabam, dükkânım… Öyle mi?”
“Değil mi? Varlığınız, varlığınızı kullanıyor. Tükenmekte olduğunuzun farkında değil misiniz?”
“Nasıl yani?”
“Nasıl mı? Nasıl olacak? Onları elde etmek için ne kadar efor harcadığınızdan başlayalım…”
“Miras da kalmış olabilirler. Olamaz mı? Kolayca elde edilmiş…”
“Olabilir. Yine de ağır birer maliyetleri var. Varlığına paha biçilemez bir yakınınızın hayata gözlerini kapaması karşılığında edinmişseniz, maliyeti hesap edilebilir gibi değil! Onu bir daha hiç görememe, yakınlığını hissedememe, asla ulaşamama, hiçbir şekilde iletişim kuramama pahasına… Az şey mi bu?”
“Ya… Evet! Bu tarafını hiç aklıma getirmemiştim. Zavallı babacığım! Keşke sağ olsaydı da bıraktıkları kadar borcum olsaydı!”
“Bakın! Gördünüz mü? Sonra da yararlanabileceğiniz halde kalmalarını sağlamak için yapmak zorunda kaldığınız harcamaları düşünün! Sadece parasal sarfiyat olarak değil… Yani neyin, nasıl yapılması gerektiğini tasarlamaktan tutun da kimlere yaptırılmasının uygun olacağını düşünmeye, sarf edilen zamana kadar her şey sizce lüzumlu, bence lüzumsuz bir meşguliyet… Bütün bunlar aklınızı meşgul ediyor mu etmiyor mu?”
“Etmez olur mu?”
“Bunlar için de azaldıkça değeri artmakta olan hayatınızdan zaman harcıyor musunuz harcamıyor musunuz?”
“Harcamaz olur muyum? Uykularımın kaçtığı bile oluyor. Ev boyatacağım ya da döşeyeceğim zaman perişan oluyorum. Renk, model, kalite, uyum…”
“Ömür törpüsü… Bir de onların muhafazası… Değerliyse, nerede ve nasıl korunacak? Aman kirlenmesin, kırılmasın, dökülmesin, çalınmasın! Araba, eşya ve ziynetler…”
“Ya, evet! İyi ki sigortalanabiliyorlar.”
“Bir de o dert var, değil mi? Yine de tedbirini alacaksınız! Öne sürdükleri şartları sağlamazsanız, sigortalamıyorlar. Kapınızda çift kilit olacak. Camlarınız kapalı, panjurlarınız inik, eviniz her şekilde korumalı olacak. Hiçbir yeri açık bırakmayacaksınız. Falan filan da filan da falan…”
“Evet. Ancak ona rağmen zarara uğrarsak karşılıyorlar.”
“Yani, malınızı neticede yine siz itinayla koruyacak, üstelik bir de prim ödeyeceksiniz. Hem, ödeme zamanlarını aklınızda tutmak ve aksatmamaya çalışmak zorundasınız. Zavallı akıl! Bütün bu işleri yüklenmekten tefekküre vakti mi kalır?”
“Ne yapalım? Hayat bu! Bu işler böyle oluyor.”
“İşte ben de diyorum ki: Bir hayat, bir hayata mal oluyor. Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Gerek böyle bir hayata kavuşmak için çaba sarf etmek gerekse devamını sağlamaya çalışmak ömür törpüsü! Onu fark ettirmeye çalışıyorum. Taşıdığınız anahtarlara bağlı sorumluluklar, Ermenilerin altınları gibi olsaydı, bunca söze gerek yoktu. Her biri başlı başına ağır birer mesuliyet… Bakınız! Benim böyle bir derdim yok. Bir tek anahtarım var. O da fakirhanenin anahtarı… Koruma amaçlı da değil, adet olduğu için. Ne bir metrekare yer, ne bir dikili ağaç… Ne vergi ne algı… Ne sorgu ne sual… Dünya yansa, yorganım yok içinde!”
“Bir lokma bir hırka… Eskidenmiş o! Şimdi çok zor! Hatta imkânsız! Bir başımıza değiliz ki! Biz istesek de istemesek de eşler, evlatlar… Çevre de önemli… Onların var, bizim yok… Olmuyor.”
“Azıcık aşım, kaygısız başım… Çevreme bakarsam, çevrilir dururum. Çevrem ablukaya alır beni. Çevremde duvar kilit olmasın! Ayaklarıma pranga, boynuma zincir… Onları kıralı çok oldu, çok! Kim ne yaparsa yapsın, ne alırsa alsın! Umurumda değil! Ne kadar serveti olursa olsun, herkes midesinin aldığı ve hazmedebileceği kadar yer.”
“Yer ama neler neler yer! Ya yoksul olan ne yer?”
“Ne yiyecek? Tarhana, bulgur, bulamaç yer. Allah sağlık versin! Eritebilecek bir mide… Ne zenginler var, diyet yapmak zorunda olan! Dünya kadar malın olsa; yemedikten, yiyemedikten sonra neye yarar? Yoksulun en kral yemeği, kuru fasulye… Yanına bulgur pilavı… Bir de kırdı mı soğanı! Buz gibi ayran da varsa yanında… Değme gitsin keyfine! Çoğu zenginler yiyebilir mi bunları? İmkânı var mı? Bizim midelerimiz alışık. Diledikleri meyveleri bile yiyemeyenler var. O meyve bu ilacın tesirini yok ediyormuş, bu meyve şu hastalığı arttırıyormuş… Hamdolsun Allah’ıma! Öyle dertlerim olmadı. Ben de tamamen sağlıklı değilim ama canımın istediğini yiyorum. Çok fazla bir şey ummaz garibin midesi zaten.”
“Atın ölümü arpadan olsun! Öyle mi?”
“Canı veren alır. Vade yetti mi, öyle ölmezsen, böyle ölürsün, yine de ölürsün, neticede. İnsanlar sadece hastalıktan ölmezler ki!”
“ Yatan ölmez, vadesi yeten ölür.”
“Kazası var, belası var… Çeşit çeşit sebep var. Kim bilir nasıl can vereceğiz! Yanarak mı donarak mı?”
“Kalp krizi, trafik kazası, beyin kanaması… İnsan ne kadar aciz!”
“Hah, işte! Demek istediğim bu! İnsan ne kadar aciz!.. Bir de: “Küçük dağları ben yarattım, büyük dağlar dedemden miras kaldı!” dercesine hava atanlar, hükmedenler, azametle kükreyenler var.”
“Para, lisan öğretirmiş; kıyafet, yürüyüş…”
“Nasıl da yürürler, kasıla kasıla! Oysa Müslüman, yere azametle basmayacak. Gurur veren bir elbise giydiğinde, üzerinden çıkarıncaya kadar Allah ona nazar etmez. Çünkü en yüksek, en büyük ve en yüce olan; kudret, bilgi, hüküm, irade ve diğer bütün kemal sıfatlarında en üstün, yani Aliyy olan Allah’tır. Her şey O’nun hükmü ve emri altındadır.”
“Fakat biz Müslüman’ız. Gururla yere basarız. En mükemmel din, bizim dinimiz! Gururlanmamız için bu yeterli değil mi?”
“İslami gurur başka! Savaşta düşmana karşı şecaatli olmalıyız. Onlara korku salacak kıyafetler giyerek karşılarına çıkmalı, gururla yürümeliyiz. Mehter takımını biliyorsunuz. Giysileri nasıl? Giyenler, olduklarından daha uzun ve daha büyük görünüyor. Büyüklenme, savunma anında, kâfire karşı olur. İnsanlar, malla mülkle, mevkiyle makamla büyümez, yücelmezler. Yüce olan, ancak Allah’tır. O, Yüceler Yücesi’dir.”
“Hacda, bir yerde de öyle yürüyorlarmış.”
“Mekke’de, Kâbe yakınlarında bulunan Safa ve Merve arasında sa’y ederken, aralarındaki vadiye gelince, İslami gururu sergilemek gayesiyle ‘hervele’ denen, şecaat arz eden hızlı bir yürüyüş tarzıyla yürünmesi, Hanefi Mezhebi’nce sünnettir. Yine bazı makamlar var ki oralarda daha da tevazu içinde yürümeliyiz. Aklımda yanlış kalmadıysa, 1678 senesinde sultandan izin alarak hacca gitmek için Osmanlı devlet ricalinden meydana gelen kafileyle yola çıkan, Peygamber Efendimizin aşkından hiç uyumayan, Medine’ye yaklaştıkları gece, bir devlet büyüğünün ayaklarını o yöne uzatarak uyuduğunu gören Yûsuf Nâbî ne demiş?
“Sakın terk-i edepten, Kûy-ı Mahbub-u Hüda’dır bu!
..Nazargâh-ı İlâhi’dir, Makam-ı Mustafa’dır bu!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 305