- 1795 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
304 - EŞ ŞEKÛR
Onur BİLGE
Virane’ye gelenlerden birisi de Argocu Naim’di. Kurduğu her cümleye ne yapar yapar, bir argo sözcük sıkıştırırdı. O zamana kadar duymadığım çok şey öğrendim ondan. İlk yadırgadığım kelime, ‘langoroz’ idi. Anlamını sorduğumda:
“Langur lungur konuşan adam…” dedi.
‘Langur lungur’ da yeni duyduğum bir ikilemeydi. Onun anlamını da öğrenmek istedim:
“Dangalak…” dedi, kısaca. “Lafını küfünü bilmeyen… Aha bunun gibi!” diyerek Sami’yi gösterdi ve sağ omzuna vurarak ekledi: “Öyle değil mi ulan, Şakir?”
“Ben dangalak da değilim, Şakir de değilim. Adımı biliyorsun. Neden öyle hitap ediyorsun bana? Aklın sıra aşağılıyor musun?”
“Fena mı dedik, abim? ‘Şakir’ dedik.
“Geçenlerde gittiğimiz filmde vardı o tipleme. Salak bir adımın adıydı. Onunla bir mi tutuyorsun beni? Ne demek ‘dangalak’? ‘Akılsız, düşüncesiz’ demek… Ben öyle miyim?”
“Boşboğaz değil misin, takoz? Bir şeyin büyüğüne, irisine denir. Senin gibi iriyarı adamlara…”
“Atlara denir. ‘Köpek’ anlamına da gelir. Nereye çekersen… Teessüf ederim.”
“Teessüf edermiş. Hadi ordan, tatar arabası!”
“Nerede yetiştiysen, hiç inkâr etmiyorsun! Nasıl bir kültür aldıysan… Anlayış göstermeye çalışıyorum, tahammülümü zorluyorsun! Sen hiç iriyarı birinin tokadını yedin mi? Yememişsin. Yeseydin, langoroz ne demekmiş, anlardın! Bir tane vuracağım, yarısı boşa gidecek!.. Sıska! Bücür! Bacaksız!”
Naim, kendi üslubunca savunmaya çalışırken daha da batıyordu. Sami’nin sabrı taşmak üzereydi. Az daha birbirlerine gireceklerdi. Orçun müdahale etmek lüzumunu hissetti:
“Ne oluyor size!.. Sami, sen Naim’i bilmiyor musun? Argocu işte! Sözü sana geçiyor, sataşıyor. Gül, geç! Hem, kötü bir şey demedi ki! Herkese ‘Şakir’ diyor, o. Erkekler için kullanılan, ‘Şükreden, durumundan memnun olan kimse’ anlamına gelen bir sözcük... Fena mı? Hepimizin öyle, hatta ziyadesiyle şakir olmamız lazım. Allah: “Ne kadar az şükrediyorsunuz!” diyor. Sayısız nimet iniyor, boyuna şikâyet yükseliyor.”
“O, o anlamda söylemedi. Neyse… Büyüklük bende kalsın!”
“Oturun yerinize! Bakın, size ne anlatacağım! Aklıma güzel bir hikâye geldi. Seyfettin Amca’nın hikâyesi…”
“Bir hikâyelik oldu zaten! Anlat, anlat! Heyecanlı oluyor.”
“İstersen anlatmayayım, Naim. Yiyin birbirinizi! Rezil olun herkese! Koca koca adamlar!.. Yakışıyor mu size? Kızlardan bari utanın, dededen utanmıyorsanız!”
Kısa bir sessizlik oldu. Bu arada Define ikisine de sessizce ama konuşan gözlerle baktı. O bakışlar: “Yeter artık! Tamam! Bitirin! Kendinize gelin!” der gibiydi. Galiba hadlerini bildiriverdi ki yerlerine oturdular ve başlarını önlerine eğdiler. Sessizliği dede bozdu:
“Haydi anlat bakalım, Orçun! Seyfettin Amca’nın hikâyesi nasılmış, dinleyelim bakalım!”
Orçun, hafifçe öksürerek sesini ayarlamaya çalışırken eliyle çay ocağında çalışmakta olan Ahmet’le Duygu’ya da masamıza gelmeleri için işaret etti. Duygu, bardak yıkama işini yarım bırakıp, ellerini silerek geldi. Ahmet de arkasından… Kadro tamamlandı. Orçun, hepimize şöyle bir göz atıp, anlatmaya başladı:
“Balıkesir’de bir komşumuz vardı. Eskiden kaptanmış. Sık sık balığa çıkar, deniz kenarından gelmek bilmezdi. Evde olduğu zamanlar, pencerenin önünde oturur, geleni geçeni seyrederdi. Hanımı vefat ettiği için ölümü bekler gibiydi. Hatta iskelede bir yer beğenmiş, oraya sıraladığı taşların arasına gömülmeyi vasiyet ediyordu. Belki tuhaf gelecek size ama gerçek, mezar süsü verdiği mekânı sık sık ziyaret ederek ellerini açıp güya içinde yatmakta olan, yani kendisi için dua ediyor, çevresinde tanıdık tanımadık herkese ‘Âmin!’ dedirtiyordu. Neden böyle yapmakta olduğunu bilmiyorum. Acaba o yerde gerçekten bir kabir olduğu süsü mü vermeye çalışıyordu, gömülebilmek için? Belki de ölümü tefekkür ediyordu. Zaten oraya gömülmesine müsaade etmediler. Her neyse…
Pencerede gördüğümüz zamanlarda ne yaptığını sorunca:
“Sıramı bekliyorum!” diyordu.
Epeyce yaşlanmış, hanımı ölünce iyice çökmüştü. Uzun boylu, uzun suratlı, zayıf, esmer bir adamcağızdı. Sağ elinde büyük bir tespih olurdu. Bir defasında:
“Seyfettin Amca, boşa mı çekiyorsun, doluya mı?” diye sordum.
“Boşa olur mu hiç, evlat! Doluya…”
“Ne çekiyorsun?”
“Lâ İlâhe İllallah…”
“Bir de sayıyor musun?”
“Sayıyorum ya…”
“Neden? Allah bize sayıyla mı nimet veriyor?”
“Allah’ıma şükürler olsun! Benim kadar şükreden var mıdır, bilmem! Riyaya girmesin! Demeyeyim. Sonsuz hamd ü senalar olsun O’na!”
“Yani sayısız… Öyle değil mi?”
“Öyle ama ben bunu hanım için çekiyorum. Tamı tamına yetmiş bin olacak. Ben bin tane de fazladan çekiyorum.”
“Ne olacak öyle olunca?”
“Tevhit hatmi olacak. Ruhuna göndereceğim. Çok gönderdim ardından, çok! Allah kabul etsin, İnşallah!”
“Âmin! Fakat merak ettim, sadece ölüler için mi çekilir?”
“Hayır. Kendi makamıma da gönderiyorum. Herkes kendisi için en az üç tane yapıp göndermeli. Öyle söyler eskiler.”
“Neden üç?”
“Kabir azabı varsa azalır ya da yok olurmuş. Tevhit, imanı sağlamlaştırır. Anlamını düşüne düşüne ‘Lâ İlâhe İllallah’ dedikçe ilâhi nurlar iner. En güzel sözdür. Bir defa imanla dense, insanı helak olmaktan kurtarmaya yetebilir. Dağlar kadar günahı olsa bile…”
“Başkasının binlerce defa demesinden, kendisinin bir defa inançla söylemesi daha iyi değil mi?”
“Tabi ki öyle… Daha efdal… Fakat arkadan ışısa da bunun da faydası olur muhakkak. Hem çekene hem gönderilene...”
“Sana daha çok faydası oluyordur.”
“Gayet tabi! İman, her bir zikirle biraz daha pekişir.”
Kış ağzında odun kömür alır, kapının önüne yıktırırdı. Etrafına şöyle bir bakar:
“Haydi çocuklar! Bir elleş taşıyıverin şunları içeriye!” derdi, sözünün geçeceğinden gayet emin bir ses tonuyla.
Küçük büyük hepimiz hemen koşar, yarışırcasına taşırdık. Bilirdik ki ödülümüz gecikmeyecek, iki bisküvi arasında lokumumuz gelecek. Kare şeklinde çifte kavrulmuş bisküvilerin, yassı ve pembe, gül kokulu yumuşacık lokumların tadı hâlâ damağımda…
O da dede gibi deniz aşığı, balık hastasıydı. Gelinine sık sık mangal yaktırır, bir taraftan yer bir taraftan da mahalleye tabak tabak balık dağıttırırdı. Kaç kiloydu ki onca insana yeterdi! Bereketi içindeydi.
“Kokmuştur. Komşu payı… Göz hakkı…” derdi. “Orda nerden bulup da vereceğim?”
Aradan yıllar geçti. Biz oradan taşındıktan çok sonra oğluna rastladım.
“Baban nasıl?” diye sordum. “Hâlâ ızgara yapıyor mu?” diyecektim ki:
“Babam, sizlere ömür…” dedi.
“Ya! Başınız sağ olsun! Melek gibi adamdı. Nur içinde yatsın! Nasıl oldu? Hastalandı mı aniden mi?”
“Yaşlılık… Bile bile… Bekleye bekleye… Öleceğini bildi. Zamanını söyledi. Çok ilginç oldu, ölümü.”
“Acını tazeledim! Affet!”
“O acı tavsımıyor ki! Her zaman taptaze… Biraz zor küllenir.”
“Hasta mıydı?”
“Hasta falan değildi. Aynı camın önünde oturuyordu. Tespih elinde… Bir ara odasına girdim. Akşamüstüydü.
“Saat kaç?” diye sordu, beni görünce.
“Üçü çeyrek geçiyor, baba.” dedim.
“Daha var.” dedi. “Sen git, altıya doğru burda ol!”
“Hayrola baba?”
“Yanımda ol işte! Uzatma!”
Beş buçuk gibi yanındaydım.
“Annene kavuşma vakti geldi, evlat! Hakkını helal et! Tanıdığım bidiğim kim varsa, hakkını helal etsin! Selamımı ilet!”
“Nasıl yani? Şimdi ölecek misin? Şaka yapma!”
“Mukadderat! Takdir-i İlahi!”
“Yapma, baba! Şakası bile çok çirkin!”
“Düzen böyle kurulmuş. Vakit saat…”
“Böyle aniden… Sapasağlam… Hastalık mastalık yokken, öyle mi?”
“Öyle, oğul! Yolculuk bu! Demir alma vakti…”
“İnanmıyorum ama yine de sorayım; ne zaman, peki?”
“Altıyı on geçe…”
“Altıya geliyor. Yani on dakika sonra, öyle mi?”
“Evet! On dakika sonra oradayım!”
“Göreceğiz bakalım! Kimse ne zaman öleceğini bilemez.”
“Allah bildirirse, bilir.”
Gerçekten, on dakika sonra yerinde şöyle bir doğruldu ve başını kaldırarak odanın ortasına doğru, sanki içeriye giren hayali birinin yüzüne bakarak:
“Vakit tamam mı?” diye sordu. Ardından ekledi: “O mu dedi?”
Olumlu bir cevap almış olmalı ki:
“Peki, öyleyse!” dedi. Bana doğru bakarak sağ elini kaldırıp veda edercesine salladı ve ruhunu teslim etti.”
“Demek, öyle oldu?”
“Evet, aynen böyle oldu. Allah, kendisine yapılan şükre, çok ecirle mukabele eder. Cüzi ibadetlere karşılık olarak külli mükâfatlar, yüksek dereceler verir. Dünyada da ahrette de ödüllendirir. O, Allah’a güzel borçlar verirdi. O da kat kat arttırır ve kulunu bağışlar. Çünkü Allah Şekûr’dur. Babam çok şükrederdi. Sen de hakkını helal et ona.”
“Benim onda ne hakkım olacak? Varsa helal olsun! Onun bende vardır.”
“O, herkese hakkını helal etti.”
“Allah razı olsun! Mekânı cennet olsun!”
Biz de benzer dualarla katıldık. Orçun’a teşekkür ettik. Dede, bir hadis aktarmadan edemedi:
"Lâ ilâhe illallah" diyenler için, kabirlerinde vahşet, mahşer meydanında dehşet yoktur. Sûr’un üflenmesi ânında, başlarındaki toprakları silkerek nasıl kalktıklarını görür gibiyim. Bizden hüznü gideren Allah’a hamdederiz. Muhakkak ki bizim Rabbimiz gafûr ve şekûrdur.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 304
YORUMLAR
"Allah, kendisine yapılan şükre, çok ecirle mukabele eder. Cüzi ibadetlere karşılık olarak külli mükâfatlar, yüksek dereceler verir. Dünyada da ahrette de ödüllendirir. O, Allah’a güzel borçlar verirdi. O da kat kat arttırır ve kulunu bağışlar. Çünkü Allah Şekûr’dur. Babam çok şükrederdi. Sen de hakkını helal et ona.”
ders verici ne güzel paylaşım allah'ın isimleriyle insanı sevgiyle kucaklayan..
hoşgeldiniz..
kutladım hayata kattığınız eşsiz güzellikleri değerli dost sevgili Onur Bilge...
sevgim saygımla hep...selamlar...