- 551 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HANGİSİ GERÇEK?
Henüz 2 yaşlarında, yeni yeni apalıyor ve konuşmaya çabalıyorken; duvarda asılı, siyah beyaz, birkaç vesikalık resmin birleştirilip, elle büyütülüp karakalemle gölgelendirilerek boyanmış ahşap çerçeve içindeki resmi görünce merakla:
-Abla, bu ne? Diye sormuştu.
Ablası:
-Resim. Diye yanıt verince, bu kez de:
-Kimin yesmi? Demişti, “resmi” diyecek kadar ağzında çeviremediği, minicik tatlı diliyle.
….
Eline ilk kez kalem aldığında 7 yaşındaydı. Okula ısınsınlar diye olsa gerek; öğretmenleri bol bol şarkılı oyun oynatıyor ve sayfa sayfa resim çizdiriyordu. Evlerinin önünde birkaç dönümlük elma bahçeleri olan yanında oturan sıra arkadaşı Bayram Ali, her sayfaya, meyvelerini kırmızıya boyadığı elma ağacı resmi yaparken o, ya evlerinde duvarda asılı çerçeve içindeki görmediği babasının resmini, ya da sağlam olsun diye telden kulp yapılmış kovalarla, köy çeşmesinden akşama kadar onlarca kez su taşıyan, ablasının resmini yapıyordu.
Bir keresinde, sürekli tumalı haliyle gördüğü ablasına, öğretmeninde gördüğü eteği çizdiği resimde giydirmişti de o resmi panoya asılmıştı. Ama o, bu şekilde takdir edilmekten dolayı üzülmüştü. Çünkü ablası, öğretmeninin beğendiği bu resmi hiçbir zaman göremeyecekti. Ablalar o yıllarda okula gönderilmiyordu zira.
….
“Ağlayan Çocuk” resmini okumak için şehre gittiğinde bir minibüsün arka camında görmüştü. 12 yaşındaydı. Aynı resmi birkaç ay sonra çarşıda dolaşırken park halindeki bir aracın yan camında gördüğünde dakikalarca bakmaktan kendini alamamıştı. Köyde bıraktığı ablasını özlemişti. Önce yutkunamamış, sonra da ağlamıştı. Resimde iki damla göz yaşı vardı ama; cama yansıyan kendi yüzünde süzülen damlaların sayısı yoktu.
….
Aradan yıllar geçti. Düzinelerce küçük büyük şehir gördü. Gecesinde de gündüzünde de cadde ve sokaklarında gezdi. Arkadaşları mağaza vitrinlerinde giysilere bakıp hayaller kurarken o, fotoğrafçı dükkanlarının vitrinlerinde resimlere baktı. Hayal kurmadan baktı. O, baktığı resimlerde ne olduğunu bilmediği bir şeyler arıyordu. Ama aradığını bir türlü bulamıyordu. Derken resimdeki genelde gülümseyen yüzlerle, etrafında gülmeye neredeyse hasret kalmış insan modellerini karşılaştırmaya başlamıştı. Resimde kendini güzel göstermeye çalışan bu insanlar, neden etrafa aynı güzelliği göstermekten kaçıyorlardı? Sorusuna cevaplar bulmaya çalıştı. Henüz bulmuş da değil.
…
Vitrinlere artık eskisi kadar uzun uzun bakmıyordu. Aradığı gerçek yüzü bulamamanın sıkıntısı mide kramplarına neden oluyordu. O, güldüğünde de ağladığında da içtenlik arıyordu. Hem resimlerde hem etrafında gördüğü insanlarda.
Üç haftalık bir eğitim semineri için gittiği bir şehrin ana caddesinde dolaşırken mıknatısın demiri, çeliği çektiği gibi, vitrindeki bir resim çekip durduruvermişti. “işte bu” demişti. “böyle olmalı”.
Birkaç gün sonra kaldıkları yurda 70 yaşlarında, elinde bastonuyla tertemiz, nurani yüzüyle bir amca gelmişti. Çevre illerden eğitim amaçlı seminere yüzlerce öğretmen geldiğini duymuş ve onlar için hazırlayacağı yemeğe davet ediyordu. Şehir dışında, çay kenarında yemyeşil bahçesinde ağarlayacaktı. Davet memnuniyetle kabul edilmiş ve yaşlı amca uğurlanmıştı.
Bu amcayı bir yerden tanıyordu. Ama nereden olduğunu çıkaramıyordu. Belki biraz daha kalsaydı çıkarabilirdi.
….
Yemek günü gelmiş, iki otobüsle bahçeye gidilmiş, yemekler de yenmişti. Birkaç ocak yapılmış ve çaylar közlerde demlenmişti. Öbek öbek toplanan eğitimciler muhabbet ediyor, tanışıklıklarını pekiştiriyorlardı. Ama o, gözlerini amcadan ayırmıyordu. Ne kadar zihnini zorlasa da olmuyor, olmuyordu. Çıkaramıyordu.
Amcanın oğlu Veli ile de tanışmışlardı. Çarşıda esnaftı. Çay içmeye uğramalarını “beklerim hocam” diyerek istemişti. Adres kartını aldı, gömleğinin sol göğsü üzerindeki cebe bırakıverdi.
Hafta sonu Veli’ ye uğramak için şehir merkezine yürüyerek gitti. Karta baktı. “Dost Foto” yazıyordu, büyük harflerle.
Sora sora dükkanı bulmuştu. Sevdiği resmin yer aldığı vitrin Veli’nin dükkanıydı. Selam ve hoşbeşten sonra vitrindeki o resmi sormuştu. Ama sorusuna da Veli:
-Niçin sordunuz, hocam? Diye soruyla karşılık vermişti.
-Sebebini bilmiyorum. Bu resimdeki genç bir mıknatıs gibi beni kendine çekti. Madem siz çektiniz bu resmi, bilirsiniz, diye sormuştum.
Veli, gülümseyerek:
-Ben, çekmedim hocam. Hatta bu resmin çekildiğinde ben doğmuş bile değildim. Bu, benim babam.
-Deme be Veli. Şimdi anlıyorum. Babanı gördüğümde:
“Bu adamı nereden tanıyorum?” diye saatlerce düşündüğüm halde neden bir türlü çıkaramayışımı, şimdi anlıyorum.
….
Sonuç:
Sevgili, bir o kadarda kıymetli dostum. Resimler ve insanlara dair yaşadığım onlarca şeyi bu sayfalarda anlatarak gözlerini yormak istemiyorum. Bilmeni istediğim şu: ne resmin yanından geçerken “resim işte” de, ne de insanın yanından geçerken “insanoğlu işte” de.
Nice insanlarda göremediğini bir resimde görebileceğin gibi, nice resimlerde gördüğünü bir tek insan yüzünde görebilirsin. Ben senin resminde sadece seni görmedim. Yıllardır insan yüzlerinde aradıklarımı gördüm. Sen, ne düşünerek beni reminden mahrum ettin bilmiyorum. Dostun resimdeki yüzü bile dost için gündüzü aydınlatan güneş, ayın on dördüncü gecesinde dolunay gibidir. Resmini ilk gördüğüm yere astığın gün yüzümde sadece tebessümler oluşmayacak…
m.salih