- 601 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DUVAR
Gelen ilk görüntüler alabildiğine uzun, yüksek, gri bir duvara aitti. Ve bu duvar gezegenin en büyük ve en güçlü ülkesini bir uçtan bir uca çevreliyordu. Daha ilk başta gezegenin en güçlü ve en yenilmez olduğunu düşündüğümüz yerine saldırmışlar ve onlardan geriye hiçbir şey bırakmamışlardı. En azından elimizde hala yaşadıklarına dair herhangi bir delil yoktu. Her şey bir gecede olup bitmiş, kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Bu büyük ve olağanüstü olayla ortalığı kaplayan tüm o gürültü ve toz dumandan sonra geriye sadece sessizlik ve içi, karanlık evren kadar geniş, sonu olmayan bir merak kaldı. Çünkü işgal edilen bu en büyük ve süper ülkeden sonra herkes sırasını beklerken hiçbir şey olmadı. İşgal devam etmedi. Savaşlar çıkmadı. Kitlesel ölümler yaşanmadı. Gezegen bir radyasyon fırtınasına kapılmadı. Hiçbir açıklama yapmadılar. Daha da ilginci hiç kimseye görünmediler. Eğer gerçekten savaşmaya niyetleri varsa ve eğer geride kalan bizleri yok etmek istiyorlarsa bunu ilgisizlikleri ve tepkisizlikleri ile yapmak niyetindeydiler. Gerisini bize bırakmışlardı. Yarattığımız korku kendi aramızda dolaşan vahşi belirsiz bir yaratıktı artık ve bu yaratık durmadan “dedikodu” adında yavrular doğuruyor sonra bu yavrular büyüyor, gelişiyor, semiriyor ve karanlık, tuhaf hikâyelere dönüşüyor, korku bu hikâyelerin içinde kendini yeniden var ediyordu. Sonra bu karanlık korku, zihinlerimizin içinde bir kanatlı siyah yaratık gibi ağır ağır, hiç acele etmeden amaçsızca dolaşıyordu. İşte bu amaçsız gezinin ve var oluşun ne kadar süreceğini de kimse bilmiyordu.
Her şeyin yolunda gittiği belki de kimsenin aklında kötü şeyler geçiremeyeceği kadar güzel hatta birçoklarının giderek kararan gökte birer birer parlarken bizlere göz kırpan yıldızlara bakıp iyimser hayaller kurduğu bir gecede geldiler. Daha doğrusu gelmişler. Çünkü o gece tuhaf bir şekilde yeryüzündeki herkesin ama herkesin bilinci, uykusuna, sabaha kadar oradan hiç çıkmamacasına hapsolmuştu. Sınır boylarında nöbet tutan askerler, şehirlerde devriye gezen polisler, fabrikalarda gece vardiyasında çalışan işçiler, kulaklarını ve gözlerini uzayın sonsuzluğuna veren bilim adamları, gezegenin uydusunda yeni araştırma üsleri kuranlar, laboratuarlardaki bilim adamları, ellerindeki güç ne kadar olursa olsun hep daha fazlasını isteyen ve bunun için uykularından vazgeçeli uzun zaman olmuş aç gözlü iktidar sahipleri, yıllardır geceleri uyuyamayan kendilerini hiçbir ilacın uyutamadığı hastalar, o gece soyacakları evler için hazırlık yapan hırsızlar ve her gece kaybettiği gözünden geriye kalan çukurun ağrılarını çekmemek için erkenden uyuyan ben, uyanmamıştık. Nereden geldiğini kimsenin bilmediği bu derin, kör bir kuyuya benzeyen uyku, yine kimsenin bilmediği bir yere doğru kaybolmuştu. Ondan geriye de hiçbir şey kalmamıştı. Buna rüyalar da dâhildi. Daha sonraları bunun onlar tarafından düzenlenmiş bir çeşit saldırı olduğunu iddia eden birçok kimse oldu ama bu hiçbir zaman kanıtlanamadı. Laboratuarlarda, birçok denek üzerinde yapılan testlerden hiçbir şey çıkmadı. Her şey oldukça normaldi. Hatta yine çok sonraları özellikle bazı yazarlar ve filozoflar gezegenin aslında o uykudan hiç uyanmadığını ve herkesin hala o uykuda yaşadığını söyledi. Aslında bu tehlikeli bir açıklamaydı. Çünkü bu görüşe inanan birçok kişi hala içinde bulunduklarını sandıkları rüyadan uyanmak için intihar etti. İntihar edenlerin gerçekten uyanıp uyanmadıklarını ise kimse öğrenemedi.
Artık yaşadığımız bu yorgun ve yaşlı gezegen bize yetmiyor, başka yerlerde başka yaşam alanları aranıyordu. Birçok kişinin yeni umudu buydu. Bu amaçla bazen içinde gönüllülerin de bulunduğu uzay araçları başımızın üstündeki o bilinmezliğe gönderiliyor ama giden hiç kimseden haber alınamıyordu. Geri dönen yoktu. Nereden geldiği bilinmeyen hastalıklar bir anda ortaya çıkıyor, kısa bir zamanda yüz binlercemizin canını alıp ortadan kayboluyor, onlar ortadan kaybolmadan bulunan ilaçlar ve aşılarsa çok az kimsenin hayatını kurtarabiliyordu. Bir karanlığın etrafımızı her geçen an biraz daha sardığını hissediyorduk. Bize hayat veren, etrafımıza ışık saçan umut tüm çabalara, araştırmalara, projelere rağmen yavaş yavaş tükeniyordu. Her şeye rağmen tükeniyordu.
Bazen geleceği görmek için yıldız falı bakmaya gerek yoktu.
Evet, teknoloji alıp başını gitmişti. Bir zamanlar sadece birer hayalden ibaret olan birçok bilim kurgu makine, iletişim araçları, ilaçlar artık birer gerçekti. Hem bu gerçek, hayatlarımızı oldukça kolaylaştırmış birçok kimseye inanılması zor bir güç de kazandırmıştı. Ama tüm bunlar yine birçok şeyin yoluna girmesine yetmemiş, bu bir yana her şeyi belki de biraz daha karmaşıklaştırmıştı.
Gezegenin yeni derdi suydu. Her şeyin yaşam kaynağı, başlangıç noktası olan su… Belki de evrenin ortak dili. Yaşamın kendisi… Yuvamız ağır hastaydı. Biten fosil kaynakları sayesinde iklimler ve doğa, dengesini yavaş yavaş yeniden kazanıyordu belki ama biz yeryüzünü yaşanılmaz bir hale getirmek için her zaman bir plana sahiptik.
Herkes içebileceği tek damla suyun hesabındaydı. Ülkelerin su yüzünden birbirlerine karşı savurdukları tehditler artık açıktan açığa dillendiriliyor, komutanlar birliklerinde bekleyen askerlere gururla bakarken hamaset dolu nutuklar atıyor, siyasetçileri bütün sorunlar gibi bu sorunun da ancak savaşla çözülebileceğine ikna etmeye çalışıyorlardı. Karşılaşılan her engele, çözümlenemeyen her soruna içten içe seviniyorlar, pek yakında iktidarda sözleri olacağı ve onu siyasetçilerle paylaşacaklarını umuyorlardı. Suyu paylaşmaksa kimsenin aklına gelmiyor, aklına gelenler ise bozgunculukla suçlanıyor ve dışlanıyordu.
İşte işgal de nehirlerin, ırmakların ve hatta derelerin bile giderek daha de değerlendiği, nehir kaynaklarının silahlı kuvvetler tarafından korunduğu, kanalizasyon ve yağmur sularının nasıl arıtılarak kullanılır hale getirilebileceği üzerine proje üstüne proje geliştirildiği, bu uğurda çok büyük emekler harcandığı, baraj göllerindeki suyun büyük bir dikkatle ölçüldüğü bir zamana denk geldi.
İşgal edilen yerle iletişim kurulamıyordu. Ne bir ses ne bir görüntü vardı. Orada kalan yüz milyonlarcasının şu an ne yaptıklarını, ne yiyip ne içtiklerini, yaşayıp yaşamadıklarını, eğer yaşıyorlarsa durumlarının ne olduğunu, örneğin tutsak olup olamadıklarını merak ediyorduk. Uydu fotoğrafları sorularımızın ve endişelerimizin hiçbirini cevaplayamadı. Fotoğrafların hiçbirinde hiçbir hayat belirtisi yoktu. Caddeler, sokaklar, meydanlar, yollar bomboştu. Sanki duvarın çevrelediği alandaki insanlar bir gece alıp başlarını, evrenin sonsuz karanlığında bir bilinmeyene doğru yol almışlar da onlar gelene kadar yaşadıkları yere başka kimse girmesin diye yapmışlardı bu duvarı. Ortada herkesin varlığını tehdit eden bir bilinmezlik vardı ve bu bilinmeyenin hızla aydınlatılması gerekiyordu. Sonra duvara özel eğitimli keşif birlikleri gönderildi. Amaçları savaşmaktan çok istihbarat toplayıp geri dönmekti. En büyük umudumuz da onlardı. Ama hiçbiri geri dönmedi. Onlardan geriye kalan, ne bir işaret, ne bir ipucu vardı. Sadece bir tanesi değil onlarcası hiçbir zaman geriye dönmedi. Her şey yolunda ve sorunsuz giderken birden görüntü kayboluyor, ses bağlantısı kesiliyordu. Artık keşfe çıkan yeni birlikler sadece duvarın arkasında ne olduğunu öğrenmek için değil bir de kendilerinden önce giden birliklerin izlerini sürmek için de sızmaya çalışıyorlardı duvarın arkasına.
Ne oluyorsa oluyor, duvarın arkasında kayboluyorduk
Aslında belki de sorunun yanıtı yine sorunun kendisiydi. Ve bizler bununla yetinmek zorundaydık. İşte işler böyle kötüye gidince ve tüm girişimler sonuçsuz kalınca herkes gibi biz de alarma geçtik. Ordular savaş durumu aldı, evlerimizin en görünmeyen, ulaşılması en zor yerlerine doğru kaçtık. Geçirilmesi muhtemel kötü günler için besin stokladık. Kimileri bunun yüzyıllar boyu bu gezegene yaptıklarımızın karşılığı olarak başımıza gönderilen bir bela olduğunu söyledi. Kimileri zaten ülkesi işgal edilenlerin on yıllardır kimseye bir mutluluk vermediğini bu bir yana gezegene ölümden başka bir şey getirmediğini bu yüzden bunun herkese yapılmış bir iyilik olduğunu söyledi. Kimileri hemen harekete geçilmesi gerektiğini duvarın bir an önce yıkılıp arkasında her kim ya da kimler varsa ortaya çıkarılması gerektiğinden bahsediyordu. İyi veya kötü hepimiz aynı gezegende yaşıyorduk ve aslında dışarıdan herhangi birimize karşı yapılmış böyle bir saldırı hepimize karşı yapılmış bir saldırı sayılmalı, diyordu. Kimisiyse yaşadığımız bu yaşlı ve mütevazı gezegenin artık başkalarının olduğu görüşündeydi. İlk bizlerin buradan ayrılmasını bekliyorlardı. Savaş istemiyorlardı ve eğer böylesine büyük ve uzun bir duvarı bir gecede yapabiliyorlarsa ve o duvarın arkasına elimizdeki onca teknolojiye rağmen saklanabiliyorlarsa ellerindeki güç bizimkinden çok daha gelişmişti. Bu da onlarla savaşmanın ve boş yere ölmenin bir gereği olmadığı anlamına geliyordu. Yapılması gereken bir an önce kaçmak başka bir yuva aramaktı. Herkesin kafası çok karışıktı. Günler boyu binlerce kişinin katıldığı ve bütün gezegene yayılan toplantılar yaptık. Ama yapılan her toplantıda aklımızda netlik kazanması gereken yüzlerce soru daha da bulanıklaşıyor, fikirler birbirinden biraz daha uzaklaşıyor, keskinleşiyor çıkan gürültü biraz daha artıyordu. Çünkü geçen her gün herkes kendini biraz daha çaresiz hissediyordu. Elimizde hala hiçbir cevap yoktu.
Ama sonunda bir karara varıldı. Savaşacaktık. Bunu, daha en başta onlar, bizimle hiçbir iletişim kurmayarak hatta bizim kurmak istediğimiz hiçbir iletişime karşılık vermeyerek istemişti. Madem onlar bizi dikkate almıyor, biz yokmuşuz gibi davranıyorlardı, o zaman biz onları dikkate alacaktık ve bunu silahlarımızla yapacaktık. Askerlerse hiç kimsenin olmadığı kadar mutluydular. Yine birileri ölecek, birileri öldürülecekti. Oyun onların kurallarına göre oynanacaktı. Biliyordum ki bu oyunda bir kazanan olmayacaktı.
Savaşabilecek herkes askeri birliklere alındı. Buna bir gözü eksik olan ben de dâhildim.
Onu elime ilk aldığımda onunla neler yapacağımı düşündüm. Hayatım boyunca görmediğim bu bilinmeyen varlıklara karşı ne kadar işe yarayacaktı? Kaçının canı bu ölüm makinesinin ağzındaydı? Peki ya ben, ne zaman ölecektim? Bütün zamanımızı askeri eğitime ayırıyorduk. Artık hepimiz ordunun malıydık. Onların bizim hayatlarımıza biçtikleri mantıksızlıkla yine onların iktidarlarını sağlayacaktık. Karşılığındaysa bize o eski günlerimizi vereceklerdi. Anlaşma böyleydi. Her gün marşlar söyleyerek eğitim alanlarında saatlerce yürüyor, koşuyor, sürünüyor, değişik savaş oyunları deniyorduk. Yanlış yaptığımız yerde en ağır hakaretleri duyuyor ve hemen cezalandırılıyorduk. Komutanlar da en az bizler kadar yorgun, tedirgin ve sinirliydi. Çünkü daha tek bir düşmanlarının dahi yüzünü görmemişlerdi. Denizde, karada ve havada savaş hazırlıkları son hızıyla devam ediyordu.
Emindim ki tüm bu hareketliliği onlar da çok yakından takip ediyorlar ve bizimle karşılaşacakları an için hazırlık yapıyorlardı. Ama bunun nasıl bir hazırlık olduğuna dair herhangi bir fikrim yoktu. Belki de onlar için her şey tek bir düğmenin üzerindeydi. Hatta belki de ellerinde temizlik malzemeleri tüm gün o düğmenin üzerini parlatıp duruyorlardı. Veya işin ciddiye bindiğini görünce kaçma planları yapıyorlar buldukları, en uygun anda kaçmak için fırsat kolluyorlardı. Belki de onların ellerindeki güç de bizimkine denkti ve bizlerin görmediği bir yerde onlar da bizler gibi ordularını savaşa hazırlıyorlardı.
Savaşın ne zaman başlayacağına biz karar verecektik. Savaşabilecek herkesin silahaltına alınıp eğitilmesine başlanalı uzun zaman olmuştu ve ne yazık ki artık ben bile kendimi bir asker gibi hissediyordum. Savaşmaya, ölmeye ve öldürülmeye hazırdım. Bunun farkına varan ordu komutanları, eğitimleri hafifletmiş baskıyı biraz olsun azaltmışlardı. Herkes her an çıkacak olan savaşı bekliyordu ve bir tel kadar gergindi. Bu gerilim geçen her an biraz daha artıyordu. İçimizde çoğu zaman kime karşı bile olduğunu bilmediğimiz bir nefret ve kin günbegün birikiyor, herkes o kini boşaltacak bir yer arıyordu. Kimseye dokunulmuyor, kimseyle konuşulmuyor, herkes kavga için olur olmaz bir neden arıyordu. Ve bunun ne zaman bir son bulacağını da kimse bilemiyordu.
O akşam sırtımı dayadığım duvardan gökyüzüne baktım. Yorgundum ve gözümden geriye kalan çukur sızlıyordu. Yıldızlar yine giderek koyulaşan gökyüzünün üzerinde birer birer beliriyor hava giderek serinliyordu. Bir an için mutlu olabildiğimiz günleri hatırladım ve o günlerin bir daha hiç geri gelmeyeceğini hissettim. Bundan sonrası kesin bir yıkım, bir yok oluştu. İçim ürperdi. Kendimi buna nasıl hazırlayacaktım? Yok olmaya… Etraf kesin bir sessizlikle çınlıyordu. Belli olan bir şey vardı ki o da savaş artık yanı başımızdaydı. Ayağa kalktım ve kendimi ertesi gün yapılacak eğitime hazırlamak için uyuyacak bir yer aramaya başladım.
O akşamdan sonra hatırladığım ilk şey keskin bir siren sesiydi. Kafamı girdiğim siperden dışarı çıkardığımda tam bir karmaşayla karşılaştım. Komutanlar etrafa emirler yağdırıyorlar yarı giyinik askerler sağa sola koşuşturuyorlar, herkes eğitim alanında sıraya girmeye çabalıyor, bu karmaşada kimse ne yapmakta olduğunu bilemeden düzen almaya çalışıyordu. Sonra ben de bu karmaşaya katıldım. Eğitim süresince yanımda taşıdığım, beraber uyuyup beraber yemek yediğim biricik arkadaşım da yanımdaydı ve sanırım bugün onunla yapılacak çok işimiz vardı. Verilen tüm emirlere rağmen sıralanmış birliklerdeki uğultu dinmiyor, çoğu yarım yamalak cümle ortalıkta dolaşıp duruyordu. Duyduklarım heyecan vericiydi. En sonunda görünmüşlerdi. Duvarın önünde bir uzay aracı vardı ve biz acilen oraya gönderiliyorduk. Apar topar gemilere bindirilip duvara doğru yol almaya başladık.
Tüm silahlar üzerine çevrilmesine rağmen duvarın önüne inmiş geminin kımıldamadan orada öylece beklemesi sinir bozucuydu. Eller tetiklerdeydi. Ve sanırım herkes ateş etmek için yanıp tutuşuyordu. O an için ateş edememek nefes alamamak gibi bir şeydi. Sonra yanı başımda bir komutan belirdi. Fısıldayarak, benimle gel, dedi. Tereddüt etmeden peşine düştüm. Benim gibi beş altı askeri daha yanına aldıktan sonra saklanmaya hiç gerek duymadan duvarın önündeki meydanı boydan boya yürüyerek geçtik. O yürüyüş, yaşamımın en uzun yürüyüşü oldu. Sonunda geminin önündeydik. Bizi bekletmeye niyetleri yoktu. Kelimeler artık iyice azalmıştı. Geminin kapısı, nerede olduğunu asla tahmin edemeyeceğimiz bir yerinden açıldı. Silahlarımızı kapıya doğrulttuk. Üzerinde uzay üniforması olduğunu sandığım bir giysi vardı ve başlığını çıkarmamıştı. Belki de bu atmosferde nefes alamıyordu. Merdivenlerden aşağı indi. Önümüzde durdu. Bakışlarından daha önce hiç üç gözlü ve kuyruklu canlılar görmediği anlaşılıyordu. Merhaba, dedi. Ben yok olan dünya gezegeninden geliyorum. Dilinizi biliyorum. Bizler yok oluştan kurtulmuş son dünyalılarız. Amacımız gezegeninize sığınmak, bu gezegende yaşamamızı sağlayacak koşullar olduğunu keşfettik. Adım… Sonrasında duyduğu tek bir el ateş sesi oldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.