- 687 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Obur Öküzler
Gemiyi en son terk edenlerdendim. Belime bağlı kemerle hangardan çekilip karaya ayak basmam zaman aldı. Liman, dalgalı siyah mürekkep lekeleri taşıyan kocaman beyaz bir bayrakla kaplıydı. Kızgın gövdelerimiz birbirine sürtünüyordu. Kuyruk sallamalık desen boşluk yoktu. Başlarımızı yukarı doğru kaldırmış, bardak dibi gözlerimizle hayretle etrafı süzüyorduk. Burun deliklerimiz iştahla açılıp kapanıyordu.
Kızgın güneş altında bir hayli bekledik. Nice sonra bizi, sürgülü demir kapılı ince uzun demir odaların içine tahta bir yolluktan yürüterek, iki sıra halinde yerleştirdiler. Kafalarımız yarışa kalkan atlar gibi demir borularla ayrılmış bölümlere itilmiş, burunlarımızı kokusu kokumuza çalan yem oluklarına gömmüştük. Limanda beklerken tam da önüme düşen o nazenin kalçaların hayali, bardak dibi gözlerimin üstündeki perdede asılı kalmıştı.
Alelusul çiğnediğim yemleri midemin derinliklerinden çıkarıp yeniden çiğnemeye başlamıştım ki, altımızdaki ahşap zemin sarsılmaya başladı. Bedenlerimiz biri birine çarpıyordu. Dengemizi kaybediyorduk. Bitmek bilmez sarsılmalardan yorulup zor da olsa ahşap zemine bıraktığımız bedenlerimiz, üç aşamada sindirip çıkardığımız, kokusu daha da çekilmez olan yediklerimizden arta kalan, vesaire batıyordu. Alışkın değildik böyle bir duruma. Kalkarken; otururken olduğundan daha da zorlanıyorduk. Dışarısını göremiyorduk. Hissediyordum. Meşhur bakışlarımızla süzmemiz gereken o nesnenin içindeydik.
Demir odalardan indirildiğimiz de güneş, tam karşımızdaki tepelerin ardında yükseliyordu. Sonunda mensubu bulunduğumuz şirketin deniz aşırı bu ülkede kurduğu besi çiftliğine varmıştık. Biz, bu yeni ülkede yeni bir neslin yetiştirilmesine vesile olacak “öncü öküzlerdik”. Gün ışığına hasret gözlerimizi, uzun beyaz kirpikli göz kapaklarımızı açıp kapayarak sulanmaktan korumaya çalıştık. Sağlıklı görünmeli, bizi gören şirket çalışanlarının şirket değerlerine imanları tazelenmeliydi. Her birimiz, şirket misyon, vizyon ve değerlerini benimsemiş “bilinçli öküzlerdik”. Yaşam guruları bizi eğitmişti. Misyonumuzu kavramıştık.
Domates ve patates fideleriyle çevrili yatakhanelerimize - siz yatakhane dediğime bakmayın bu binanın bizim tek yaşam alanımız olduğunu hepimiz biliyorduk- yerleştirilmeden önce ayaklarımız açılsın diye şöyle alelusul bir dolaştırılıverdik. Bu bizim için olağanüstü bir durumdu. Gövdemizi, varlık nedenimiz olan veznimiz eksilmesin diye, fazla hareket ettirmemiz istenmezdi. Misyonu tohum dökmek olan bir kaç damızlık dışında kabilenin tüm eril üyeleri kısırlaştırılırdı. Haksızlığa uğradığımızı söyleyemem. İlk deneyimimizi yaşamamız engellenmiyordu.
Kapalı anlatımlardan hoşlanmam. Mensubu olduğum şirket gibi açıklık yanlısıyım. Evet, ben malum yeri burulmuş genç bir boğayım. Üzülerek söylemeliyim, burulmak nefsi köreltmiyor. Karşı cinsten bir bireyin, kuyruğunu sallamasına bile gerek kalmadan kokusunu duymam, nefsimin uyanmasına yeter. Ama hepsi o kadar.
İlk ve son deneyimim mi? Adı üstünde ilk deneyim. Neslimizi sürdürme misyon yüklenen “seçilmişlere” gelince, önlerine sürülen yemlere onlar için özel olarak ilave edilen azdırıcıların maliyetini hak etmekten gayri bir gayeleri olduğunu sanmıyorum. Bir çeşit görev; ne beklene bilir ki.
Önümüzdeki yala konulan yemlerimizi iştahla yerken, “Kutsal bilgi kaynağımız” dev ekranlardan, yaşam guruları tarafından bizim için özel hazırlanmış eğitici programları izlemeye bayılırız. Uyku saatlerimiz dışında bu dev ekran hep açık ve ağzımız hep doludur. Haftada bir kez, uzman veterinerlerin kontrolünden geçeriz. Kanımız alınır, yağ oranı ölçülür, yeteri kadar kilo almadığımız durumlarda, misyonumuz bedelimize vurulan iğnelerle bize anımsatılır. Ek maliyet doğuran bu iğnelere ihtiyaç duyulmaması için “verimli öküzler” olarak yetiştiriliriz.
Ne büyük bir düzenin parçası olduğumuzu “kutsal bilgi kaynağımız” sayesinde görürüz. Kabukları soyulmuş patateslerin, ön kızartma için, bir şelale gibi yağ dolu kazanlara nasıl düştüğünü; çelik bantlar üzerinde yağları süzülüp, soğutulduktan sonra torbalanıp, donduruluşunu, kamyonlarla taşındıkları restoranlarımızda kızartma tavalarının içinde mutluluktan zıplayarak cızırdayışlarını; domateslerin ketçaba; salatalıkların turşuya; göğüsleri yerlerde dişilerimizden sağılan sütlerin kehribar rengi peynirlere dönüşümünü izleriz. Kazanlarda formülü sır hamurlar yoğrulur, kesilir; üzerine her seferinde aynı miktarda susam serpilir, asansörlere bindirilip pişecekleri fırına sürülür, hamburger ekmeği kisvesinde fırından askerleri bir intizamla çıkar; ortadan ikiye bölünür torbalanıp koliler halinde soğutuculara konulurlar. Yakın zamana kadar dev kazanlarda yoğrulup, dilimlenen köftelerin neyle yapıldığını bilmezdik. Açıklık yanlısı şirketimiz, eğitimin belirli bir evresinden sonra tadı dillere destan o köftelerin de nasıl yapıldığını gösteren filmleri bizlere izletmeye başladı. Önce kafamıza bir boru dayıyorlar sonra elektrikli testerelerle vücudumuz ikiye ayrılıyordu. Görünürde hiç kanımız akmıyordu. Kemiklerinden ayrılan etimiz çekilip, makinenin delikli ağzından boşalırken mutlu gibiydik. Halimiz kafaları kesilip; minik bedenleri parçalanmak üzere askılara ardı ardına asılan tavuklardan halliceydi.
Sonumuz bunca çıplaklığıyla bize gösterilmesine karşın anlamadığım bir şey vardı. Karın boşluğumuzu dolduran altı kat midemiz, bağırsaklarımız, kuyruğumuz, kafamız, kemiklerimiz ne oluyordu? Yanıtı bir rastlantı sonucu öğrendim. Misyonunu bizden önce tamamlamış nesilden birinin nasıl olmuşsa olmuş parçalanmadan kalmış, bir çift gözünü yem haznemde bulmuştum. Hüzünlenmedim dersem yalan olur. Kendimi yemeye vurdum. “Hüzünlü, verimli, bilinçli öncü” bir öküz olmuştum.
İzlediğimiz filmlerin en keyifli kısmı kafasında kartondan taçlar takmış tombul çocukların, anne babalarının gözetiminde kâğıtlara sarılmış hamburgerleri atıştırdığı bölümdü. Önce normal hızla gösterilen film, hızlanıyor, giren çıkanı belirsizleşen restoran her şeyin yalanıp yutulduğu bir “savaş meydanına” dönüyordu. Patates dilimlerini elleriyle atıştıranlar, ağzında henüz ısırdığı hamburger parçası varken, kum kovalarına benzer bardaklardaki gazlı-şekerli sudan avurtlarını dolduranlar, külahına konar konmaz, eriyiveren doldurmaları “kapıpta kaçan varmış” gibi ağzına sokup çıkaranlar... Bu meydanda kural ihlali diye bir şey yoktu. Savaşçıların içtiği gazlı-şekerli sıvının etkisiyle ağız dolusu geğirmeleri bile mübahtı. Yaşamın gerçek anlamını kavramış, bu kavramı çocuklarına da aşılayan “kahraman” aileleri gördüğüm de dünyada yalnız olmadığımı hisseder hüznüm azalırdı.
Ne işimize yarayacağını bilmememize karşın bize üretim standartları da gösterilirdi. Hamburger hangi sıcaklıktaki ızgarada pişer; ketçabın akışkanlığının hangi kıvamda olması gerekir hepsi gösterilirdi. “Dondurucudan çıkartılan köfte, pişirildikten on dakika sonra mideye inmezse toksinler üremeye başlarmış”. İzlerken en çok sıkıldığım bölüm burasıydı. Bana neydi bütün bunlardan. Ne çalışanların it gibi koşturdukları restoranlarda çalışmaya niyetliydim; ne de kendi etinden yapılma köftelerden yemeğe...
Burnuna konan sineği dilinin ucuyla kovalamaya çalıştı. Dili ağzına hapsolmuş gibiydi. Yeniden denedi. Ağzının kenarına yapışmış, kalmış az önce yediği cipsin tuzlu tadını aldı. Arsız sinek yeniden burnunun ucuna konmuştu. Çaresiz, güçlükle göz kapaklarını araladı. Televizyonda donmuş kalmış görüntüye gözü ilişti.
İzlerken uyuya kaldığı film, reklam kampanyalarını aldıkları şirketin tanıtım filmiydi.
Tanıtım filminde belirtilen,” vizyon, misyon ve değerlerle örtüşen, hedef kitleyi sarmallıyan, son derece çarpıcı, rakipleriyle aralarındaki kapanmaz mesafeyi vurgulayan üç dakikalık bir senaryo hazırlayıp, pilot planlarıyla birlikte başını çektiği ekip tarafından önümüzdeki hafta reklam verene sunmaları gerekiyordu. Tanıtım filmindeki o, çipil gözlü öküzü, reklam filminin merkezine oturtmayı düşünüyordu. Çok dengeli davranması gerekiyordu. Dünyadan bir haber, her şeyle barışık halli öküz, izleyenlerde acıma duygusu uyandırabilir, daha da kötüsü hayvan sevenlerin tepkisini çekebilirdi. Üstelik o çipil gözlü öküzün bu tanıtım filminden mi, yoksa başka bir kampanyadan mı zihninde asılıp kaldığından da emin değildi. Neresinde uyumaya başladığını kestiremediği tanıtım filmini baştan sona yeniden izlemesi gerekiyordu. Son dönemlerde üzerine iyiden iyiye bir uyuşukluk çöreklenmişti. Kaygılıydı. Karnı acıkmıştı. Yanı başındaki telefona uzandı. Diğer uçta ekrana düşen müşteri bilgi formunda ismi görülmüş olmalıydı.
Telefondaki ses içecek siparişini de aldıktan sonra:
” Semir Bey, siparişiniz yarım saate kalmadan elinizde olacak,” dedi.
İsteksizce yerinden kalktı. Midesi kazınıyordu. Üzerine bastığı boş cips paketi ayağına dolandı. Boş gözlerle buzdolabının raflarını süzdü. Kapaktaki raftan parlak kâğıtlara sarılı çikolatamsın bir şey çekti, aldı. Ortası çökmüş kanepedeki boşluğu yeniden doldurdu.
Kayıt oynatıcının ekranındaki saate baktı. İzlemekten keyif aldığı yaban hayatını anlatan belgesel başlamak üzereydi. Üzerinde keyifle çarpışan buzlar yüzen, kabarcıklı, kahverengi sıvının kulağa hoş gelen foşurdayışıyla, içeceği litrelik istemediğine pişman oldu. Klimanın uzaktan kumandasına uzandı. Soğukluk ayarını yükseltti.
Kayseri/2006
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.