Hiçbir şey nezaket kadar güçlü;hiçbir şey gerçek bir güç kadar nazik degildir.-- marquis de sade
çigdem
çigdem
@cigdem46

AMETİS

16 Kasım 2010 Salı
Yorum

AMETİS

0

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

1127

Okunma

AMETİS

Onu ilk gördüğümde bir cafede tek başına oturmuş, iki elinin parmaklarıyla oynuyordu. Dalgın ve dün geceden uykusuz kalmış gibi yorgun bakışları vardı. Yanından geçenlere aldırmıyor, başını kaldırıp bakmıyordu. Arkadaşım gelene kadar onu izlemeye karar verdim. Önünde duran çaya ve bitmek üzere olan sigarasına bile aldırış etmiyordu. Birine de beklemiyordu. Çünkü ne saatine bakıyordu ne de telefonuyla uğraşmıyordu. Masanın bir köşesinde duran telefonu da sahibi gibi sessizliğe gömülmüştü.
Bir süre gözlerimi ondan alıp yanımda getirdiğim dergiyi karıştırmaya başladım. Hafif bir müzik çalıyordu. Kulakları tırmalamadığı için rahatsızlık vermiyordu. Garsonlardan biri yanımdan geçip salonun kapsını araladı. Soğuk hava içeriyi bir anda doldurdu. Sigaradan göz gözü görmez olan salon bir anda soğuk havanın girmesiyle birlikte temizlendi. İçime çektikçe havayı, burnum üşüse de temiz hava soluduğum için şükrettim.
Başımı dergiden kaldırıp yan masada oturan bayanı izlemeye koyuldum tekrardan. Gömüldüğü düşünceler içerisinde iyice kaybolmuştu. Masasında duran çay soğumuş, sigara ise çoktan sönmüş ve kül tablasının içine düşmüştü.
Yer yer beyaz saçları dikkat çekse de saçlarını yakın zamanda sarıya boyattığı anlaşılıyordu. Beyaz tenine pek de gitmemiş diye geçirdim içimden. Kızıla ya da kahverengiye boyatsa daha genç gözükürdü.
Kırmızı rujlu dudaklarını arada sırada aralıyor, sanki kendi kendine mırıldanıyordu. Başını arkaya atıp sandalyesine yaslandı. Gözlerini kapadı ve kendini çalan müziğe bıraktı. Saçlarını arkaya attı, dudaklarını araladı, mırıldandı. Gözlerini açtı, önünde kendini bekleyen çayına baktı. Çay kaşığını eline alıp sanki yeni gelmiş gibi karıştırmaya başladı.
Suskun ve yorgun duran bu bayanın macerasını dinlemek istiyordum. Dayanamadım, sohbetimizin yarım kalmasını istemiyordum. Özgür’e telefon açtım. Gelip gelmeyeceğini, kendisini beklemekten sıkıldım gibi yuvarlak laflar ediyordum. Acil bir işinin çıktığını, bir yere uğraması gerektiğini ve buluşmaya geç kalacağını söylüyordu. Telefonu kapatırken işlerleriyle ilgilenmesini, kendisiyle başka bir gün görüşeceğimizi söyleyerek kapadım.
Telefonla oynuyordum. Gözlerim, bulunduğu mekândan çok uzaklarda olduğu anlaşılan kadındaydı.
Bütün cesaretimi toplayıp masasına doğru adımladım. Uykudan yeni uyanıyormuş gibi yorgun gözlerini bana çevirdi. Beni baştan ayağa inceledi.
“Oturabilir miyim?”
Masasına oturmak için izin istediğimde küçük yaramaz bir kız çocuğu gibi kısa bir kahkaha attı ve eliyle oturmamı işaret etti. Masaya otururken ilk gördüğümden beri parmaklarıyla oynadığını sandığım kadın, aslında elinde tuttuğu bir yüzükle oynuyordu. Dikkatim yüzüğe yöneldiğini görünce:
“Ametist taşı, mor yakut ya da mor necef de denir,” diyerek parmaklarının arasında döndürüp durmaya devam etti.
Yanımızdan geçen garsona sesleniyorum, garson ağır adımlarla yanımıza geliyor.
“Çay içmek istemiyorum, bir ada çayı alabilirim dedim, bayan ise: “bende bol köpüklü bir kahve istiyorum.” Garsonun yanımızdan gitmesiyle karşı masada nargile içen gençler dikkatimi çekiyor. Nargile içmek isteyip istemediğini soruyorum.
“Gerek yok ben kendi sigaramdan memnunum” masada duran pakete uzanıyor. Ellerinin titrediğini görüyorum. Paketi açıp bana uzatıyor. İkrama hayır diyemiyorum. Cebimden çıkardığım çakmakla önce onun sonra kendi sigaramı yakıyorum.
Gözleri, gözlerime takılıyor. Bir süre beni izliyor. Sanki daha önceden tanıyormuş da hatırlayamamış gibi ismimi çıkarmaya ya da silinip gitmiş bir anıyı tekrardan yazmaya çalışıyor.
“Birini mi bekliyorsunuz” diye konuşmaya başlıyorum.
Gülümseyerek, “kendimi bulmaya çalıştığım yer burası. Bazı günler, sıkıldığımda buraya gelerek yalnızlığımı unutmaya çalışıyorum.”
“Kendinizi bulabildiniz mi?” diye daha lafımı bitirmeden dalgın gözlerinde dolan öfkeyi gözlerimi yakalayarak ruhuma boşaltmaya çalışıyor.
“İnsan, kendini geçmişte, anıları arasında kaybeder. Anılar ne kadar silikleşirse kendini o kadar dönüyor demektir. Anılar, taze kaldığı sürece hem ruhunu yakıp kavurur hem de kendi içinde seni de alıp götürür. Ufkun içinde kaybolan gemi gibi var olduğunu unutursun. Ufka bakanların gözünde çoktan kaybolup gitmişsindir.”
Kahvemden bir yudum alıyorum, sigaranın dumanını savuruyorum. “Sizde birilerini unutmaya çalışıyorsunuz.”
Pencereden yolu izlemeye başlıyor. Genç bir adamın rüzgârdan yere düşmemek için kuytu bir yer bulup saklanmasını” izliyoruz. “Aşk, fırtınaya benzer; önünde duramazsan seni savurup bir köşeye atar; ondan korkarsan da seni mazide bir yere saklar.” Rüzgârın durmasını beklersin. Saklandığın kuytuda, diyerek gencin montuna nasıl sarıldığını, başını boynuna çekip ürkek gözlerle rüzgârın dinmesini beklemesini gösteriyor.
“Diğerleri de senin benim gibi filmi izler.”
Ne diyeceğimi bilemeden dinliyordum, laf arasında ismimin Gülseren olduğunu öğrendiğim bayanı.
Gözleri, elinde tuttuğu yüzüğe takılıyor. Mor olan, yüzüğün kenarları işlemeli. Sürekli elinde oynadığından dolayı parlaklığı gitmiş gibi. Oynamayı bırakıp şaşkınlığımın içinde havaya kaldırıyor yüzüğü. Burnuna yaklaştırıyor. “Salona girdiğin andan itibaren bakışlarını benden çekmediğini gördüm. Sanırım, dalgınlığım diğerlerinden çok senin dikkatini çekti. Kendi dertleri içinde yitip giden, etrafında dönen dünyayı bilemeyecek kadar sıkıntıları içinde kör olan biri değilsin.”
Suçüstü yakalanmış bir hırsız gibi bakışlarımı kaçırmaya çalışıyorum, kızardığımı görüyorum. Masada duran ellerimi yanlara bırakarak sandalyeye yaslanmaya uğraşıyorum.
“Tek başına olmanız ve dalgınlığınız dikkatimi çekti.”
Gülseren Hanım:
“Sizde dalgınlığımı merak ettiniz, öyle mi?”
“Sizin gibi güzel bir bayanın hem tek hem de bu kadar dalgın olması pek hayra alamet değildir.”
Güzelliğinin dile gelmesi, ruhunu öylesine okşuyor ki saçlarını havada savurarak gülümsüyor.
Kırk yıllık arkadaşıymışım gibi başlıyor konuşmasına:
“Yaklaşık iki yıl önceydi. Hiç kimseyi seveceğimi âşık olacağımı düşünmezdim. İlk eşimle on beş yaşındayken evlenmiştim. Eskiden öyle kız kısmını evde tutmazlardı. Evlenmeden önce onu hiç görmemiştim. Düğün akşamı bir odaya kapadılar bizi. İşte o zaman gördüm. Anlayışlı biriydi. Zamanla onu sevdim mi bilmiyorum ama ansızın ölümü beni büyük bir boşluğa attı. Çocuğumuz olmamıştı. Toplasan zaten iki yıl falan birlikte yaşadık. İnşaat ustasıydı. Bir akşamüstü, kapıda işçi kıyafetleriyle iki adam belirdi. Onun kötü haberini getiriyorlardı. Günlerce hatta aylarca arkasından yas tuttum. Onu hoş edebilmiş miydim diye kendimi yedim bitirdim. Günün birinde kaynanam, artık bu evde beni barındıramayacaklarını söyleyip beni babamın evine yolladı. Kız olarak çıktığım eve dul olarak giriyordum. Zavallı anneciğim, oturur benle ağlardı. Ne kara bahtlı kızım var diye.
Günlerim odamda uyku ile geçiyordu. Hayattan elimi eteğimi çekmiştim. Hiçbir şey umurumda değildi. Komşumuzun kızı Canan, o günlerde bize sık gidip gelmeye başlamıştı. Bir fabrikada çalışıyordu. Fabrika, işi büyüttüğü için işçi almaya başlamıştı. Beni ikna etti. Sabahları erkenden çıkıyor, akşamın karanlığında eve geliyordum.
O kadar yoruluyordum ki akşam yorgunluktan bayılıyordum. Makinelerin gürültüsüne de alışmıştım. İşçilerle de kaynaşmaya başlamıştık.
Bir gün iş çıkışı, bir yerlere gidip eğlenmeye günün yorgunluğunu atmaya karar verdik. Küçük bir yer olan, Ekim kafesine geldik. Ekim kafe’si, şuan içinde oturduğumuz kafe’ydi. Burada birlikte geldiğimiz Cuma’nın arkadaşlarından biriyle karşılaştık. Orta boylu, esmer, küçük gözlerinde baharın neşesi dolaşan, neşeli, esprili bir adamdı bu. Serdar, o akşam bakışlarını benden alamıyordu. Bende onun bu ilgisi karşısında karşılıksız kalamıyordum.
Ertesi günü iş çıkışında arabasıyla fabrikanın önüne geldi. Beni bilmediğim bir restoranta götürdü. Görsen, burası küçük bir tekneydi. Tekneye binerken ayaklarımız ıslanmasın diye pantolonlarımızın paçalarını katlamış, tekneye öylece atlamıştık. Teknenin yan bölümünde büyük bir havuz vardı. Havuzun içerisinde alabalıklar yüzüyordu. Hafif bir müzik çalıyordu. Akşamın karanlığında, yıldızların ve ayın ışığı gölün üstüne düşüyordu. Hafif rüzgârın etkisiyle tekne sallanıyordu. Siparişlerimizi verdiğimizde havuzun içerisinde yüzmekte olan balıklardan ikisini tutarak mutfağa götürdüler.
Hayatımda ilk defa bu kadar güzel bir balık yemiştim. Tadı hâlâ ağzımdadır. O gece beni eve bırakırken beni sevdiğini söyledi. Yanaklarımdan öperken dudaklarının sıcaklığını tenimde hissettim. Sonraki günlerde sürekli görüşmeye başladık.
Sokaklarda gezerken bir hafta sonu yolumuz çarşıya düştü. Dükkânlara bakarak geziyorduk. Attarlarda, geziyor çeşitli otlar hakkında bilgi alıyorduk. Mağazaya giriyor, almayacağımız halde vitrinlerdeki elbiseleri deneyip çıkarıyordum.
Mağazadan da çıkmış, kalabalık çarşıda adımlıyorduk. Vitrininde ilginç taşlar bulunan bir dükkân dikkatimizi çekti. Göz göze geldik. Koluma girerek dükkâna girdik.
Kapısında kaya parçasını andıran kocaman bir taş duruyordu. Tam karşımızda ise esmer bir kadının kulaklarında salınan küpe, boynundaki kolye ve parmaklarının hepsinde yüzükler olan bir tablo bizi karşılıyordu.
Sahibi, uzun saçlı kirli sakallı, uzun boylu bir adamdı. İşinde usta olduğu taşları nazikçe tutuşundan ve ince ayrıntılara kadar her taş hakkında bilgi vermesinden anlaşılıyordu. Taşlardan bahsederken sanki denizin kenarında durmuş, martıların sesi ve yakamozların etkisiyle sevgilisiyle sohbet ediyor sanırdınız.
Elinde son tuttuğu taşın adı Ametisti. Yüzüklerin saklandığı bölmeden nazikçe kırılmasından korkar gibi tutarak getirdiği bu yüzük ikimizi de çok etkilemişti. Gözlerimi ondan alamıyorduk. Ametistin özelliklerini anlatmaya başladığında bu taş, sanki bütün sıkıntılarımızın çözüm kaynağıydı, problemleri alıp götürecek olan gemimin anahtarıydı.
“Konuşmasını bölmek istemesem de elinde tuttuğu bu ametist yüzüğün ne gibi özelliklerini olduğunu sordum.”
Sanki en sevdiği arkadaşından bahseder gibi:
“Onun olduğu yerde olumsuz enerji olmaz. Odanın herhangi bir yerinde durması bile negatif enerjinin kaybolmasıyla birlikte pozitif bir enerji yayılır. Ayrıca takıntılı düşüncelerden de uzak tutar, insanı sakinleştirir.
Hem de enerjisinin odaklandığı kişide uyum ve denge oluşturur.” Bir süre daha yüzüğü izledikten sonra almaya karar verdik. Bir tane bana bir tane de kendisine aldı.
O akşam, bu yüzükle o kadar eğlendik ki bir daha birbirimizden hiç ayrılmayacağımızı düşünmeye başladık. Onunla tanıştıktan sonra bambaşka bir insan olmuştum. Kendimdeki değişime ben bile inanamıyordum. Sabahları kalktığımda gülüyor, gözyaşı nedir, acı nedir sanki hiç bilmiyor gibi kuşlar kadar özgür dolaşıyordum.
Kendime bakmaya başlamış, odam aldığım kıyafetlerden geçilmez olmuştu. Hafta da mutlaka iki kere kuaföre gidiyor, saçlarıma bakım yaptırıyordum.
Elinde tuttuğu yüzüğü gösteriyor, bu yüzük sayesinde hayatımızı birleştirdiğimize inanıyordum.
Yine bir akşam iş çıkışı fabrikanın önünde beni bekliyordu. Beni gördüğüne pek sevinmemiş gibiydi. Her zamanki görmeye alıştığım o gülen yüzü, durgundu. Hiçbir şey demeden arabayı sürdü. İlk akşam gittiğimiz yere, tekneye gittik. Alabalığımızı yedik. Bu süre içerisinde ağzını açıp tek bir laf etmiyordu. Ben de sormaya korkuyordum. Tekneden çıkmış, gölün kenarında gezinmeye başladık.
Hafif esen rüzgâr tenimize dokunup geçiyordu. Uzaktan arabaların ışıkları bir görünüyor bir sönüyordu. Yıldızların ışığı aydınlatıyordu karanlık geceyi. Yan yürüyorduk, ne eski şakalarını yapıyordu, ne de gülüyordu. Sanki bir şeyler anlatmak istiyor ama yapamıyordu.
Bana baktığında yanağındaki yaşları gördüm. Ağlıyordu, sessizce. Ne olduğunu sormak istiyordum, kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Parmağımdaki ametist yüzüğü okşayıp bizi bu anlardan kurtarması için dua ediyordum.
Bir adım önüne geçerek durdu. Bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Sesi ilk defa titriyordu. Konuşmaktan vazgeçip arabaya doğru adımlamaya başladı. Bende arkasında koşarak ona yetişmeye çalışıyordum. Arabayı açtı ve bindi. Bende arkasından bende bindim.
Evin kapısına geldiğimizde:
“Seninle bir daha görüşemeyeceğiz” dedi.
Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Hıçkırıklarıma engel olamıyordum. O ise gözleriyle arabanın camından karanlık sokağı izliyordu.
“Neden?”
“Özlemekmiş asıl sevmek.”
Ne dediğini anlayamamıştım. Hayatımda başka biri var, evliyim, çoluğum çocuğum var demesini beklerken o, asıl sevmenin özlemek olduğundan bahsediyordu.
Dalga geçtiğini, benimle alay ettiğini hatta bütün bunların koca bir yalan olduğunu, yaşadığım bu anların bir rüya olmasını istiyordum.
Ellerimi, ellerinin arasına alarak:
“Bunu sana yaptığım için çok üzgünüm ama seni özlemekten başka çarem yok. Seni mutlu edemem.” dedi.
Konuşmasına artık izin veremezdim. Hızla arabadan indim ve kapıyı çarparak uzaklaştım.
Ertesini günü, onun şehri terk ettiğini duymuştum. Kimseye bir şey söylemeden gitmişti.
Bende ondan sonra hayatıma kimseyi almadım. Bazı günler buraya gelerek yüzüğü aldığımız günü yaşar; çayımı ve sigaramı içerek giderim.
Elinde tuttuğu yüzü bana uzattı.
“Bu yüzük bana hayatım boyunca unutamayacağım bir aşk yaşattı. Sonu gelmedi ama sevmenin ve sevilmenin ne olduğunu, sevdiğini gelmeyeceğini bildiğin halde özlemek ne demekmiş anladım. Aşkın gözü kör etmesini, baktığın her şeyde onu görmeyi öğrendim.
Mutlu olmak için bir yüzüğe ihtiyacım yok. Kendimle barışık yaşamaya alıştım. Hüznümü bile sevdim.
Al bu yüzüğü belki sana şans getirir.” dedikten sonra yorgun bedenini sandalyeden kaldırıp salondan çıktı.
Arkasından gitmeye karar verdiğimde Ender, çoktan masama oturmuştu.
Elimde tuttuğum yüzüğü görünce:
“Bu ne?”
“Yitirilmiş aşkın ve kazanılmış hüznün çocuğu.”
* Poyraz Edebiyat Dergisinde yayınlanmıştır.

Paylaş
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Ametis Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Ametis yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
AMETİS yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.