- 1068 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Yağmurda Islanmaya Hakkın Yok senin
Kadın, bir masadaki kırık saate, bir pencereden dışarı bakmaktan helâk olmuştu. Hava iyice kararmak üzereydi ve yağmur dur durak bilmeden saatlerdir yağıyordu.
Eşi işten çıkalı iki saatten fazla olmuştu ama hâlâ ortalarda yoktu. Meraklı ve dua eder gibi bakışlarıyla perdenin ucunu yeniden kaldırıp boş sokağa baktı. Sanki her an köşe başından çıkıverecekti. Sokak lambaları çoktan yanmış, yağmur damlalarının yere hızlı hızlı düşüşünü sergiliyordu. Bu akşam yağmur daha bir delicesine ve aralıksız yağmaya kararlıydı.
Havalar iyice soğumuş, sonbaharın son esintileri kalmıştı. Kış kapıdaydı fakat henüz bunun için bir hazırlık yapılamamıştı bu evde. Ne odun, ne kömür alınmıştı. Sobayı kurmaları da alt komşuya gösterişten başka bir şey değildi. Geçenlerde o çok soğuk olan gecede evdeki tahta sandalye ve eski birkaç giysiyi yakmış olmasalardı karı koca soğuktan hasta olacaklardı.
Nihayet sokakta bir karartı görebilmişti. Evlerine doğru gelen bu kişinin kocası olup olmadığını anlamak için dikkatlice baktı. Nefesinden buğulanan pencerenin camını eliyle silerek yaklaşan adamı tanımaya çalıştı, evet, kocasıydı.
Üzerindeki ceketinin yağmurdan sırılsıklam olduğu, saçlarından sular damladığı on metre geriden anlaşılıyordu. Bu yağmurda neden bu kadar yavaş yürüdüğünü anlayamıyordu Gülbahar. Kapıyı açıp beklemeye koyuldu. Kapıdan gelen soğuk bile dışarının ne kadar ürkütücü olduğunu anlamaya yetiyordu.
İki katlı köhne bir apartmanın ikinci katında oturuyorlardı. Buraya taşınalı sekiz ay kadar olmuştu. Eskiden böyle bir mahalleden geçmeye bile tenezzül etmezken şimdi bu mahallenin sakinlerinden olmuşlardı. Selim’in işleri birdenbire bozulunca koskoca market sahibi Selim Danış, birkaç ay içinde iflas etmişti. Başına gelenlere inanamadan marketteki son malları da borçlu olduğu toptancılara vererek yıllarca boşa kürek çekmiş gibi boynu bükük bir halde ceketini alıp çıkmıştı. Aklında sadece marketin önünde uçuşan bir iki gazete sayfası ve boş koliler kalmıştı o güne dair. O gün dünyanın başına yıkıldığına öylesine inanmıştı ki kendini yaşamaya ikna etmesi bir hayli gününü almıştı. Borçlarını ödeyebilmek için evini ve arabasını da sattığı o gün kendisini yumruk atarak parçaladığı aynanın karşısında ağlarken buldu. Oysa daha önce aynanın karşısında gördüğü Selim Danış, hırslı, başarılı, varlıklı ve azimliydi. Lüks bir yaşam içindeyken nasıl oluyor da böyle sefil bir duruma düşülebiliyordu bir türlü akıl erdiremiyordu. Bu, böyle basit olamazdı. Sanki hayat Selim Danış’a bir yanlışlık yapmıştı. Biliyordu, yanında çalışan birkaç nankörün, Allah’tan korkmazın yüzünden bu duruma düşmüştü ama elden ne gelirdi artık. Marketteki odasına sürekli çay içmeye, sohbet etmeye gelen dostları o günden sonra bir kuru geçmiş olsun diyerek dostluklarını bitirmişlerdi. Hepsi iyi gün dostu muydu yoksa gerçekten söyledikleri gibi yapılabilecek bir şey yok muydu? Sanki okyanusta salınan koskoca gemisi elinden alınmış, içine su giren eski bir sandal verilmişti yerine.
İş aramaktan yorgun düştüğü bir gün elektrik direğine yapıştırılmış bir ilan daha bulunca hemen cebinden çıkardığı kalemle numarayı eline yazıp telefon kulübesine koşmuştu.
—Nerde kaldın Selim? Meraktan öldüm. Bu ne hal? Nerde ıslandın bu kadar Allah aşkına?
Eşini içeriye alıp kapıyı hemen kapattı. Ayakkabıları bile su içindeydi. Birazdan yırtılacak, tavanı tabanından ayrılacak gibi duruyorlardı ikisi de. Eşinin ıslak elbiselerini çıkarmasına yardım edip ev kıyafetlerini verdi. Sürekli yayları çıkan eski karyolaya yatırıp üzerine battaniye örttü. Yavaşça başucuna oturdu.
—Selim, neden ıslandın bu kadar?
Selim, üşüyordu. Ağzını zorlukla açıp birbirine çarpan dişleriyle konuşmaya başladı:
—Islanmak istedim Gülbahar’ım... Uzun süredir yağmur altında dolaşmayı, düşünmeyi, iliklerime kadar ıslanmayı özlemiştim.
Kadın, kocasının elini tuttu.
—Selim, ne yaptın sen? Bir kere senin yağmurda ıslanmaya hakkın yok. Hasta olursan ne doktora gidecek paramız ne de ilaç alacak durumumuz var. Bu ıslanmış kıyafetlerin sabaha kurumazsa yarına giyecek ikinci bir elbisen yok. Odun olsa sobayı yakar kenarında kuruturduk ama o da yok, biliyorsun... Yok işte yok!”
Selim kendisine ‘Sus’ der gibi bakıyordu. Gülbahar, gittikçe daha yüksek ve sert çıkan sesiyle devam etti, söyleyecekleri bitmeyecek gibiydi.
Numarayı çevirdi. Nasıl bir iş olduğunu merak ediyordu ama işe kabul edilirse muhakkak çalışırdı, başka çaresi de yoktu zaten. Çıkan kişiyle konuştu. Nerede çalışması gerektiğini duyunca gururu incinmişti ama kabul etti, mecburdu.
—Şu halimize bak Selim! Ev rutubetli, tavanı akıtıyor. Bunları bilmiyor gibi sırılsıklam olmak için çaba harcıyorsun. Senin bu yaptığını kim duysa güler. Olacak şey mi bu senin yaptığın?
Gülbahar, eşinin cevap bile vermediğini, kendini savunmadığını görünce daha fazla üzerine gitmek istememişti. Odadan çıkıp kapıyı kapattı.
Neden o gün telefondaki iş daha iyi bir iş çıkmamıştı ki... İflas eden marketini binasıyla satın alan adam manav reyonuna bakacak tecrübeli birini arıyordu. Kabul etmese de ne yapsaydı? İlk sabah çok zor olmuştu Selim için. Kendisine verilen mavi önlüğü giyip, soğanları filelere koyarak tartmış, patatesleri yerlerine yerleştirmiş, yeşilliklerin çürüyen yerlerini ayıklamış, patlıcanları boylarına göre sıralamıştı. En çok da kendi müşterileriyle bu durumda karşılaşmış olmak yıkmıştı onu. Ahmet Bey, dalga geçer gibi söylemişti isteğini;
—İki kilo muz ver hele Selim abi.
Diğerleri de ondan farklı değildi.
—Demek burada başladın işe. Şu işe bak ya, seni burada görmek…
—Sen şimdi çay da ısmarlayamazsın bize ha? Kızar patronun, işini savsakladığını zanneder.
—Selim amcası, yeğeninin eline bir elma ver, tadına baksın, beğenirse alırım.
Gülbahar’ın söyledikleri geldi aklına. Beyninde yankı yapıyordu, kulakları sürekli çınlıyordu.
—Yağmurda ıslanmaya hakkın yok senin!
Gözlerini kapattı. Uyumaya çalışacaktı. Kenarını fare yemiş battaniyesine iyice sarıldı. Üşüyordu. Hasta olmamalıydı. Oluyordu.
Eşi haklıydı. Buna hakkı yoktu.
Fatma Çetin KABADAYI
Hatay Serinyol İlköğretim Okulu