- 3459 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
CİHAD VE CİHAD FETVASI
Bu yazımı 11 Kasım 2010 tarihinde kaleme alıyorum.
11 Kasım 1914 tarihinde, yani bundan 96 yıl önce, Osmanlı Padişahı ve Müslümanların Halifesi Sultan 5.Mehmed Han bir cihad fetvası yayınlamıştı. Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendinin kaleminden çıkan bu tarihi fetva münasebetiyle, cihad ve cihad fetvası üzerinde bir iki cümle ile durmak istiyorum.
Cihad; İslam nizamının yeryüzüne yayılması veya yürürlükte bulunan mevcut İslam nizamın muhafaza ve müdafaası için yapılan her türlü mücadelenin fıkhi terim olarak adıdır.
Savaş ya da barış, tanıtım, öğretme ya da eğitme, dil ile ya da kalem ile savunma, siyasi ya da kültürel atak yahut savunma..
Bunların hepsi ve benzerleri cihadın türlerini oluşturur.
İslam ilim adamları, “fi sebilillah”, yani Allah yolunda yapılan her türlü faaliyeti cihad diye vasıflandırmışlardır.
Emir komuta ile yapılan cihad, Müslümanlar üzerine farzı kifayedir. Yani cihad etmek Müslümanların üzerinde bir vecibedir. Ancak bütün Müslümanların bizzat yapmaları değil. İçlerinden bir topluluğun cihad etmesi yeterlidir. Diğer Nüslümanlar cihad etmeseler bile, bu vecibe üzerlerinden kalkar. Hiçbir Müslüman cihad etmezse, bütün Müslümanlar bu vecibeyi yapmamaktan dolayı mesul olurlar. Tıpkı cenaze namazı gibi…
Ancak Müslümanların halifesi veya cihad emiri, ya da o toplumda Müslümanların başında kendilerinden olan emir sahibi, gerek görürse bütün Müslümanları cihada çağırabilir. Elbette bir fetva yayınlayarak...
Bu takdirde her Müslüman, kadın erkek ayırımı yapılmadan, cihada koşmak zorundadır. Üstelik bu zorunluluk, sınırlarla daraltılmış bir zorunluluk değildir. Umumi cihad ilan edilmişse, bunu duyan her Müslüman itaat ederek cihada koşmak zorundadır.
Bir İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nde, Padişah ve Müslümanların Halifesi, 1.Dünya savaşına girerken, Haçlıların saldırılarına, yani Rusya, Fransa ve İngiltere ile, onlara yardım eden devletlere karşı bütün dünya müslümanlarını cihada çağırmıştır. Bunun için bir cihad fetvası yayınlamıştır. Bu da demektir ki; 1.Dünya savaşında ordumuz fıkhen ve fiilen cihad etmiştir.
Osmanlı Halifeleri bu yola sıkça başvurmamışlardır.
Tarih sayfalarını karıştırdığımız zaman bu olaydan takribi 115 yıl önce de cihad fetvası yayınlandığını görüyoruz. Yalnız bu fetva, umumi bir fetva değil, belirli bir toplumu kapsayan bir fetvadır. Mısır halkına yayınlanmıştır. Olay kısaca şudur:
Avrupa’da ünlenen genç Fransız generali Napolyon Bonapart, kutsal yerler olan Kudüs, Mekke ve Medine’yi ele geçirmeyi ve buradan da orta ve uzakdoğuya geçerek dünyayı avucunun içine almayı hedefleyerek, 1798 de Osmanlı vilayeti olan Mısır’a çıkarma yapmıştır. İleri harekete devam etmek isteyen Napolyon, Kudüs’e gidebilmek için yolunun üzerinde bulunan Akka’a önlerinde, Cezzar Ahmet Paşa isimli ihtiyar Osmanlı Paşası’ndan ummadığı bir tokat yemiş ve Mısır’a geri dönmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı Padişahı ve Müslümanların Halifesi Sultan 3.Selim Han, Mısır halkına yönelik bir cihad fetvası yayınlayarak, Napolyon’un icabına bakmalarını emretmişti. Mısır’da başına gelecekleri anlayarak, dikiş tutturamayan Napolyon, ordusunu da bırakarak, zelil bir şekilde ülkesine geri kaçmak zorunda kalmıştı.
Bu da cihad emiri, cihad ve cihad fetvasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Bazı tarihçiler 1914 tarihli cihad fetvasının amacına ulaşmadığını ifade etseler de, dünya Müslümanlarının nasıl tepkiler gösterdiğini, İngilizlerin bu fetva dolayısıyla sokaklara dökülen Hint Müslümanlarını tutabilmek için 200- 250 bin kişilik ordularını nasıl Hindistan’da bulundurmak zorunda kaldıklarını ağzlarına almamaktadırlar.
Dağınık ve emperyalistlerin pençesinde kıvranan Müslümanların, elbette topyekün ayağa kalkmaları beklenmiyordu.
Cihad fetvalarında Müslümanlar cihada çağrılırken, ilgili ayet ve hadisler cihadın gerekçesi olarak zikredilirdi.
Peki bu çağrıya uyulup, olması gerektiği şekilde cihada koşuldu mu?
Uzun bir olay.
Bir kitap hacminde bir olay...
Ama çok enteresan, öğrenilmesi gereken bir konu…
Ekrem Şama
YORUMLAR
Saygıdeğer hocam, ben bir konuyu merak ettiğim için sormak istiyorum.Öncelikle belirtmek isterim ki amacım eleştirmek değil.Profilinizden tarihçi -yazar olduğunuzu gördüm ve bir tarihçiyi eleştirecek kadar tarih bilgisine sahip değilim.
Abbasilerin halifesi, Selçuklu hükümdarından yardım istediğinde ve Selçuklu hükümdarı halifeyi himayesine aldığında niçin kendisini halife ilan etmedi? Niçin siyasi nüfuzu yerle bir olmuş bir kişiye hilafet makamını bıraktı? Acaba bunun sebebi halife olmanın ön şartının Kureyş kabilesinden bir arap soyundan gelmek olması olabilir mi? Ve birinci dünya savaşında yapılan kutsal cihad çağrısına arapların duyarsız kalmasının sebebi Osmanlı Padişahlarında ki bu önşart eksikliğinin bulunması olabilir mi? Her ne kadar araplar yanımızda yer alsaydı da biz savaşı kaybedecektik tezi öne çıksada yıllar boyu Osmanlı İmparatorluğunun , peygamber soyundan gelmesinden dolayı araplara bir çok ayrıcalıklar tanımış olasının sonucunun böyle bir ihanet girişimiyle sonuçlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Değerli görüşlerinizi bekliyorum.Saygılarımla...
ekremsama
YAVUZ’UN RÜYASI
Yavuz Sultan Selim Han, muhteşem Çaldıran zaferinden yeni dönmüştür. Avrupa devletleriyle anlaşmaları yenilemiş, batı sınırlarını istikrara kavuşturmuştur. Gözünü güneye dikmiş, oradaki problemlere hal çaresi arıyordu.
Edirne’de, Sarayı Hümayun’da devletin ileri gelenleri ile vaziyeti müzakere edip hal çarelerini araştırmaktaydı. Maraş ve civarında bulunan bir takım olayları halletmek için o tarafa bir askeri birlik göndermesi gerekiyordu. Fırat boyuna gidecek olan bu askeri birlik, Veziri Azam Sinan Paşa kumandasında yaklaşık 40 bin askerden oluşuyordu. O civarda baş gösteren ve tehdit olan itaatsizlikleri bertafar edecekti.
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’daki Memluk hakimiyeti altında bulunan halk ve ülemadan imdat mektupları alıyordu. Bu mektuplarda Memlük Devleti ileri gelenlerinin zulmü anlatılıyor, Yavuz’dan imdat isteniyordu.
İşte bunlardan bir tanesi olan, Halep halkından gelen mektupta şunlar ifade ediliyordu:
“Bütün Halep halkı geldi. Alimler, ileri gelenler, veliler efendimiz siz Sultan’a (Aziz Allah yardımcınız olsun) gönderilmesi için topyekün bu mektubu yazmış bulunuyoruz. Bütün Halep’liler size bağlıdırlar. Efendimiz bizleri koruyun. Sultanımız şunu bilsin ki, İslam Şeriatı burada mecrasına oturmamıştır. Memluklular bir şey istediklerinde artık onlara karşı koyabilecek kimse yoktur. O şey mal, kadın veya çocuk olsun fark etmez. Onlar hiç kimseye merhamet etmiyor. Bizden üç evden bir kişi istiyorlar. Onların isteğine cevap veremiyoruz. Bize düşmanca davranıyorlar. Bize tahakkümde bulunuyorlar. Sultanımız, bize, ehlimize, ahalimize, bir eman lütfedin. İtimat ettiğiniz bir kişi gizlice bize gelsin, bizimle görüşsün ve bize ahit ve eman versin de, şu fukaranın kalpleri mutmain olsun. Rahata kavuşsun. Efendimiz Hazreti Muhammed’e ve ehli beytine salat ve selam olsun…”
Mısırda bulunan Memlük Devleti, güçlü bir askeri birliği acele hazırlayarak kuzey hududuna gönderdi. Böylece Sinan Paşa bu civarda istediği harekatı yapamadı. Geri döndü. Yavuz, kısa süre önce mağlp ettiği İran’ın Memluk Devleti ile ittifak edip doğuda yeniden fitne çıkarmasından endişe ediyordu. Sinan Paşa olayı dolayısıyle, artık Memluklere de bir darbe vurulmasını münasip görüyordu. Böylece güney sınırları da istikrara kavuşmuş olacaktı.
Bunun için bir takım endişeleri vardı. Bu sefere karar vermek kolay değildi.
Diğer taraftan denizcilikte atılım yapan Portekizliler, Ümit burnunu dolaşmış gelmiş ve Kızıldenize donanma ve kuvvet sokmuşlardı. Her fırsatta Mekke ve Medine gibi kutsal İslam beldelerine saldırabilirlerdi. Nitekim buna teşebbüs edeceklerine dair istihbarat bilgileri vardı. Memluklüler ise Kızıldeniz’i korumak ve Kabe, Medine ve Kudüs’ün emniyetini sağlamak husunda yetersiz kalıyorlardı. Gerçi Osmanlı devletinin yardımıyla burada bir donanma inşa edilmiş ve başına gene 2. Bayezit Han’ın gönderdiği büyük denizci Selman Reis bulunuyordu ama, denizcilikten anlamayan memlukler elinde ne kadar başarılı olabilirdi? O halde kutsal şehirlerin emniyeti için mutlaka Kızıldeniz’e müdahale edebilmek ve gereğinde buraya kuvvet sevkedebilmek gerekiyordu. Bunun için Halifeliğin de artık Osmanlı Sultanlarının elinde olmasında sayısız faydalar vardı.
Bütün bunlar düşünüldüğünde Mısır Memlük devletine savaş açmak gibi bir ihtimal kuvvetleniyordu.
1516 yılında Edirne Sarayı’ndayız.
Memluk Devleti’ne savaş açılması hakkında tartışmalar sürmektedir.
Tam bu gecelerin birinde, bir rüya olayı vuku bulmuştur.
Yavuz Sultan Selim Han’ın nedimi ve musahibi bulunan Hasan Can’dan, oğlu Hoca Sadettin, “Selimname” isimli eserinde naklen anlatıyor:
“Padişah efendimiz geceleri ekseriya kitap okur, ya da sohbet ederdi. Bir akşam uyuyakalmışım. Hizmetine ve sohbetine gidemedim. Sabah namazından sonra yanlarına ancak gidebildim. Beni gördüğünde sordular:
-Bu gece görünmedin Hasan Can, ne yaptın?
-Birkaç gecedir uykusuz kaldığımdan, bu gece uyuyakalmışım, efendimizin hizmetine gelemedim. Özür dilerim.
-O halde ne rüya gördün bana anlat!
-Size arz olunacak bir rüya görmedim efendim.
-Bir geceyi hep uykuyla geçirip de, hiç rüya görmemek olur mu? Elbette görmüş olmalısın. Hadi anlat!
-Yemin ederim efendim, bir rüya görmüş değilim.
Yavuz Sultan Selim Han, başını sallayarak cevap verdi:
-Acayip, çok acayip!
Biraz sonra bir iş için Kapı Ağası Hasan Ağa’ya beni gönderdiler. Hazinedarbaşı Mehmet Ağa, Kilercibaşı saray ağası ile aralarında konuşuyorlarken, Kapı Ağası Hasan Ağa, düşünceli ve endişeli bir halde başını eğmiş, gözü yaşlı vaziyette kenarda duruyordu. Gerçi ekseriya suskun olurdu. Ama bu günkü hali daha değişik idi.
Sordum;
-Hasan Ağa acaba akrabalarınızdan biri mi vefat etti?
-Hayır. Herhangi bir şey yok.
Cevabını verdi.
Hazinedar Ağası Mehmet Ağa atıldı:
-Kardaşım ağa bu gece bir rüya görmüş. Onun için böyle düşüncelidir.
Bende şimşekler çaktı:
-Allah aşkına rüyayı haber verin, zira Padişah Efendimiz benden rüya sordular. Hatta rüya görmediğimi söylediğim halde neredeyse bana inanmadılar.
Rüyayı anlatması için israr ettikçe Hasan Ağa:
-Benim gibi bir günahkarın ne rüyası olur ki, Padişah Efendimizin huzurunda anlatmaya layık olsun?
Utanıp sıkılıyor ve bizim israrımızı geri çevirmeye çalışıyordu.
Mehmat Ağa:
-Nasıl anlatmayacaksın ki, seni bu rüyanı söylemeye memur etmişler. Az önce sen söylemiştin. Bu durumda söylememek hiyanet olmaz mı?
Hasan Ağa bu sefer mecbur kaldı anlatmaya. Şöyle dedi:
-Ben bu gece rüyamda gördüm ki, şu eşiğinde oturduğumuz kapıyı acele ve hızlı hızlı çalmaya başladılar. Ne var, kim o? Diye kapıya koştum. Bir de baktım ki, kapı yarım açılmış, dışarısı görünüyor. Dışarı baktım arap simalı nurani yüzlü insanlarla dolu. Ellerinde bayrak ve silahlar vardı. Kapının tam dibinde ise dört tane nurani çehreli insan duruyordu. Ellerinde birer sancak vardı. Kapıyı çalanın yanında Padişahımızın ak sancağı duruyordu. Bana dedi ki:
-Bilir misin niçin geldik?
-Buyurun!
Dedim.
Dedi ki:
-Bu gördüğün şahıslar Resulullah Sallalahü Aleyhi Ve Sellem Efendimi’zin sahabeleridir. Bizi Hazreti Resulullah gönderip Selim Han’a selam etmemizi söyledi ve buyurdu ki, kalkıp gelsin, Mekke ve Medine’nin hizmeti O’na verildi. Bu gördüğün dört şahıs, Ebu Bekir Sıddik, Ömer Ül Faruk ve Osman Zin Nureyn’dir. Şu anda seninle konuşmakta olan da ben Ali Bin Ebi Talib’im. Var Selim Han’ a söyle.
Dedi ve kayboldular. Ter içinde kalmıştım. Sabaha kadar kendimden geçmiş vaziyette kaldım. Sabah namazı vakti uyandırdılar. Kalktım elbiselerimi değiştirdim.
Hasan Ağa rüyasını anlatırken ağlıyordu.
Hasan Can anlatmaya devam ediyor:
Sonra bana verilen işi yaptığımı Padişah’a haber vermek için huzurundaydım. Selim Han bana:
-Senin sabaha kadar uyuyup da rüya görmemen şaşılacak bir şey.
Dedi.
Ben de şöyle arz ettim:
-Padişahım, rüyayı bu Hasan kulunuz görmediyse başka bir Hasan kulunuz görmiştür. Emriniz olursa arz edeyim. Anlatmamı emretti. Sonra ben Hasan Ağa’nın gördüğü rüyayı ayniyle naklettim.
Mübarek gözleri dolu dolu oldu. Sözlerimi bitirince buyurdu ki:
-Bu adam gerçekten derdi olan bir adammış. Sen O adamı bize medh ettikçe, biz sana her ibadet edeni veli sanma derdik. Şimdi anlıyorum ki sen O’nu bize boşuna medh etmezmişsin.
Sonra sözlerine şöyle devam etti:
-Biz sana demez miyiz ki, hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyiz. Ecdadımız velilikten hisse sahibi olmuşlardı. Ama ben onlara benzeyemedim.
Bundan sonra Mısır Seferi için hazırlık yapılmasını emir buyurdular.
Meğer Padişah’a o gece Hasan isimli biri ile emirler gönderildiği tebliğ olunmuş.”
Koca Sultan’ın bu tevazu ve kararlılığına insan şaşmadan edemiyor.
Böylece Mısır, Suriye ve Filistin fetihleri için kesin karar verilmesinde işin manevi boyutu, Hasan Ağa’nın rüyası ve bu rüyanın da Sultan’a bildirilmesi ile tamamlanmış oluyordu.
Dikkatlerden kaçmamıştır:
Sultan’ın: “Biz sana demez miyiz ki, hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyiz.”sözü ne büyük gerçeklere işaret etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han’ın kalp gözünün nasıl açık olduğunu, her adımıyla gerek rüya, gerek uyanıklık ve gerekse başka yollarla Cenabı Allah ile nasıl irtibatta olduğunu bize göstermektedir.
E.Ş