- 1692 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DEDEM VA AĞAM...
Yine o yıllardı. Dedem, ağam ve ben dağda gecelemeye karar verdik. Daha doğrusu dedemin yanında dağa alışmamız için dedem bizi dağa çift sürmeye götürdü. Ağam on yaşlarında bende sanırım 6 yaşlarımdayım.
Köyümüzün biraz uzağında köylerin birleştiği bir arazide ertesi günü çift süreceğiz, daha doğrusu dedem sürecek, ben atımızla sıpamıza göz kulak olurken, ağabeyimde zaman zaman dedemi dinlendirecek öküzlerin peşinde.
Arazinin köye bakan bir yerinde öküzlerimizi bağladık, kendimiz bir ocak yakıp, başına çöreklendik. Karşıdan kuzu kuşları bağırıyor.”kuzu kuzu beee.”küçük bir köpeğimiz var. Henüz birkaç aylık. Havlayıp havlayıp üzerinize geliyor geri geri.
Biz Ağamla birlikte “Dede kurt geldi.” diyoruz.
Dedem; “Yatın keratalar. Köpek karşı mezarlıkta bağıran kuzu kuşlarına havlıyor.”diyor. Tabi biz ne kadar korksak dedeme bir şey diyemediğimiz için sesimizi kesmek zorunda kalıyoruz.
Kaldığımız yerin hemen karşısında küçük bir çayır var. Atımızı oraya köstekle bağladık, o sene semer vurmaya niyetlendiğimiz küçük sıpamız da onun arkasında önünde geziyor. Ana oğul gibi bir birlerinden ayrılmıyorlar.
Kuzu kuşları mı ne?
Yapmayın bilmiyor olamazsınız.
Peki, kuzu kuşları sanırım bu gün birilerinin kelaynak dediği kuşlar olmalı, ben tarif edeyim siz ne olduğunu karar verin. Ama köyümüzde onlara çıkardıkları seslerden dolayı kuzu kuşu derdi.
Hikayesi ise;Bir çoban varmış bir ağanın koyunlarını güdermiş yıllar yılı.Öylesine hayvanlarla içli dışlı olmuş ki, hayvanlar onu sever, o da hayvanları kavalı ile sulu dereye tuz yalamış olarak götürür, kavalı ile geri getirirmiş. O kaval çalmaya başladığında bütün hayvanlar yemeden içmeden kesilir. Onu dinlermiş.
Bu çoban gel zaman git zaman sürüsünden bir kuzuyu dağda kaybeder. Kuzuyu bulması için ağa azarlayıp gönderir. Çoban günlerce dağlarda gezer ve kuzuyu arar fakat bulamaz. Öylesine üzülür ki, ellerini Allah’a açıp;”Allah’ım beni ya kuş yap ya da taş yap ,”diye dua eder. Allah duasını kabul eder. Çoban kuş olur. Kuzu kuşu da o gün bu gündür dağlarda “Kuzu kuzu beee.” Diyerek kuzusunu arar.
Neyse! Biz korka korka yorganın altına girip yatıyoruz kafamızda bin bir türlü senaryolar.
Sabah gün ışımadan dedem kalktı, abdestini alıp namazını kıldı ve hayvanlarımıza bakmaya gitti, öküzlerimiz yerinde ama karşı çayırda atımız son derece ürkek tek başına kulaklarını dikmiş öylece duruyor. Arkasında sıpa yok.
Hep birlikte derelerde ve ağaç aralarında sıpayı aramaya başlıyoruz. Yok, yok yok. Ben derede kayaların arasında yatan bir şey gördüm, birde baktım ki, bizim sıpa upuzun yatmış öylece yatıyor.
Kurt sıpamızın kulaklarını yemiş, her halde bizim sesimizi duyunca da kaçmış. Hepimizde moraller sıfır. Ne güzeldi, kocaman kocaman gözleri vardı. O sene semer vurup ayaklarına nal çaktıracaktık.
Dedem atın üzerinde, öküzler önümüzde, Ağam ve ben arkada köyün yolunu tuttuk. Köye vardığımızda dedem hiç kimse ile konuşmadan doğru eve çıktı ve ninemi payladı. Kurdun azarını ninem yedi zavallı. Tabii olarak o gün çift sürme işi de yatmış oldu böylece.
Tabii olarak bu bizim tek dağ maceramız değildi.
Dedemin mi idi, ninemin mi idi bilmiyorum ama köyün uzağında bir tarlamız vardı, upuzun biz bu tarlaya genellikle mısır ve kabak ekerdik. Hem tarlanın büyüklüğünden ve hem de oldukça mısır bitkisine uygun olduğundan her halde kağnı ile on kağnı arabasından fazla bızır hasat ederdik.
Bu tarlaya her mısır ektiğimizde dedem, hasat zamanına kadar burada bir kulübe yaparak geceleri beklemeye giderdi. Tabii olarak bizlerde zaman zaman beklediğimiz olurdu. Dedeme yemek ve çay-şeker götürürdük. Geceleri de dedemle birlikte ocağın başında oturur tarlayı domuzlardan korumak için beklerdik.
Geceleri ateşin etrafına toplanır, Kan Kalesinden, hikâyeler anlatırdı dedem. Bazense yanımızda bulunan boş gaz tenekesine sopayla vurur, “Ha var yo haaaa” diye bağırırdık mısıra gelen domuzları ve porsukları kaçırmak için.
Olurdu da zaman zaman çayın bulunmadığı zamanlar olurdu, dedem gecenin karanlığında el yordamı ile ardıçların dibinden kokusu hoş otlar toplar çaydanlığın içine atıverirdi.Sonrada zevkle içerdik çay niyetine.
Yıllar yokluk yılları idi,fakirlik diz boyu,bir takım elbisenin bütün köylü tarafından değişik değişik pazarda,mahkemede giyildiği yıllardı. Bir pantolonu kırk yerinden yamayıp dizlerine süvarilik vurdurup giyildiği yıllardı.Yıllar çayın, şekerin bu günün deyimi ile market alış verişinin yumurta ile,buğday ile yapıldığı yıllardı.Ortalıkta para dolaşmazdı.Düğün dernek zamanında Saruhanlar köyünden bankadan alınan kredinin defalarca yatırılıp çekildiği,5yüz lira paranın nerede ise bütün köyün kredisini ödediği,yani yatırılıp çekile defalarca aynı paranın kullanıldığı yıllardı.
İnsanların kıymetinin olduğu,komşuluğun ,yardımlaşmanın bî hakkın yaşandığı yıllardı vesselam.kimse kimseyi kıskanmaz,aşağılamaz küçük görmezdi,çünkü en iyi yemek tarhana çorbası ile belgat aşı idi.yada kulak aşı…
İnsanlar misafir geldiğinde birbirinden bir tutam çayı ödünç alırlardı,bir bardak şekeri veya bir fincan kahveyi…
İnsanlarda yoktu yani,dünyalık namına çok şey yoktu!Ama insanlık vardı,dostluk vardı,vefa vardı.Yardımlaşma vardı.Örneğin birinin evi yok,evi yandı,babasından ayrılmak zorunda kaldı.sorun değil.yakın dostlar gider gerekli taşı ağacı getirirlerdi, birkaç gün içinde temeller kazılır çatı kapatılırdı.sıvası yapılır evsiz ev sahibi olurdu, hem de birkaç kilo çivi parasına şimdi ise emlakçilik sektör oldu,en büyük karlar bu sektör üzerinden kazanılıyor.
Hasılı bizler ilk okul çağına gelivermişiz! En azından köyün öğretmeni,okul müdürümüz Hasan Bey böyle düşünmüş olmalı.Beni kucakladığı gibi her Allah’ın günü okula götürürdü.Okulda 1-2-3.sınıfları okutan Saim Bey isminde şu an simasını pek hatırlayamadığım bir öğretmenimiz daha vardı.Beni ona teslim etti.
Komşumuz ve okulumuzun müdürü olan Hasan Bey’in kucağında,bazen de yürüyerek yarım dönem okula gidip geldik diğer öğrencilerle birlikte.Her öğrencinin yaptıklarını ve yaşadıklarını bende yaşadım ta ki, yarı yıl tatiline kadar.
Bazen deftersiz, bazen kalemsiz ve kitapsız okula gidip geldik,aynı sınıfta okuyan ve kitabı olan öğrencilerin kitaplarından ders yapmaya çalışarak.O günlerde önce harfleri öğrenir, sonra hecelemeyi ve kelimeleri okumayı sonrada kitaplara okumaya geçerdiniz.Bizde öyle yaptık…
Kayıtsız okula gittiğimizi yarı yıl tatilinde öğrendik,her kese karne verildi bana yok,köyün yukarı harman yerinde karneler dağıtıldı.Bana karne verilmeyince ben ağlamaya başladım,Hasan Bey hemen bir karne yazıp bana da verdi.Tabii olarak sevinerek eve gittik.
Bir sene sonra yeniden birinci sınıftan başlayınca bir sene okula kayıtsız gittiğimiz iyice aşikar hale geldi.
Anne babam bu sırada ağabeyimi ortaokulda okutmak üzere Tunçbilek’e taşındılar.Bende doğal olarak Rahmetli Dedem ve Babaannemin yanında köyde kaldım.Henüz en küçüklerimiz iki kız kardeşim dünyaya gelmemişlerdi.Benim küçüğüm oğlan kardeşim henüz okul çağında olmadığı için oda onlarla birlikte kasabanın o günlerinde deyimi ile Ocağın yolunu tuttu.
Yani, anne ve babam çocuk okutmak için şehre göçtüler.O günlerde köyümüzden okuyan, yani orta okul ve liseye gider olmamıştı bir kişinin dışında!.Bir tek Şirvanların Ömer dışında oda liseyi bitirmiş miydi tam bilemiyorum her halde bitirmişti.
Herkes ayıpladı babamı şehre göçtüğü için,dedeme sitem ettiler gönderdiği için,”köy bırakılır da ocağa gidilir mi?” dediler.”Çift çubuğu kim yapacak?” dediler.Dedem bazen celallendi, kendi kendine konuştu sitem etti ama bizimkiler azmettiler ve dönmediler.
Bense annem babam sağken yetim olmuştum.Ne şehre gidebiliyor,nede anne babamı görebiliyordum.Ağabeyim ve kardeşim Ocakta oturuyorlar bense dedem ve ninemin yanında.Köyde olmanın verdiği dezavantaj ile bazen hasta oluyor, bazen yoksulluk çekiyor, bazen de hasretlik çekiyordum.
Kendi kendime düşünürdüm;”Acaba benim anne babam öldü de beni evlatlık mı aldılar da birlikte götürmediler diye.Geceleri uykularım kaçardı, kendi anne babamın kimler olduğunu düşünmekten o küçücük aklımla.Bir yere kotaramazdım ve uyur kalırdım.