_bir gece öyküsü_
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ne kadar işe yaramaz kırtasiye malzemesi varsa yatak dururken üzerinde açmadan uyuduğum yeşil kanepenin üzerine yığdım, resmen tepeleme.
Dolabı temizlesem kim bilir daha neler çıkardı bilemiyorum. Mesela şuan bacağıma batan şu bizim 0.7’nin kovanıymış. Şimdilik bir çekmeceyle yetinmek niyetindeyim ki bu ‘içinde ne vardı bakim bunun’ merakının sonu kitaplığımla sınırlı kalmayacak, üst üste yığdığım kitap kolilerinin arasında tavana vuracak. Yazar müsveddesinin bayram temizliği işte bu yeni evde.
Artık tavana mı vururum, eşeledikçe dibe mi belli değil şimdilik.
İstanbul Büyük Şehir Belediyesi imzalı ilköğretimler için diye basılan boyu yarım metrelik Türkiye Coğrafya Atlasını çektim eğreti yatağımdaki orantısız kulenin ortasından. Tabi her şey her yerde bir saçılma vakası yaşadım ki gürültüye gelenlerin sayısı beşe çıktı bir anda.
Yere serilenlerin arasında yürümeye çalıştıkça kaygan dış yüzeyli aynı zamanda okumanın dışında evde kayak yapabilme imkanı da sunan ‘çok amaçlı’ kitaplardan ikisini çekince aralarından bu geceki ‘grubu’ kurmuş oldum. Şansa ikisi de şiir kitabı çıktı.
Amacıma ulaşınca bu henüz geliştirmeye fırsat bulamadığım spor dalımı yeniden ele alacağım, söz. Onu bunu iteleyerek daracık yatağımda bulduğum yerde kucağıma üst üste dizdiğim kitapların hiç birinin birbiriyle alakasının olmadığı aşikardı. İşim zordu.
İşime gelemedi, birde kocaman yastığımı da sıkıştırınca kolumun altına _yalnızlık işte, sapıttırıyor bazen insana_ ‘şimdi tamamdır’ dedirttim yani.
Şimdi;
1-Türkiye Coğrafya Atlası _ben bir de üşenmeden zaten zorla yerleştiğim yerimden feragat ederek tam 5 kg’lık GROSSER WELTATLAS’ımı da ekledim.
- Hah, şimdi oldu asıl. Yetmedi yurdum sınırlarında saçmalamak ansiklopedik büyük dünya atlası da üstüne iyi geldi doğrusu. İlk olarak açtım bu takoz veya kalas benzeri ayaması kişiye özel yapıştırılabilir yararlı şeyi. Karşıma sırf kapıdaki yumruk izlerini kapatmak için –ki izleri takip edersek mekanda daha önce yazmaya çalıştığım cinayet öykülerinin tatbikatı için gereken malzemeler olduğunu bir çırpıda anlayabilir çok sevgili eleştirmenler_ neyse konu, işte izleri kapatmak için bir delilik anımda kestiğim güzel resimli bir ülke çıktı, Mısır.
Bir oh çektim nedense adına yazacağım hiç bir şeyim yok burası hakkında. Mısır Mısır … ısır! Diye dalgasını geçecek yaşımı da geçtiğim rivayet edilir ki konuda burada kapanır bir gece öyküsünden öte bir gece bir şeylerine doğru gitmesin kendimle muhabbetim şimdi. Çevirdim sayfayı, yok olmayacak bu gece. Avustralya’nın kesik sayfası serildi bu seferde karşıma. Ne zorlukla ikna etmiştim, eniştem bu ansiklopediyi bir daha göremedi ki görmemeli zaten. Hiç iyi davranmadım ona. Ne yani orda da vitrini süslüyordu, hatta son gördüğüm de koltuğun altına atılmıştı zavallı. Ama o zaman bütündü. Olsun, şimdi eksik olsa da işe yarıyor. Sadece iyi kamufle de edememişim bir mafya gibi lazım oldukça kesip aldığım organlarından arta kalanları.
Tamam, kabul kendimle bile çatışıyorum. Yaparım arada öyle şeyler.
Benim kitaplarıma benden başkası bu eziyeti yapmayacağına göre bunlar kesin benim eserim. O halde bu da demek oluyor ki odamın kapısının içinde Mısır dışında ise Avustralya var.
Vay be ne sentez. Ders çıkarmak lazım.
Gelelim bizim atlasa, açtım tabi onu da. Anadolu levhası serildi önüme ki yazacak yer kalmadı bu iki koca kanatlı kitap azmanlarını açınca. Yalnız böyle olunca gerçektende dünyayı içlerine alıyorlarmış. İçinde yaşayabiliriz. Hatta ben parsellemeyi bile düşünüyorum buradan birkaç arsa. Mesela Yeni Zelanda’yı kapatayım diyorum. Kime ne bu benim atlasım.
Tövbe tövbe bir de ilköğretimler için yazmıyorlar mı..bizim zamanımızda tahtaya asılan dağlar haritası bile bu kadar büyük değildi. Dünya dağlardan büyükmü ki!
Bizde mi yaşlanıyoruz şimdiden azizim?
Neyse, attım ikisini de bir yere ..ve gürültü uyarısı. Gecikmez genelde. Sanki ev ev değil daimi kütüphane. Hoş kitaplarla perküsyon yapan da benim ama gecenin üçünde.
Giriş bitti, gelişmeyle karşınızdayız….
2-(ikii) Gelelim Cahit Külebi’nin bütün şiirlerine. Gerçi hepsi bu gece işime yaramaz, ben şöyle bir bakıp çıkacaktım. ‘Adamın Biri’ diye başlıyor kitap. Hemen eledim beyefendiyi, henüz aralamışken kapağı. Bir hışım çevirdim sayfaları. Hıncım şiire değil, o anlıktı sadece çabuk geçti.
Son sayfalarda bir başlık takıldı gözüme, radyoda ‘hani bizim sevdamız’ ne alakası vardı şimdi. Çevirdim tabi hemen çevirmez miyim? Son zamanlarda alıştım kolay elemelere. Bugün kandildi. Kadir gecesi, ilahinin adı ‘ yakma yarabbi’. Amin demekten başka bir şey gelmedi elimden. On beş şehidin hayaleti etrafımda sanki. Ürperdim.
Önümdeki şiir ‘Bir Bataklık Türküsü’ … ve güzeldi.
Son kıta;
‘Çiçek açmasaydık; yeşil üstüne, kızıl yağmasaydık,
Sarı yağmasaydık, mor yağmasaydık, mavi yağmasaydık.
Neyleyim ki, bir türlü açamıyorduk.
Doğanın mı bataklığındaydık biz, kişinin mi?
Anlayamıyorduk.’
1974
Derken yeni bir Kurtuluş Savaşı ruhu esti geçti sanki biran. ‘Sen Türkiyesin’, ‘Güz Türküleri’…ve kapattım kitabı.
3-Son kitap elimdeki bu gece. ‘Bizans’tan Günümüze İstanbul Şiirleri’. Antolojileri, ansiklopedileri devirdim yine, içim rahat değil. Gece de bitmiyor. Açtım bir aralık daha bakalım ne sızacak içeriye.
Birden; ‘Durup Dururken İstanbul’ serildi önüme, köşede Ruşen Hakkı. Selam verip geçmekten başka yapacak bir şey yoktu. Öyle yaptım.
Ya da birkaç sayfa sonra ‘Bir Kentin Dışardan Görünüşünü’ sundu aniden Cemal Süreya… ve yol verdi o da. Safalarca süren şiirinden geçtim.
İlhan Berk, ‘İstanbul’dan’ derken hızlandım. Boğulduğum şehir peşimdeydi ve bırakacak gibi değildi. Bir sevdim bir korktum ondan. Derdim yine Yalova vapuruydu. Ancak Kabataş’a daha çok vardı. Sanki ‘git’ der gibiydi. Ya da ‘gel’! Zerdüşt’ü erteledim bile, bilinmeyen zamanlara. Büyüsündeyim bu gece kendi edebiyatımın.
Bitmek bilmez satırlarından koşar adım uzaklaştığımı hissettim sanki, yine de. Kulaklarımda bilerce kelimenin uğultusu. Arkamı dönüp baktığımda ölü şairlerden bir ordu sunuyordu bana hala İstanbul’u. Zorla sevecektim, ya da içime sindirecektim yine de doğup büyüdüğüm bu şehri.
Ya da; ya sevip ya terk edecektim. Bu da cazip. Değiştirecek değilim ya, şimdiden sonra bir kasabaya benzemeyecek aksine gittikçe büyüyecek ne kadar ürkütse de. Ve elektronik bir mıknatıs gibi çekim alanını genişletse de.
Şairlerin avuçlarından akarken umman-ı şiir ve şehir bir avuç içemedim bile belki kana kana. Titrek dizlerimin sorumlusu ben olsam gerek. Ne heyecan yapıyorsun uyanırsın olur biter. Zaten yazım ‘yazım hatalarıyla’ dolu. Olsun.
Ama en son ‘Ceviz Ağacına’ takılıp kaldım, bir uçurtma misali. Gülhane’den Beyazıt’a doğru… Şairi bazen haklı bazen haksız. Yorumsuz…
‘ Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında.
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında!...’
Hızla uzaklaşmayı denedim yine de, denemedim değil. Mübarek kadir gecesinde yolu iyice şaşırdım, kayboldum, sanki önümde serili olan ‘Bizans’tan beri İstanbul da’.
Ayağım biran sanki ‘Siste Söyleniş’e takıldı gibi hissettim. Serildim, Kandilli yolunda. Ardımda Yahya Kemal Beyatlı’nın hayaleti ordusunun başında. Ellerinde kalemler, harfler damlıyor hala. Belli ki hep anlatacaklar. En azından deneyecek, bunun için çalışacaklar.
Kaldırdım sonra başımı, Mehmet Akif Ersoy uzatıyordu elini yavaş yavaş silinen şairler ordusunun yönüne. ‘İstanbul’a Dönüş’ dedi. İşaret ediyordu. Yıl 1908, dönem meşrutiyetin ilanından hemen sonra. Etraf sarardı, yapılar ana rahmindeki hallerine kadar geriledi sanki. Sokaklar loş gaz lambalarından. Birden;
- Yaşasın! Dedi biri. Ardından birileri. Ses şiirin ardından geliyordu.
- Kim yaşasın?
- Ömrü olan…
- Şak! Şak! Şak!... Derken uyandım. Yeşil kanepedeyim. Her yer kalem, kağıt. Kitap ve silgi kokuları. Ben gizlenmişim sanki. İlkokulumu terk edemedim. Kulaklarımda hala alkış sesleri, her şey birbirine karışmış. Beş yıl öncesi on yıl sonrası, boğazda donanmalar…
- Hürriyet var… diye bağırıyor. Önümde Mehmet Akif hala yolu gösteriyor.
‘ Korkma sönmez…’ ruhumu sakinleştiriyor.
Belki simgeydi İstanbul, burada yaşıyorum ne de olsa. Uyanınca çıkarabildiğim tek ana fikir, tam sahur vakti İstanbul da bitmeyen ezan ses verirken Gaziantepli o annenin sözleriydi gerçek olan.
- Vatan sağ olsun. Anne gayet vakur.
Birde kafamı gerçekten kaldırabilip baktığımda hava henüz aydınlanırken, kardeşim hala derin, huzurlu uykusunun hakimiyetindeyken o ayna yine karşımda, gözlerimin altı mosmor ve başım yine ağrıyor. Arızayım kaba tabirle ondandır büyük ihtimal. Ne o bir burun kanaması vakası daha mı? Derin bir iç geçirmek geçti içimden.
- Olsun!
Uyandığımda su sarhoşuydum hala..
Gülhane’den Beyazıt’a doğru, Eminönü’nü kokarken bluzum kulağımda Eyüp’ten yükselen âmin sesleri. Deliriyorum sandım biran. Bu sefer gerçekten.
Ruhları şad olsun.
Gülden’den…
8ekim’07_yarını
YORUMLAR
Bravo. Yaşanılan hakikatli paylaşımınızdan ötürü tekrar tekrar bravo, size.
O odanın içindeydim sanki, okudukça.
... Ve siz, kucağınızda kitaplar, bir yandan sayfa çeviriyor bir yandan yazıyordunuz yaşamaklığınızı. Bense hem sizi takipteydim hem de kitap delisi olarak incelemelerde bulunuyordum. Hangi kitapları okumadıklarıma bakıyordum. Ne güzel bir buluşma oldu bu okuma saatimde zira; şu an aşağı yukarı aynı ruh halleri içindeyim.
Olur böyle zaman zaman ruh halleri ama her zaman, sizin gibi ansal ritimlerimiz yazılabilinemiyor. Tembelliğimizden mi acep ya da ertelemelerimiz midir suçlusu, duygularımızı kağıda dökmeme sebebimiz?..
Çok başarılı buldum yazılı paylaşımınızı. Her daim yazınız, lütfen. Zevkle okudum, yaşadım çünkü.
Takibinizdeyim artık.
Sevgi ve saygılarımla efendim.