O SES 4
Alnında ve gözlerinin altında şebnemi andıran ter damlacıkları oluşmaya başlamıştı. Neresi olduğunu bilmediği, içinde bir yerde yangın vardı çocuğun.
Hayranlığı bile gölgeleyen duyduğu ses ve gördüğü şey miydi içindeki ateşin sebebi?
Ayaklarındaki ıslaklık da kurumuştu.
Ürperişlerin etkisiyle iliklerine kadar her yerinde hissettiği ılıklık şimdi de içinden dışına doğru akmaya başlamıştı.
Bu arada o ses;
“HAYYE ALEL FELAH”
Diyordu.
Bir an aklına; annesinin, kuluçka zamanını doldurmuş tavuk yumurtalarından civcivlerin çıkışlarını gösterdiği gün, geldi. Yumurta kabuğu, içinde civcivlerin gittikçe büyüyüp gelişen bedenlerine mukavemet edemediğinden olsun, civcivlerin gaga darbelerinin etkisiyle olsun önce çatlıyor sonrada çatlayan yer yavaş yavaş açılıyordu. Ve en sonunda uçları kıkırdak dokulu sarı gagalarıyla minicik yavru kendini göstermeye başlıyordu. Henüz kırığı olmayan bir yumurtayı civcivcik zorlanmasın diye kırmaya kalkışmış ama annesi hemen engel olmuştu.
“Öyle yaparsan civciv yaşamaz. Bırak kendisi kırsın ki yaşasın” demişti.
“Peki, şimdi bunları hatırlamasının yeri ya da zamanı mıydı?” diye zihninde beliren sorulara anlam bulmaya çalışıyordu.
“Yoksa; bu ses ve gördükleri mi hatırlatıyordu tüm bunları?”
“Ürperişlerle hissettiği ılık ılık içine akan ses miydi? Sonra da bu ses, zihnine nüfuz edip geçmişte yaşadığını hatırına getirecek etkiyi mi yapıyordu?”
“Ah .. ah bunların gerçek anlamını bir bilsem.” Dedi sessizliğini bozmadan.
“HAYYE ALEL FELAH”
“Sanki duyduğu ses, sadece sesten ibaret değildi. İçinde kitap sayfalarına sığmayacak manalar taşıyordu.”
“Bunları anlamamamın nedeni küçük oluşum her halde.”
“Anneme anlatsam belki o daha iyi anlar” ama “şu an uyuyor, sabah uyandığında anlatırım” diye, düşündü çocuk.
“Kabuğun içindeki civciv yavrusu da buna benzer bir ses mi işitiyordu?”
“Kabuğu kırmasını ve dışarı çıkmasını söyleyen bir ses.”
“Nerden biliyordu kabuğun dışına çıkması gerektiğini?”
“Yoksa beden olarak bildiği asıl kendi olanı bir yumurta kabuğu gibi sarıp sarmalamış mıydı?”
“Bu ses ona bedeninden çıkma zamanının geldiğini mi söylüyordu?”
Yine ürperiverdi.
Ürperişi devam etse uçabilirdi sanki. Ama devam etmiyordu. Bir anda olup geçiyordu.
“Ya öyleyse, ya kabuğunu kırmayı başaramazsa gerçek hayatla tanışamayacak mıydı?”
“Etrafındaki insanlar içinde kabuğunu kıran var mıydı acaba?”
Offf! Offf! Neler düşünüyordu böyle. Belirsizlik, bilmemezlik ne kötüydü. Bir an zifiri karanlığın ortasında hissetti kendini.
“Bu karanlıktan ne ile kurtulunur?” “Güneşi var mı? Varsa ne olabilir?”
“Biraz önceki isim olmasın?”
“ MUHAMMED.”
“Kendi adı bu ada ne kadar benziyordu.”
“Adım, Mehmet. Dedem vermiş bu ismi bana. Bazen de Memed derdi. Bu isimden mi kısalttılar acaba?”
“Ama Muhammed, Mehmet’ten daha hoş geliyordu kulağa. Evet, evet bu isim çok güzeldi. Sevmişti.”
“Yaşıyor muydu Muhammed? Neredeydi?”
“Tanışsa, sever miydi beni?”
“ Sorularımın cevabını o mu biliyor?”
“ O’na mı sormalıyım?”
Her geçen an zihninde onlarca cevapsız soru birikiyordu çocuğun. Çoğaldıkça zihnindeki karanlığın tonu da artıyordu.
Ufukta gördüğü ışıyan dalga gitgide büyüyordu. O adını bilmediği kırmızı mavi karışımı renk ise dalgalanan parlaklığın etrafında gittikçe küçülüp inceliyordu.
Ayakları, Ağustos sıcağında tarla toprağına basarmış gibi ısınmıştı.
“İşittiği o ses mi ısıtıyordu ayaklarını? Yoksa ufukta gördükleri mi?”
Bilmiyordu.. bilmiyordu.
“Ah! Bir bilebilsem”
MSG