YARALI GÜVERCİNİM
Melek Hanım, her sabah tan ağarırken uyanırdı. Yatağından fırlar fırlamaz alelacele üzerine minik çiçekli, ince dökümlü sade, bej renkli sabahlığını geçirir; soluk, akça pakça masum görünümlü benzini, pembeleştirmek ve canlandırmak istercesine, bitiştirdiği narin ellerinin ayalarına doldurduğu buz gibi bolca suyla yüzünü, defalarca yıkardı. Çekici elmacık kemiklerine; yaşına rağmen, hâlâ pürüzsüz kalan ve olgunluk ışıltılarıyla bezenmiş beyaz tellerin süslediği kuzguni siyah kakülünün düştüğü pak alnına; suları, avuç avuç ne kadar çarpsa da, uçuk rengini gidermeyi bir türlü başaramazdı. Sonunda pes ettikten sonra saçlarını özenle tarar ve mutfağa geçerek kahvaltı sofrasını hazırlamaya ve her sabah kokusunu buhur buhur duymak istediği çayı, törensi bir zevkle demlemeye koyulurdu.
Birazdan aile bireyleri tek tek uyanacak ve özenle kurulu sofralarının etrafında toplanarak kahvaltılarını edecek; çaylarını kısa sohbetler eşliğinde yudumlayarak işlerine, okullarına dağılacaklardı. Melek Hanım, yoğun bir çalışma hayatının içinde olsa bile, sabah ve akşam yemeklerindeki aile birliğine titizlik gösterir, gerekli her türlü hazırlığı, işe gitmeden önce planlayarak kotarmaya çabalardı. Hiçbir zaman doyamadığı uykusundan feragat etse de, herkesi bir araya getiren bu çok kıymetli özel saatler, her türlü uğraşı ve yorgunluğa değerdi.
Melek Hanım, kahvaltı sofrasını kurmuş, çayın mis gibi kokusu etrafı sarmıştı. Sevgili eşini ve çocuklarını beklerken onun son bir işi daha kalmıştı: Bir önceki günden ayırdığı iki dilim ekmeği ıslatacak, bulgur eşliğinde terasında, her sabah erkenden beslediği güvercinlerinin tabağına aktaracak, suluklarına da su ilave edecekti. Özellikle yağışlı, fırtınalı günlerde gelen kuşların sayısı neredeyse on beş, yirmiyi bulurdu. Hele de karda tir tir titreşirken kuşların, tek sıra halinde dizilişleri, kendilerine sunulacakları erkenden beklemeye koyuluşları, hiç unutulacak şeylerden değildi. Melek Hanım, onlara o kadar alışmıştı ki, birbirilerine çok benzemelerine rağmen ayırt edici özelliklerini, uzun süreler içinde merakla keşfetmiş, onlara isimler yakıştırmıştı. Ailenin birlikte tattığı en huzurlu ve mutlu anlar, kuşların düzgün bir halde yem çanağının etrafında dairesel bir sıralanışla toplaşmaları ve hiç itişip kakışmadan büyülü ahenklerle önlerine konanları, beyaz hareli siyah gagalarıyla pıt pıt topladığı demlerdi. Çıkardıkları sesler, pek çok insanın duyamadığı doğanın sihirli fısıltılarına, kulak kabartmak gibiydi. İşin tuhafı, güvercinlerin, sık sık, aralarına misafir gelen minik serçeleri ve tek tük terasa uğrayan kumruları da, en küçük bir sürtüşmeye maruz bırakmadan bu birlik halkasına dahil etmeleriydi. İnsanın gözünü yaşartacak huzurlu ve duygulu bir düzendi bu.
Kuşların beslendiği teras, evin en üst katında, çamların, çınarların, erguvan, çitlembik ve ıhlamur ağaçlarının oluşturduğu muhteşem Vaniköy Korusu’na baktığından aile, bazı müstesna bahar sabahlarında; renkleri, nağmeleri ve güzellikleriyle baş döndüren bülbüllerin, nadir olarak yemlenmeğe geldiğini şaşırarak görür, onları seyrederken mest olurdu. O anları yakalayabilmek ve izlemek, Tanrı’nın bir lütfu gibiydi. Aslında, bu gibi armağanlarla zenginleşen koşturmacalı yaşantımızda, insanların büyük bir çoğunluğu, ne acıdır ki, burunlarının dibindeki nimetleri, güzellikleri hiç fark edemeden sayılı günlerini, umursuzca tüketiveriyorlardı.
Kahvaltının sonuna doğru her sabah, çamların tepesinde bir karga belirir; bir iki kanat çırpar; kara gagasından çıkarttığı gark gurk seslerinden mi nedir bilinmez, ikinci bir kargayı da yanına alırdı. Biri, hareketli boynunu, bir o yana bir bu yana, sanki gözcüymüşçesine hızlı hızlı hareket ettirdiğinde ailenin de dikkatini çekmeyi başarırdı. Diğeri ise hızla terasa iner; kuşlardan uzak bir köşeye konar; iri kanatları, keskin uzun kıvrımlı gagası, güçlü bacakları ve parmakları gibi kömür karası, zeki bakışlı parlak gözlerini, fır fır döndürerek etrafı kolaçan ederdi. Sonra güvercin ve serçelerin oluşturduğu çemberin tam ortasına dalarak ve irice kanatlarını son bir defa çırparak kuşları kışkışlardı. Kurnaz karga, keskin gagasının arasına bir kocaman parça ekmeği sıkıştırarak yan yan, seke seke, muzır bir çocuk edasıyla, yaptıklarını görüp de engelleyecekler var mıdır diye, etrafı süzerek yem tabağından uzaklaşır ve doğruca kendini gözleyen arkadaşının yanına varırdı. Her gün aynı sahnenin tekrarlandığını gören aile, bu kaçamak avcılarının da doymasını istediğinden, hiç ses çıkartmadan ve taşkın bir harekette bulunmadan olanı biteni uzaktan izler; kargaların hayatını, bir nebzecik olsun anlamaya çalışırdı.
Bir sabah aile efradı, yine kahvaltı sofrasının etrafında erkenden toplaşmışken, gördükleri olağan dışı bir durumla karşı karşıya gelivermişlerdi. O anda tatlarını kaçıran, neler olup bittiğini anlayamadıkları görüntü, yüreklerinde pusu kurarak derin bir acıya dönüşmüştü. Bir türlü gözlerine inanamıyorlardı: Sürü halinde balkona inen güvercinlerden birinin, iki ayağının birden, ince, fakat sağlamca bir iple boğulur derecesinde sımsıkı bağlanmış olması, çok şaşırtıcı ve üzücüydü. Öyle ki, hayvanın tüyleri bile sağlıksız bir görünüme bürünmüş, hayli matlaşmıştı. Çektiği acıdan olsa gerek, arkadaşlarına oranla aşırı derecede tüylerini kabartmış olan yaralı güvercin, sendeleye sendeleye zorlukla, ancak zıplayarak yürüyebiliyordu. Birden Melek Hanım’ın altın gibi yüreği cız etti. İçinde bir şeylerin söndüğünü, yaşam cevherinin eksildiğini hissetti. Dayanamayarak her zamanki nazik ve ince hareketlerinin tersine, sandalyesini pürtelaş sesli bir şekilde geriye doğru sürüyerek oturduğu yerden hopladı ve usulca pencereye doğru yaklaştı. Tüm aile nefesini tutmuş, çatal ve bıçaklarını olduğu gibi masaya bırakmış, zamanı dondurmuşçasına hareketsiz kalakalmış; olacakları, merakla izlemeye başlamıştı.
Melek Hanım, usulca camı açtı. Tüm şefkatiyle “uçuşmasınlar, ne olur uçuşmasınlar!” diye, iç geçirerek hayvana doğru ellerini şefkatle uzattı. Birkaç saniye bekledikten sonra, ani bir kararlılıkla bir çırpıda hayvanı, avuçlarının arasında kavramayı başararak rahat bir “oh!” çekti. Kuşcağız nasılsa hiç korkmamıştı. Beklenenin aksine, parmaklarının arasında çırpınmıyordu da. Galiba kuşları onu, uzun süredir kanıksamışlardı. Melek Hanım, “hemen bana bir makas getirin!” diye, çocuklarına seslendi. Hayvancağız, bağlanarak hapsedildiği o meçhul tuzak yerinde, çok debelenmiş olmalıydı ki, ip yer yer tiftiklenmiş ve birbirine iyice dolanmıştı. Arapsaçına dönen saçakları Melek Hanım, hayvanı incitmeden parça parça kesmeği sabırla başardı. Karmakarışık iplerden tamamen kurtulduğunda kuşcağızın bir parmağının, aşırı sıkılmaya bağlı olarak koptuğunu aile, büyük bir esefle fark etti. Hayvanın sağlam kalan diğer parmakları ve incecik bilekleri, mosmor ve kaskatı kesilmişti. Bir türlü inanamıyor, içlerindeki isyanı bastıramıyorlardı: Hangi duyguyla bir insan, kendisine hiç zarar vermeyen bir canlıya, bu eziyeti reva görürdü? Melek Hanım, “koşun ecza dolabından bana antibiyotikli bir merhem getirin!” diye, inledi. Çocuklar merhemi, jet hızıyla annelerine yetiştirdiler. Melek Hanım, tatlı sözcüklerle hayvanın bileklerini ve parmaklarını, getirilenle iyice ovaladı. Hayvancağızı, bağrına sevgiyle bastırdıktan sonra usulca terasa geri bıraktı ve onu merakla izlemeye koyuldu. Talihsiz güvercin, eksik parmaklı ayağını gövdesine doğru iyice çekerek topallıyordu. Ancak hayvancağız, tek ayağı üzerinde zıplayarak yem kabına ulaşmayı başardı. Melek Hanım, açlığını unutmuş, cama başını dayamış, öylece güvercinleri ve serçeleri seyre dalmıştı. Bir an eksik parmaklıyla göz göze geldi. Acılı kuş, bal peteğine batmış gece karası sürmeli minik gözlerle Melek Hanım’ı süzüyordu. O an, kuşcağızın, mahzun ve yumuşak bakışlarındaki gizemli sevgi, Melek Hanım’ın içine akıvermiş ve onu, bambaşka bir mutluluğun zirvelerine kanatlandırmıştı.
Güvercinler, kısa bir süre içinde yiyeceklerini silip süpürmüş; hep birlikte, eksik parmaklıyı da aralarına alarak havalanmışlardı. Melek Hanım, hâlâ pencereye yaslı, onların uzaklaşışına kapılmışken içinden, “uçun kuşlarım, uçun!” “Sizi ailemle birlikte yarın yine umutla bekleyeceğim, besleyeceğim!”diyor, onları, huzur içinde selametliyordu.
Ayşe Yarman Öztekin
’An Akar Zaman Kayar’ 2012
YORUMLAR
Belki basit günlük bir konu ama güzel ve basit şeylerde saklı yüce gönüllülük esasına dayanıyor. Yazılarınızı eklerken paragrafları biraz daha açarak sunarsanız okurken zorlanılmaz diye düşünüyorum. Yazım diliniz gayet iyi. Bir yorum almamış olmasını yazının paragraflarla açılamamış olması ve okuru yorması olarak görüyorum.
Teşekkür ve tebriklerimle...
asran tarafından 11/3/2010 9:36:28 PM zamanında düzenlenmiştir.