- 896 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ADAM, UÇURTMA, VASİYET
Ne yaparsa yapsın uçuramıyor. İpi ellerine, kuyruğu ayaklarına dolanıyor. Onu bir türlü gökyüzüne gönderemiyor. Ama yılmıyor da… Vazgeçmiyor. Belki de hepsinden önce rüzgârı hissetmeli. İşte bu insanın yüzüne vuran ıslak, yağmurlu rüzgârı… Göz ucuyla masmavi, bembeyaz, bulutlu, serin göğü kesmeli. Önce, merhaba, demeli. Belki. Beyaz üzerine mavi desenli uzun kuyruklu bir şey, uçurmaya çalıştığı. Uçuramadığı ya da. Kaç boş arazi kaldı ki şehirde insanlar için? Onların eğlenceleri, mutlulukları için, durup şöyle bir nefes almak için? Rüzgârı arkana al, diye geçiriyorum içimden. Rüzgârın onu kucaklamasını sağla. Sonra ipi sal, gitsin. Gerisi onun işi. Yükselebildiği kadar yükselsin. Sen izle sadece onu, o yükselirken. O yükselişin gerilimini parmaklarının arasında hisset. İçindeki çocuğu çıkart çığlığınla dışarı. Onu da rüzgâra ver, gitsin. Mutlu olmak ne kadar da kolay bu bahar günü…
Sırf terası için yaptırmıştım ben bu evi. Zamanında. Zamanında, deyince hayat dediklerinin “zamanında”, “bir zamanlar” olduğunu anlıyorum biraz da. Şu çiçeklerin toprağının nereden geldiğini bilseler ne derlerdi bana? Abes bulurlar mıydı yaptığımı? Beni günahkâr sayarlar mıydı? Ya da acırlar mıydı bana? Önceleri ne kadar da basitti yaşamak. Sonradan anlaşılıyor. Sen ne kadar yalınsan hayatına dair tanımın da o kadar yalın oluyor. Biz de bir zamanlar yaşayıp giderken… Kimin ne zaman düşeceğini kim bilebilir ki… Kimin ne zaman yalnız kalacağını… Yapayalnız kalacağını… Yalnızlık dokunamamakmış. Dokunulamamak… Ne güzel hayaller kurduyduk oysa. Ondan ne kadar ayrı kaldım sırf bu hayaller için. Arabistan’ın cehennem çöllerinde, ne kadar yıkarsan yıka bedenine yapışan o çamur gibi… Petrol kuyularının başında… Riyal riyal birikti hayaller. Her şey senin içindi. Hala senin için.
Neden ben, diye düşünüyor insan. Ben kime ne yaptım? Ne günah işledim de bunu hak ettim. O, ne yaptı sana da böyle bir şeyi müstahak gördün ona. Çok şey istemedik ki biz hayattan. Teras katı olan bir evdi hepi topu. Oraya bir salıncak kuracaktık, akşamları güneş batarken kucağımda bir kedi kadar uysal, sessiz ve huzurlu, hiç konuşmadan tek kelime etmeden… Rüzgârın denizden getirdiği kokuları içimize çekip yaşıyor olmanın tadına varacaktık. Geri kalanını geceye bırakacaktık. Sessizce, hiç gürültü çıkarmadan… Mevsim ne olursa olsun. Ama hiç olmadı.
Hala uçuramıyor. Biraz yükselip havada telaşlı daireler çizerek yere çakılıyor. Başarısız olan her denemesinden sonra bira daha üzgün. Artık çocuk değilsin ki sen. Elindekiyle derdin ne? Üzerindeki hırkanın rengi ona çok yakışıyor. Kestane rengi saçlarını toplamış. Gözleri yeşil. Elleri üşüyor biliyorum. Onca ip daha şimdiden heba oldu. Karışıp gitti birbirine. Hayatın da öyledir belki, kim bilir. Neyden kaçtın da geldin bu boş araziye? Kafandaki hangi kördüğümleri çözmeye, çözemesen bile birazcık olsun gevşetmeye. İşte o elindeki ipin ucundaki gibi alıp başını gitmek mi istiyorsun acaba? Gitmek istiyorsun da yine o elindeki ipin ucundaki gibi alıp başını gidemiyor musun? Belki de hayatın da acemisisin. Bazı kadınlar gibisin buradan bakılınca. Hüzünlendiğinde yağmura ne kadar da benziyorsun ve bunu her zaman şiddetle inkâr ediyorsun. Kim bilir. Zaman, gökyüzünün hiçbir işine yaramaz diye belki, oraya çıkınca her şeyden önce o sadece akıp giden zamanı soyunabileceğini sanıyorsun bedeninden. Ama bilmiyorsun. Kim bilir daha ne çok şey bilmiyorsun. Oysa sen bir şeyler beceremiyorken bile ne güzelsin. Ben bir zamanlar gördüğüm her güzel kadına hemen âşık olurdum. Çok sonraları anladım, hayatın aksine aşkın hiç telaşa gelmediğini. Onun zamanının, hayatın zamanına hiç benzemediğini. Zamanla anladım. Hayatın zamanıyla. Ona da zamanla âşık olmuştum. Benim yaşamımdaki hiçbir şey birden bire olmadı ki…
Bahar, bahar dedikleri gelir geçer bir kucak çiçek, biraz rüzgar, ve dallarda patlayıp duran tomurcuklar değil mi? Senin bahar dediğin benim yasım oldu zamanında. Şimdi gitsem yanına şu bahçeye inip, güllerin, karanfillerin, ortancaların, sardunyaların arasından geçip, onlara dokunarak geçip, sana dokunur gibi geçip boş araziyi aşıp, merhaba, uçuramıyor musun, yardım edeyim istersen, desem, beni serserinin biri sanır mı? Yemyeşil gözleriyle bana bakıp gülümser mi yoksa… size de zahmet olmasın, deyip izin verir mi bana? Seninle hiç uçurtma uçurmadık. Hem seninle yapamadıklarımızın bir listesini yapsam ortaya yaşanmamış yarım bir ömür çıkar. Bana zehir olmuş, acı olmuş, beni böyle kendi kendiyle konuşup duran yarım akıllı bir adam yapan, al geri kalanı da tek başına yaşa, dedikleri bir ömür. Artık dakikaların, saatlerin, günlerin geçmek bilmediği, ciğerlerime dolan nefesin bile bana zehir zıkkım olduğu, uykuların alıp başını gittiği, gözlerimi kırpmadan geceleri ardı ardına saydığım karanlık gölgelerden hayaletler yapıp onlarla konuştuğum, onlara bağırıp çağırdığım, onlara güldüğüm, sabahlardan nefret ettiğim gündüzlerden tiksindiğim bir ömür… Bir jilet keskin ağzıyla bileklerimi ne zaman görse pis pis sırıtıyordu. Ve ben bu sırıtmanın sesini her geçen gün biraz daha fazla duyuyordum. Senin yaşamak dediğin bir ince ip olmuştu da ben, sensiz, o ipin üzerine ağlaya ağlaya cambazlık yapıyordum. Bunu neden yaptığımı bile bilemeden. Yalnızlığın en tiz yerinde ölüm diye bir daracık ve karanlık deliğin var olduğunu biliyordum artık ve istersem o delikten içeri sığacağımın farkındaydım.
Bulutlar toplanıyor. Güneş bulutların arkasında kaldı. Artık her yan gölge. Rüzgâr bunu fırsat bilip hızlandı. Benimki arazide dört dönüp duruyor. Hadi vazgeç. Evine dön. Başka zaman gel. Bırak artık. Boş bir arazide, tek başına duran bir kadını bile beş dakikada “benimki” yapıverdin. Yalnızlık hayal kurmak zorunda olmakmış. Var sayımlar bütünüymüş yalnızlık. Gidenin yerine bir başkasını koyamamakmış.
Bir taşın üzerine oturdu en sonunda. Elleriyle yüzünü kapadı. Omuzları titriyor. Ağlıyor musun? Niye ağlamayayım ki, demiştim. Ağlamayayım da ne yapayım. Ağlamaktan başka yapacak neyim kaldı? Ağlamak, insanın durup bir an için her şeyi kabullenmesiymiş. “Yapamıyorum” muş. Beni “affedin” miş. Ve hatta bunu haykırmasıymış. Hüngür hüngür. İçinde ne var ne yoksa gözyaşına çevirmesiymiş insanın. Eğer şimdi o, orada tek başına ağlıyorsa, acaba ne için? Yalnızlık durmadan bir başkasının hayatını merak etmekmiş biraz da… Hayattan acılar edinmiş. Çoğu çok ucuz olmasına rağmen hep çok pahalıya mal olan insana. Herkes gibi. Ne der ki bana? En fazla ne diyebilir ki? “ hayır, hayır bir şeyim yok iyiyim ben” “lütfen gidin buradan” “ ne ağlaması be, çöp kaçtı gözüme” defol git lan buradan”. Ne der?
Artık gökyüzü koyu gri. Fazla zaman kalmadı. Bırakmış ipini ellerinden. İp bir moloza takılmış, ipin ucundaki, vahşi bir hayvan gibi dolanıp duruyor etrafında. Fark ediyorum ki aslında kadından çok o etrafında dolanıp duran için gitmek istiyorum yanına. Onunla oyuncağını paylaşmak isteyen bir çocuk gibi… Aşağı iniyorum. Bahçeyi geçiyorum. En çok güllere takılıyorum, onlara dokunuyorum. Seni hiç unutmayacağım. Hep yanı başında olacağım. Yanı başımda olacaksın. Yüreğim çarpıyor. Bak, işte diyorum kendi kendime yine başka bir insana dokunmak için koşturuyorsun. Arazinin ortasında dönüp dolanan o başıboşun peşine düşüyorum. Yakalıyorum en sonunda haylazı. Üşümüş ve yorulmuş ama eve dönmeyi aklından bile geçirmeyen bir çocuk gibi ellerimde. Çıtalarından kavrıyorum onu. Rüzgâr çok hırpalamış. Ama hala uçabilir. Karmakarış olmuş ip her yanda. Artık hiçbir zaman çözülemez. Bu, boşuna çaba, boşuna gayret olur. İpi dolanmaya başladığı yerinden koparıyorum. İpinden ayrılınca gemi çözülmüş bir azgın masal atı gibi… Koşa koşa yanına gidiyorum. Islak yeşil gözleri bile benim de onun gibi ağlamama yeter. Teşekkür ederim, diyor. Bir şey değil, diye fısıldıyorum. Deminden beri durmadan kendiyle konuşan ben şimdi sadece fısıldayabiliyorum. Kendini toplamaya çalışıyor. Ayağa kalkıyor. Bu bir vasiyetti biliyor musunuz, diyor. Bir adamın ölmeden önceki son isteğiydi. Bana demişti ki, ben gittikten tam bir yıl sonra bir uçurtma al ve uçur onu. Uçurdukça sevin. Yükselebildiği kadar yükselsin. Farz et ki o, benim. Yanındayım. Senden hiç ayrılmayacağım. İpi ne kadar uzatırsan uzat hiç ayrılamayacağım, hiç kopmayacağım senden. Birlikte maviye karışıp gideceğiz. Ama olmadı. Şimdi ne uçurtmayı uçurabiliyorum ne de başımın üzerindeki gök mavi. Oysa hiç böyle hayal etmemiştim ben. Bir hayal, sadece bir hayalmiş. Fazlası değil. O gideli tam bir yıl oluyor. Geçmiş hakkında konuşmak sakinleştiriyor onu. Ne diyordu bir kitapta, bir zamanlar: yalnız, kimseye yalnızım, diyemediği için yalnızdır. Ama şimdi O, bana yalnızım, diyor ve artık eğer isterse yalnız değil. Başımı yukarı çeviriyorum. Sırf onu sevindirmek için, hala vaktimiz var, diyorum. Şaşırarak bakıyor bana. Şaşırınca da güzelsin, diyorum içimden. Yere yatırıyorum hala elimde çırpınıp duranı. Dizimle göğsüne bastırıyorum. Bu, hiç hoşuna gitmiyor. Terazisini kontrol ettikten sonra iplerin uzunluğunu eşitleyerek sıkı bir düğüm atıyorum teraziye. Artık daha dengeli görünüyor. Elinde kalakalmış ip yumağını alıp diğer uçla birleştiriyorum. Ne olur sen de gitme, diye yalvarıyorum içimden. Sonra ben dizimi göğsünden çekince birden rüzgâra kaptırıyor kendini. İpi ona uzatıyorum. Sevinçle ve hatta sevgiyle bakıyorum yüzüne. Gülümsemeye çalışıyor. Bırak, gitsin, diyorum. İp, uzadıkça uzuyor. Rüzgâr saçlarını savururken artık iyiden iyiye beliren kokusunu içime çekiyorum. Tanrım, diyorum mutlu olmak böyle bir şey miydi? Şimdi gökyüzündeki küçücük bir nokta oluyor. Zamanında buralar bomboş arazilerle doluydu, diyorum. Zaten hayat, dediğin, bir zamanlar. Sonra ben de çok çalışıp para biriktirip bir ev yaptırdım buraya. İşte şuradaki, teras katı da var. O, uçurtmaya dalmış, gitmiş. Biz çocukken buralara top oynamaya gelirdik. Buralarda tek bir ev bile yoktu. Top dediğin de… Uzaklarda ufkun orada ilk şimşek çakıyor. Ardından gök gürlemeye başlıyor, artık uçurtmayı ikimiz de göremiyoruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.