- 2189 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YOLLAR UZUN
Eylül ayının ikinci yarısı olmasına rağmen hava gölgede bile bunaltıyordu. Gömleğimin üstten ikinci düğmesini de açtım. Ter kokusu oldum olası rahatsız etmiştir beni; başım ağrımaya başladı. Kibrit kutusunun içindeki son çöpü çıkarıp bir sigara yaktım. Beklemek bıkkınlığa dönüşmeye başladı. Heyecanım sönmeye yüz tuttu. Güya öğretmenliğimin ilk günüydü ve ben okulumu, öğrencilerimi görüp yeniden Batman’a dönmeyi tasarlıyordum. Bu karamsarlık içinde içimi ısıtan tek şey market sahibi İsmail ağabeyin güler yüzüydü. Üç saati aşkın bir süre sıcak altında bekleyince insan huzursuzlaşıyor doğal olarak. Ben de oturmadan volta atmayı tercih ettim, gezilecek yeri çokmuş gibi Gercüş’ün. Sigara içmeme rağmen girdiğim kahvehanede nefes almakta zorluk çektim. Dışarısı da sıcak olduğundan oturup çay içmek içimden gelmedi. Yeniden markete dönerken üzerinde “MAŞALLAH” yazılı Ford marka, 15lik, transit arabadan inen yolcuların karnaval havası oldukça etkilemişti beni. Aklıma çocukluk yıllarında, yaylaya haftada bir gelen köy arabalarına karşı duyduğumuz coşku gelmişti. Gözüm marketin içine doğru kayınca İsmail ağabey “İşte bu! ” der gibi başıyla arabayı gösterdi. Arabadan inen insanları görünce benimle markette bekleyen insanların nereye bineceğini düşünmeğe başladım. Arabanın içine insandan çok eşya yerleştirildiğini fark edince de ince bir gülümsemeyle beraber, “Bunu başaran kişi bizleri de bir yere oturtur.” diye düşünerek rahatlamaya çalıştım. Bu karnaval havası yaklaşık bir saat sürdü. Bense karnavala sahibinin zoruyla götürülmüş ve bu eziyetin bir an önce bitmesini bekleyen bir süs köpeği gibiydim. Tam bir yabancıydım. Üstelik konuşulanları da anlamıyordum. Öğretmen olduğumu anlamalarını beklemiyordum fakat misafir olduğum aşikârdı. Aslında saygıdan çok ilgi bekliyordum yahut arabanın bir an önce hareket etmesini. Aslında ne istediğimi benim de bildiğim yoktu ya… Tam bu esnada oldukça kalın, biraz boğuk fakat bir o kadar da içten bir ses duymuştum: - Sen hocasın heralde, hoş gelmişsin. - Hı! Başka bir ses çıkmadı benden. Karşımda babamı görsem bu kadar sevinir miydim, bilmiyorum. İçimden sarılmak geldi buğday tenli, kara gözlü Abdusselam amcaya. Konuşurken, borçlu olduğu kişiye borcunu ödeyemeyeceğini anlatmaya çalışan biri gibi ezilip büzülüyordu. Arabanın acı kornası bölmüştü konuşmamızı. Yanılmamıştım, şoför yerleştirmişti 15lik arabaya otuz beş kişi ve erzakını. Abdusselam amca yanına oturtmuştu beni. Artık kendimi daha bir güvende hissediyordum. Tanıştık uzun uzadıya. Memleketimden konuştuk biraz, Erzurum’un serinliğinden, kışın yağan kardan, donundan, buzundan… Uykusu gelmiş gibi gözlerini kapayıp koltuğa başına dayarken, “Yol uzun hoca, uyumaya çalış.” dedi. Hafifçe gülümsemiştim, nihayetinde ilçeden bir köye gidiyorduk, ne kadar uzun olabilirdi ki… Şaşkınlığımı anlamış gibi aralanmış gözleriyle gözlerimin içine bakarak devam etti ihtiyar adam; “Ama güzeldir bizim köy, bugün tam göremezsin, yarın göz aydınlığıyla bakarsın doya doya.” Yine yumdu gözlerini, uzun bir süre konuşmayınca daldım ben de düşüncelere. Sanırım şaka yapıyordu. Henüz öğle ezanı okunmuştu. Karanlığa beş altı saatlik bir zaman vardı. Belli ki ya şakaydı ya da benim bilmediğim, öğreneceğim şeyler vardı. Eteğinde yol aldığımız dağın ufuklarına diktim gözlerimi. Ne güzel şiir yazılırdı şimdi, yerim biraz rahat ve bir de kâğıdım olsaydı diye düşündüm. Gömleğimin cebinden kalemi çıkarıp elime yazmalıydım belki de. Aklıma birden cüzdanımda kâğıt bulabileceğim fikri geldi. O sıkışıklıkta zorlukla çıkardım cüzdanımı. Araştırdım içini, birkaç alışveriş fişinden başka bir şey yoktu. Olsun, hiç yoktan iyidir diyerek çevirdim birinin arkasını esinlendiğim dağa karşı yazmaya başladım.
"Yol boyu sırtımı dayadım cama,
Dağlar korkunç, bakılmıyor güzelim!
Gideceğim belde güzelmiş ama
Yolu uzun, çekilmiyor güzelim! "
Yemişli köyü; ilk kura çektiğimde en azından bağı-bahçesi vardır diye sevinmiştim. Hiçbir şey bulunmasa da incir bulunduğu muhakkaktı. Gercüş’e indiğimde karşıma çıkan iki kişiye sordum Yemişli’yi. Birbirlerine garipçe bakıp markete yönlendirmişlerdi beni. Onlardan ayrılırken arkamdan, “ Eski ismi ne hoca? ” diye bir ses duydum. Arkamı dönüp bilmiyorum der gibi dudağımı bükmüş, elimi selam verir gibi kaldırarak marketin yolunu tutmuştum. İsmail ağabeyin güler yüzünü marketin önünde içeri kasa taşırken görmüştüm ilk olarak. Selamımı aynı güler yüzlülükle ve daha bir içten almıştı. Ondan öğrenmiştim Yemişli Köyü’nün eski adının ‘Botka’ olduğunu ve yoldan gelirken üstünkörü baktığım Hasankeyf’in yetim kalışının hikâyesini. Düşünceler uykuya davetiye çıkarmıştı ki arabanın yavaşladığını fark ederek irkildim. Minibüs karakolun yanına gelince durdu. Şoför kontağı kapatınca mola verdiğimizi düşünerek kapıyı açmak istedim. Büyük bir suç işlemiş gibi birkaç ağızdan birden, “ Dur hoca, kontrol var! ” sesi yükseldi. “Eeee…” der gibi baktım insanlara, kapıyı açtım arabadan indim. Yanıma yaklaşan uzman çavuşun çatık kaşlı duruşu, bana yaptığımın olağandışı bir davranış olduğunu anlatır gibiydi. Aldırmadım ya da aldırmak istemedim. Çıkardığım sigarayı yakmak için uzman çavuştan yanan sigarasını isteyince, gayri ihtiyari ve biraz da isteksizce uzattı. Sigaramı yakıp teşekkür ettim. Teşekkürüm çatık kaşlı uzman çavuşun aslında güleç bir yüzünün de olduğunu ortaya çıkarmıştı. Ardından dudaklarından dökülen “Öğretmen misiniz? ” sorusu sanki “Hadi öğretmenim de.” der gibiydi. ‘Evet’ derken kimlik kontrolü yapan askerlerden biri arkamdan gayet ciddi, bir o kadar da sert bir tonla “Kimlik! ” diye haykırdı. Bir an sırtımdan cop inecek diye beklerken uzman çavuşun “Tamam, gerek yok, öğretmen.” sözü ortamı yumuşattı. Asker, “Kusura bakmayın hocam.” derken sevinmeli miydim, karar veremedim. En küçük oğlu askerde olan Abdusselam amca da rahat olmalıydı benim kadar öz evlatlarıyla muhabbet ederken, diye düşünmeden edemedim. Yolun altındaki çeşmeye doğru ilerledim ağzımdaki laneti yere tükürürcesine fırlatırken. Bırakmalıydım artık bu illeti. İçmeden de yaşanırdı bu hayat ya olmuyordu işte. Çeşmeden akan suyun berraklığı huzur veriyordu ruhuma. Uyumak istedim kıyısında, uzman çavuştan yaklaşık kırk, kırk beş dakika daha beklememiz gerektiğini de öğrenince yapacak başka bir şey de kalmıyordu. Oturdum gelişigüzel, yeni aldığım pantolonun kirlenmesine aldırmadan. Doluydum, kusmalıydım içimi, dökmeliydim içimde kaynayan volkanın lavlarını. Başka bir alışveriş fişi çıkardım, yazamadım. Güzel şeyler yazmalıydım. Güzellikleri görmeliydi insanlar. Terörü, cehaleti, güvensizliği bir tarafa bırakıp görmeliydiler. Yoldan gelirken gördüğüm güzellikleri, sarılıyken zehirleyen tütünün tarladaki hoş kokusunu, asma bahçelerinin doğaya verdiği güzelliği tatmalıydı insanlar. Güzellikleri yazmalıydım ben de. Elime aldığım fişi yazmadan koyamazdım cüzdanıma.
"Asmalar, dizilmiş yol üzre bütün.
Tarlada ne de hoş kokuyor tütün.
Sebepsiz zırlayan başıboş itin,
Ağzına bez dikilmiyor güzelim!
Hasankeyf; Dicle’nin yetim yavrusu...
Gercüş’te ağanın öter borusu.
Vergili yolumun daha yarısı,
Botka’ya yol bükülmüyor güzelim!"
Kimlik kontrolünden sonra arabadan inen insanlar, bir askerin kimlikleri getirdiğini görünce telaşla arabaya binmeye başladılar. Yaklaşık on dakika bu işlem sürdü. Nihayet yola koyulduk. Arabadaki kalabalığın nefesi bile boğmaya yeterdi insanı ki başım dönmeye başlamış, kusacak gibi olmuştum. Araba ağır ağır yol alırken, Abdusselam amcanın dürtmesi sonucu uyuyakaldığımı anladım. “Uyuma hoca etrafına bak, bu güzellikleri başka yerde bulamazsın.” Diyordu aynı içtenlik ve sesiyle tam bir tezat oluşturan yumuşaklığıyla. Konuşması devam ediyordu aralıksız. Bir süre dinledikten sonra ilgimi, içinden geçtiğimiz köyün hayalet hali çekmişti. - Kimse yaşamıyor mu bu köyde? Diye sordum. - On beş senedir boş. - Terörden dolayı mı? - …. Sorduğum son soruya Abdusselam amcanın cevabı, usul usul kapanan gözlerindeki nefretle karışık ıstırapta gizliydi. Sanki evet demek için kapanan o gözler, ‘Çok şeyler gördüm, bir daha görmek istemiyorum’ der gibiydi. Benzer iki köy daha geçtikten sonra Abdusselam amca işaret parmağıyla karşıyı göstererek, “İşte orası hoca, geldik sayılır.”diyordu. Hesaplamalarımla yaklaşık yirmi dakika sonra köye varabilirdik diye düşünürken yanıldığımı göstermek istercesine araba, önümüzdeki iki yol ayrımından üstte olana doğru yönelip durdu. Aynı anda Abdusselam amca da ‘inelim’ der gibi hafifçe dokundu omzuma. Sebepsiz bir ürperti duydum yüreğimde Abdusselam amca olmasına rağmen yanımda. Merakımı anlamış olacak ki ben sormadan açıklama gereği duydu. “Araba başka bir köye yolcu götürecek, biz de inip ikindilerimizi kılalım.” Minibüsten inen beş altı kişilik grup, yuvarlanır gibi yoldan aşağı hızla uzaklaştılar. Onları takip eden yaşlı adam keskin bir duruştan sonra usulca döndü arkasını. Gözleri biraz önce arabanın durduğu yol ayrımındaydı. Bir an gözlerinin yaşardığını gördüm. Boğuluyormuş hissi uyandıran bir sesle, “Oğlum…” kekemeymiş gibi sözler ağzından zor çıkıyordu. Başıyla baktığı yeri işaret etti “İşte orada, gözümün önünde senin gibi iki öğretmeni…” Başka bir söylemedi veya söyleyemedi. Eskimiş gömleğinin kolunu yukarı çeke çeke gözden kayboldu ötekiler gibi. Yalnız kalmıştım fakat tuhaf bir şekilde, üzerime aptal cesareti sinmiş gibi, atmıştım üzerimden ürkekliğimi. Yol kenarındaki kırmızıya çalar bir taşın üzerine oturup bir sigara ağzıma attım. Kibrit kutusunun boş olduğunu görünce kutuyu fırlatıp sigarayı paketine yerleştirdim. Arkasına yazı yazılabilecek son fişe efkârımı kustum:
"Başıboş köylerin ahını duydum,
Terkedilmiş, viran evleri saydım.
Efkârdan ağzıma cigara koydum,
Kibritim yok yakılmıyor güzelim!"
Kafamı öne eğmiş, minibüs gelene kadar kaldırmamıştım. Namazdan gelen insanlar Abdusselam amcaya sanırım beni soruyorlardı. Konuştuklarını anlamıyordum, fakat konuşmalarında ‘hoca’ lafı geçince mevzuu anlamak zor olmadı. Arabanın sesi duyulduğunda yaşlı adam “Nasıl, haklıymışım.” der gibi batan Güneş’i gösteriyordu. Karanlık iyiden iyiye hissediliyordu ki haritada gördüğüm Karakaş Dağı’nın son ucundaki eteğine gelmiştik. Ağzı açık bir canavarın davetine icabet eder gibi girdik köyden içeri. Arabadan indiğimde gözüm yaşlı adamı aradı. O anda omzumu tutanın o olduğundan o kadar emindim ki sırtımı dönmeden “Ee… ne yapıyoruz? ” dedim. - Merak etme hoca, şimdi karakoldan askerler seni almaya gelirler. Hadi yarın görüşürüz. Hayırlı akşamlar. Aslında beklediğim sözler bunlar değildi ancak geceyi karakolda geçirmek kadar bana güven veren hiçbir şey olamazdı o anda. Karakol kapısında beni, yüzünde Anadolu’nun tüm sıcaklığını barındıran Cumali Uzman Çavuş karşıladı. İyiden iyiye ferahlamıştım. Artık emin ellerdeydim. Tüm rütbelilerle tanışıp bir de tabldottan asker yemeği yiyince kendimi evimde, eşimin, henüz yaşını doldurmamış oğlumun yanında sandım bir an. Zaman, insandan kaçan bir kertenkele gibi akıp geçiyordu. Uyku vaktiydi artık, yer olarak karakol içindeki öğretmen lojmanını gösterdiler. Cumali Uzman Çavuş’la lojman kapısına kadar geldik. Omzumu bir dost gibi sıkarak, “Gece silah sesi duyarsan korkma, bize bir şey olmadan sana bir şey olmaz.” diyip gülümseyerek ayrıldı yanımdan. Öyle ya korkuyu silmiştim, gemileri yakmıştım veya ben öyle sanıyordum. İşin öz öğle değilmiş, meğer insana güç veren korkunun ta kendisiymiş. Benden önceki öğretmenlerden kalan birkaç parça eşyadan biri olan çekyata uzattım boylu boyunca kendimi. Yerdeki boş kâğıdı görünce aklıma yarım bıraktığım şiirim geldi. Aldım yerden kâğıdı; yazdım, yaşadığım kadar:
"Ürperdim bir anda, görünce köyü
Karakaş’a doğru uzanmış boyu.
Viran illerinde bir dipsiz kuyu,
Girilince çıkılmıyor güzelim"
Öğretmenlik zor bir meslekti. Bunu biliyordum fakat daha ilk günümden bu kadar zorlukla karşılaşacağım aklıma hiç gelmezdi. Bilmezdim öğretmenliğin, bu köyde yaşanılan bir gece kadar dolu ve şafağı kadar doğurgan olduğunu.
"Geceler bir başka oluyor burda,
Geceler, gözyaşı doluyor burda
Geceler, eşkıya soluyor burda
Boşa kurşun sıkılmıyor güzelim! "
İsmail UYSAL