Bir Çift Kelime
Telefonu kapadım. Ellerim titremeye başlamıştı. Hemen yanımda duran eskimiş, ortası çukurlaşmış kahverengi koltuğa oturup, oturmamak arasında tereddüde düşmüştüm. Ama dizlerim bu tereddüde aldırış etmeden benden tamamen bağımsız, yan komşunun bacaklarıymış gibi hareket ediyordu ve bir anda beni yere doğru çekti. Ne için üzüleceğimi veya düşüneceğimi şaşırmıştım, aldığım bu haberemi üzülseydim yoksa bu haberi kuzi’ye ( gençliğin özenti adetleri bir ahtapot gibi bizide sarmıştı, kuzen yerine kuzi diyorduk birbirimize ) nasıl söyleyeceğimi mi düşünseydim.
Beraber eve çıktığımızdan beri memleketten bir tahmin yaşayıp gidiyorduk belki iki belkide üç ayda bir anca arıyorduk. Evin buhranlı havası beni daha beter bir telaşın içine gerdek odasına iter gibi sokuyordu. Telefondan aldığım habere halen inanamıyordum.
O koca göbeğiyle beraber her sabah camiye gider ve geldiğindede hiçbir işi olmamasına rağmen akşama kadar cam kenarında ki sallanan sandalyesinde boş boş oturur adeta dev bir heykeli andırırdı. Biz her ziyaretine gittiğimizde de, Gülsuyunun yer yer havuzcuk oluşmuş çamurlu sokaklarında kuru bir paket sigara bulmuş çingene çocuğu gibi sevinir, bizi yanından asla ayırmazdı. Artık memleket denilince ilk aklıma amcamın o ton ton suratı ve sallanan sandalyesi gelirdi.
Evin tavanı bir anda üzerime gelmeye başladı, gittikçe nefesim daralıyor ve boğuluyordum, ben bunu kuziye nasıl söyleyeceğimmm.
- kuzi bunu sana nasıl söyliyeceğim bilemiyorum… Memleketten haber geldi.
- eee…
- hani biz oraya her gidişimizde en çok oturduğumuz oda varya…
- evet, genelde –babam sağolsun- onun odasındaydık
- hehh işte o odada birde köstekli saat gibi sallanan bi sandalye var hani
- evet var, mevzuya gelsene kuzi
- işte o sandalyenin, offf (ellerimle yüzümü hafifçe gerdirdim) işte o sandalyenin sahibi artık yok. Azrail; sen boş boş oturuyon, bir halta yaramıyon bari öbür tarafa gel belki orada yarasın demiş, almış, gitmiş.
Suratıa iki tokat attım ardı ardına “saçmalama lan öylemi söylenir” yerden kalktım ve ortası çökmüş pis koltuğa oturdum.
- aceba eve mektup bıraksam sonrada bir ay ortalıktan kaybolsam, zaten o zamana kadar da unutur kuzi.
- olamaz!
- telefonla arayıp söylesem
- öylede olmaz
- o zaman söylemeyeyim ya! öğrenipte ne yapıcak sanki
- hayvanlaşma!, öğrenmeye hakkı var!
- ağzını bozmasan diyorum hani, ayıp oluyor
Bir an kendi kendime gülmeye başladım, bizim köyün delisi şefik gibi kendi kendime konuşuyordum, oda kendini imam sanırdı sokağın ortasında (yarım yamalak) ezan okur, sonrada namaza durardı, arada arkasına dönüp sanki gerçekten cemaat varmış gibi küfür ederdi “olum koysana başını yere götümüze mi bakıyon”
Offf… topla kafanı olum şimdi gelir çocuk, nasıl söylerim ben bunu.., koluma baktım bir süre gözüm bileğimde takılı kaldı, neden sonra anladım ki saatim bileğimde takılı değildi. Ayağa kalktım ve direk mutfağa yöneldim çünki saati orada bıraktığım aklıma gelişti.
Mutfağa her girişimde yaptığım gibi kapıda birkaç saniye bekledim ve mutfağın o harbden çıkmış haline gözlerimi alıştırdıktan sonra saatimi elimle koymuş gibi buldum (gerçi, zaten elimle koymuştum) saati koluma taktım ve yelkovanla akrebin yarışını seyre daldım, içeriden gelen bir sesle kendime geldim ve kendime gelmemle birlikte üzerime büyük bir yük binmişti. Bu yük kuzi’nin babasının yani amcamın ölüm haberiydi, içeri gittim, kuzi, o pis, ortası çökmüş koltuğa oturmuş dinlenmeğe çalışıyordu, karşısına geçtim. Derin bir nefes aldım, gayr-ı ihtiyari saatime baktım yarışı yelkovan kazanmıştı. Kafamı kaldırdım ve bir anda beynimin bana yaptığı büyük bir yavşaklıkla karşılaştım, ağzıma emir vermişti ve ağzım her zaman ki gibi düşünmeden, sadık bir asker, çalışkan bir öğrenci, süt kuzusu bir çocuk gibi emri yerine getirdi;
- Baban ölmüş.
Mustafa Yadigar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.