- 1460 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SADIK YALSIZUÇANLAR'IN DEM ADLI ROMANI ÜSTÜNE
Dem, Sadık Yalsızuçanlar’ın son kitabının adı. Kitabın kapağında roman yazıyor ama kitap, ilerleyen sayfalarda çakışacak olan yazarın kendi hayat hikayesi ile Said Nursi’nin biyografisinden oluşuyor. Her ne kadar Said Nursi’nin hayat hikayesi 2. ağızdan anlatılıp, bir hikaye tadı, bir roman tadı yakalanmaya çalışılmışsa da ne yazık ki bence biyografik anlatım tarzından kurtulamamış Yalsızuçanlar. Biyografik anlatım tarzı da çoğu yerde kitabı sıkıcı hale getirmiş. Nursi anlatılırken, bir romancı tarzından çok, bir gazeteci tarzı var sanki. Yazarın kendi çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını anlattığı bölümler okuyucuyu hemencecik sarıveren güzel bir üslupta akıp gidiyor. Ama bu bölümlerin arasına sanki bir iç sayıklama şeklinde -terim yerindeyse- sokuşturulan Nursi hikayesi son derece eğreti kalmış. İçi tam doldurulamamış bal peteğine benzer bir durum ortaya çıkmış sonuçta. Nursi’nin diyalogları yerine kitaplarından alıntılanan pasajlar sadeleştirilerek konmuş. Oysa, daha çok diyaloglara yer verilseydi, kitap daha akıcı ve canlı bir ruha bürünebilirdi. Dem bu haliyle söz konusu kırmızı ciltli kitapların sadeleştirilmiş ve özetlenmiş halinden başka bir şey değil. Yazar, Said Nursi’yi romanın baş kahramanı yapmanın getireceği riskten mi çekindi demekten alamıyor insan kendini. Ayrıca kişi ve karakter tahlilleri ve mekan tasvirleri son derece zayıf kalmış. Said Nursi’yi daha önceden tanımadan bu kitabı okuyan birisi Said Nursi hakkında sağlıklı bir bilgi edinmek şöyle dursun, Nursi’yi başka bir yerde okuyunca Dem’deki Nursi ile bir bağ bile kuramaz. ‘Delici bakışları’ndan başka bir özelliğe sahip olmayan bir roman kahramanıyla karşı karşıyayız. Nursi’nin, roman kahramanı olarak dahi olsa bir karakter tahlili ve kişilik tasviri ne yazık ki yok. Kitapta adı geçen diğer kişiler hakkında yok denecek kadar çok az bilgi var. İnsan arzuluyor ki risale-i nur kitaplarında adı geçen kişiler bu romanda somutlaşmış bir şekilde arzı endam etmeliydi.
Örnek olarak kitaptan bir pasajı ele alalım (sayfa:156): “Muhacir Hafız Ahmet’in evinde konaklıyorsun.” şeklindeki bir cümle, roman kahramanını kuşatmaya ve harekete geçirmeye yönelik bir cümle değil, tam tersine kahramanı baştan edilgen hale getiren bir cümle. Her ne kadar 2. ağızdan bir ifade gibi duruyorsa da son derece yavan ve yaban bir ifade tarzı bence. Devam edelim: “Ne kadar garip bir öykün var. Bir anını anlatabilsem bütün bir yaşamını özetlemiş olacağım. Ama yapamıyorum. Senden öğrendiğim başka bir şey de bu…” şeklindeki bir cümle Yalsızuçanlar’ı bir roman yazarı olarak görmemizi baştan engelliyor. “Olağan âlemlerde yitirdiğimizi olağanüstü âlemlerde bulabiliyoruz.” (ne alâka?) . “senin her anın böyle.” (nasıl yani?) “bize neyi yitirdiğimizi hatırlatıyor.” (neyi yitirdiğimizin cevabı kitap boyunca yok.). “Barla’ya geldiğinde Hafız Ahmet’in evinin bir odasında kalıyorsun, kimse seni tanımıyor. Bir yer yatağın var. Bir seccade. Bir demlik, lehimli bir çay kaşığı, bardak, onlarca yaması olan bir şalvar, yakasız bir gömlek, beyaz bir hırka… Hafız Ahmet eliaçık, konuksever bir adam. İftar zamanı yakın. Birkaç zeytin tanesi, bir parça peynir,ekmek… Bir zeytin tanesini, bir parça ekmeği alıyorsun, ‘Diğerlerini götür’ diyorsun. Yatsıdan sonra yalnız kalıyorsun. Beş senelik kirasını peşin veriyorsun kalacağın odanın. Sürgünün beş yıl mı? Neden seni sürüyorlar? Kim onlar efendim? Senden niçin bu kadar korkuyorlar? Yoksul ve yalnızsın, senden niçin çekiniyorlar? Onlara ne yaptın ki senden böylesine ürküyorlar? Onlar büyük bir suç mu işlediler? Barla’yı daha önce hiç duymuş muydun? Sen, Erek dağına sığmamıştın, şimdi bu beş metrekarelik odada nasıl yıllarca, göz hapsinde kalacaksın? Özgürlüğüne bu kadar düşkünken, birkaç görevlinin kuşkulu bakışlarıyla nasıl çevreleneceksin? Sen ki her gün bir yerden kalkar, her gün başka bir iklime konardın… Dünün dünle birlikte gittiğini, artık yeni şeyler söylemek gerektiğini düşünürdün…” şeklinde belgesel tarzda ilerliyor roman. Karşılıklı konuşuyormuşçasına ama cevap almadan, araştırmacı- gazeteci rolünde üretilen bu tarz diyaloglar bir süre sonra bir okuyucu olarak beni çok sıktı. Bir de çok uzun iç konuşmalar, kişileri, mekanları ve olayları tahlil ve takip etme açısından oldukça eksik bir izlenim veriyor. Bu durum da, okuyucunun kişileri, mekanları ve olayları kavramasını oldukça yavaşlatıyor. Her biri dağınık bir parça gibi duruyor: “Ne güzel anlatıyorsun her şeyi…her şeyi nasıl da yerli yerine koyuyorsun efendim… senin kelimelerinle ilk karşılaştığım yer burası…çarşıda, şire pazarına yakın bir ev…kimse bilmiyor…daha önce kaç kez önünden geçtim…bu binaya defalarca baktım…(bina, mimari veya estetik açıdan çok değişik mi ki defalarca bakılsın? Binanın ne gibi farklı bir özelliği var?) içinde böyle bir dünya olduğunu bilmiyordum…hiçbir şey bilmediğimi görüyorum…seni dinledikçe efendim şeyler yeniden doğuyor…o aynadan seyrediyorum onları…ne kadar canlı görünüyorlar…daha gerçek gibiler…daha aydınlıklar…üstelik içleri de görünüyor…onların kalbine bakıyorum…bu âlemde ne güzel işler dönüyor…ne devranlar ne demler geçiyor…ne kadar çok duymadığımız ses var…ne kadar çok renkler…bunlar akla sığar mı…ne güzel söylüyorsun…bu işlerin akılla bir ilgisi olabilir mi…akıl bunları görmeyince akıl olur mu…aklıma şaşıyorum seni dinledikçe…”
Bütün bunların dışında, risale-i nur’dan alıntılanan can alıcı pasajların sadeleştirilerek verilmesi çok faydalı olmuş olmasına rağmen, roman tekniği açısından bu tür alıntıların birer yama gibi durdukları söylenebilir. Doğal olarak, Said Nursi’yi çepeçevre kuşatma anlamında, onun yazdıkları da şüphesiz çok önemli olmakla birlikte, yapılan bu alıntılar romanın içinde meyvedeki vitamin gibi yer almış olsaydı roman tekniği açısından olsun, okuyucuyu önemseme açısından olsun daha şık dururdu bence.
“Dem bu demdir dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem… Bu demin devranı değirmendedir…Dünya da bir değirmendir…dünya da bir değirmendir…Dünyanın bir değirmen olduğunu senden öğrendim efendim” diyen Yalsızuçanlar’ın Dem adlı kitabını her şeye rağmen sonuçta severek okuduğumu belirtmek istiyorum. Sonuçta, büyük bir emek verilmiş ve yakın tarih hesaplaşması duygusu ile yazılmış bir kitap. Yazması hiç te kolay olmayan biyografik bir roman Dem. Çünkü, bir kişinin yaşanmış yıllarına yeniden değer biçmek söz konusu biyografik roman türünde. Özellikle, söz konusu kişiyi sevenlere veya sevmeyenlere, oldukça yeni ve farklı bir bakış açısı getirmek gibi riski de var işin. Biyografisi yazılan kişi, nasıl yazılmasını isterdi hayatının acaba? Bütün bunlara rağmen, otobiyografik romanların, insanların geçmişte yaşananları kavramalarında özel bir öneminin olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Toplumların hafızalarında iz bırakan insanların, edebi türler (roman, anlatı, şiir,…vb) yoluyla tanınması, son derece olumlu ve faydalı yöntemdir bence. Bu anlamda, bir kişiyi farklı bakış açılarıyla ortaya konulmuş kitaplardan okumak, onu çepeçevre kuşatmanın en garantili yolu olsa gerektir. Dem’i okuyunca, hem Said-i Nursi’yi değişik yönleriyle kuşatıyorsunuz, hem de Yalsızuçanlar’ın onun hakkındaki düşüncelerini öğrenmiş oluyorsunuz. Cumhuriyetin ilk 27 yılına damgasını vuran tek parti diktatörlüğünün en acımasız bir biçimde yaşandığı 1923-1950 yıllarında, düşüncelerini ve görüşlerini açıklamak için her türlü sıkıntıya ve eziyete göğüs geren Said-i Nursi ve arkadaşlarının çektiği acıların günümüz insanına aktarılması ve yakın tarihimizi doğru bir şekilde anlamamız açısından önemli bir işleve sahip bu anlamda Dem. Önemli bir tarihi gerçekliği edebi bir tür dolayımında gündemimize getirmelerinden dolayı, Sadık Yalsızuçanlar’ı ve Timaş Yayınları Yetkililerini kutluyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.