- 11300 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Mektup Nefesleri
Elektronik iletişimin yaygınlaşması nedeniyle artık tarihe karışmakta olan mektuplaşmanın karşılıklı iki örneğini edebiyat Defteri’nde paylaşmaktan mutluluk duyarız.
KARŞIN Dergisi, 2010, Haziran-Temmuz Sayısı.
***
Sevgili Aynur,
İki telefon konuşması arasından aylar da geçse yalnızca bir virgül duraksatması kadar geliyor bana. İkinci ötüşünün başında, birincisinin sonundaki aynı notayla ötmeye devam eden adını bilmediğim bahar kuşlarını çağrıştırıyor telefon söyleşilerimizin kaldığı yerden sürüp gitmesi. Hiç bir gün geçmemiş duygusuna kapılmamın anlık yaşama sevincimi artırdığını söyleyebilirim.
Hadi sen de sevin Aynur’cuğum, varlığınla başka şehirdeki dostunu nasıl da mutlu ediyorsun. Şu andan itibaren kendine verdiğin değer ibresini yukarı çekebilirsin. İşaret parmağına kondurduğum bu hak, çiçeklerden daha makbul bir minik armağanım olsun sana. Hakkında söyleyeceklerimi kadın dostum oluşunun sansürlemesi ilkellik olur. Bu gerekçeyle şunu da anlatmak istiyorum. (Şimdi bir alt paragrafa geçerken çehrene düşen gülümsemeyi görüyor gibiyim.)
Telefonda sesini duyduğumda, soğuk günde yeni yakılan sobanın çıtırtılar eşliğinde odayı hemen ısıtıvermesinin keyfini duyuyorum. Söyleşirken huy edindiğin, konuşma aralarına kendiliğinden serpişen zarifçe terbiye edilmiş gülüşlerin sana çok yakıştığını özellikle belirtmeliyim. Senin gülüşlerin, edebî birikimlerini besleyen gözlem yeteneğinin zafere erişme çığlığı gibi geliyor bana. Son zamanlardaki kederli hâlime rağmen, konuşmalarımızda iki gülüş arasında zaman uzadığında, şimdi gülmesinin zamanı diye muziplik tuzakları kurduğum da oluyor, fark ediyor musun bilmem?
Söyleyeceklerimden, gülümsediklerini ve güleceklerini çok iyi ayırt ediyorum. Sen bunları biriktir ve bu mektubun sonunda onlardan bir soyut resim çiz Aynur. Bu tablonun adı Mektup Gülümsetmelerinin Resmi olsun. Ayrıca Aynur adının kişiliğine çok yakıştığını ve sana Aynur diye seslenmenin çok hoşuma gittiğini unutmadan söylemeliyim. Mektubu yazarken canımın istediği yerlerde sana hep Aynur diyeceğim.
Aynur,
Son konuşmamızda edebî birikimlerin kederler yüzünden yazıya dönüşmekten mahrum bırakılışının berbat bir savurganlık olduğu konusunda acıtmayan bir üvendireyle dürtmüştün. Bu mektubu Aynur’un üvendire irkiltmesi’nin verimliliğe dönüşmesi olarak düşünüyorum. Hadi yine sevin ve gül. İşaret parmaklarına kondurduğum ibre çevirme yeteneğini ikinci kez kullanma zamanı. İşte yine bir kıkırdama tuzağı daha Aynur’a. O’nun coşkulu insan sevgisiyle şu an yanaklarımdan öptüğünü çok iyi biliyorum.
Seninle konuşurken şimdi, kederler ve direnç ikilemi karşısında yazdığın şu dizeler nereden çıkıp geldi aklıma, bilemiyorum. “Kaç kez çarpmalı aynı duvara/ Kaç kez kaptırmalı göz göre göre/ Düşmeden durmayı öğrenmek için / Kaç kez durmalı uçurum kenarında”
Uçurum kenarlarında düşmeden durma alıştırmaları başarıya ulaştıktan sonra uçmayı bile öğreniyor insan; kanatlar kırılmadıysa. Bu şiirini okuduğumda uçurum ile uçma, barışması uzun sürmeyecek olan kavgalı iki kardeşmiş meğerse diye düşünmüştüm. Tam bu sırada, Şehrin beyinde zonklamasıyla başlayan Ara Perde Orkestrası adlı şiirinin ilk dizesindeki gibi beynimde hep zonklama yaratan Cumartesi günlerini bir zamanlar kahkaha çeşiti sandığımı anlatmak istiyorum sana. Cumartesi öğle sonralarından Pazar sabahlarına dek olan zamanı haftanın en soylu saatleri olarak ilân ederdim kendimce. Cumartesi akşamlarında geç vakitlere kadar uzayıp giden misafirliklerde, havalandırılmak üzere açılmış salon pencerelerinden sokaklara taşan çakırkeyif kahkahaların bir zaman sonra benim için hüzün veren seslere dönüşeceğini hiç bilmiyordum. Şimdi hangi yoksunluklardan ötürü o Cumartesi kahkahalarını sevmediğimin nedenlerini hiç düşünmek istemiyorum Aynur.
Aynur, canım arkadaşım,
Pazar öğle sonralarıyla da neden küstüm bilemiyorum. Özellikle Pazar günü ikindi vakitlerinde, kocaman göbekli yapsatçıların marifeti havalandırması yetersiz bacalardan her yere yayılan yağda kavrulmuş soğan kokusu, üst ve alt katlardan gelen çarpılmış kapı sesleri, pencereden bakınca apartman önünde kendisi için bir statü aracı olarak gördüğü yeni arabasının başında eşofmanıyla gereğinden fazla sırıtarak oyalanan sevimsiz adam ve arka bahçelerden zamansız duyulan köpek havlaması nedense ruhuma iyi gelmiyor. Çıkıp gidiyorum evden. Nedenini bilmediğim bir duyguyla hava kararınca gizlice dönüyorum eve. Bu anlamsız saklanmalar nedendir, onu da bilmiyorum.
Geçen aylarda aniden teyzem öldü Aynur. Kalp krizi.
Küçüklüğümde bilmediğim yerlere gittiğimizde annemi bir an yanımda göremediğimde korkuya kapılırdım. Annem nerede diye panikle etrafa bakınırdım. Beş kardeşin en küçüğüydüm, annemin eteklerinden ayrılmazdım. Oysa beni bırakıp uzaklara gitmiş olmazdı, döner gelirdi, yanında teyzem de olurdu, sevinirdim “Bak, annem döndü, yanında teyzem de var” diye.
Annem daha yaşıyor, artık teyzem yok. Biz köyde, teyzem şehirde yaşardı. Onun yaşadığı şehirden, Nazilli’den söz edeyim sana. Hani şu N harfi kodlanırken hep Nazilli’nin N ‘si derler ya, orası. Şu Atatürk’ün Sümerbank Fabrikasını kurduğu yer, basmasıyla ünlü. Nazilli gördüğüm ilk şehirdi. Ben Aydın’ın Bozdoğan ilçesinin Akçay ovasındaki bir köyündendim. İlk yakın büyük şehir Nazilli’ydi. Bu şehrin kaldırımları turunç ağaçlarıyla bezenmiş olduğu için, baharda çiçek açtıklarında şehir parfüm sıkılmış gibi kokardı.
Teyzemin yaşadığı bu şehirde atlar faytonla yolcu taşırdı, takırdar giderlerdi taş döşemeli yollardan, teyzemin evinden duyardık. “Nal sesleri atların bestesidir, çalgısı demirdendir” diye düşünecektim sonraki yıllarda ve devam edecektim. “Atların dışkıları bile tepsiye dizilecek kadar asildir”
Biliyor musun, tren yolu bu şehrin tam ortasından geçer. Yani ikiye böler şehri. Bir de buharlı bir tren her gün Sümerbank Fabrikası’na işçi götürürdü. Buharla öten düdüğünü merkezden geçerken uzun uzun öttürürdü. Gündüzler ve geceler ı trenin düdüğüyle irkilir kendine gelirdi. Halk, “gıdı gıdı treni” derdi. Homurtulu, iyi huylu, kendi halinde bir dev gibi yıllarca Nazilli’nin simgesi olarak çalıştı durdu. Sonra Sümerbank ortadan kalktı, buharlı tren de. Ben çok hüzünlenmiştim. O buharlı trenin sonsuz bir tarihi değer olarak işleyip durmasını istemiştim.
Tren yolunda çalışanların kendilerine göre üniformaları vardı. Rayların kenarındaki lojmanlarda kalırlardı. Hepsinin giysisine hasret, kavuşma, ayrılık sinmiş gibi gelirdi bana. Ömer Kavur, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı romanını filmleştirmek için bu şehri seçmişti ve “tam istediğim gibi” demişti. Düşünsene, şehrin ortasında eski bir otel ve önünden buharlı trenler geçiyor, kahvelerinde horoz dövüşleri düzenleniyor.
Teyzemin yaşadığı bu şehre ilk gittiğimde ünlü Uzun Çarşısı’nda kuyumcu vitrinlerinde sarı sarı ışıyan lambalar dikkatimi çekmişti ve bir rögar kapağından gelen kanalizasyon kokusunu şehre özgü koku sanıp hayranlık duymuştum, gülerim o hâlime şimdilerde. Sen de gül, yok bir sakıncası!
Teyzemin parmaklarına alışkın kirpi saçlı bir çocuktum ben; gittiğim her yerde bana masallar anlatın diye eziyetler eden. Edindiğim masalların yanı sıra bu şehirde sayısız yazlık sinemalar vardı o yıllarda. Patlayan gazoz seslerini, çekirdek çıtırtılarını, Orhan Gencebay’ın film aralarında çalan şarkılarını, Türk filmlerindeki o ünlü kadın ve erkek seslerini teyzemin yaşadığı şehirde görüp duymuştum. Tanju Okan ve Cem Karaca’nın da bulunduğu konserler gelirdi teyzemin şehrindeki Yıldız Sineması’na. Teyzemin büyük oğlu beni de götürürdü. “Eşyalar toplanmış seninle birlikte/Anılar saçılmış odaya her yere/Sevdiğim o koku yok artık bu evde/ Sen Kadınım... “ diye bir şarkıya başlardı Tanju Okan. Saçlarımın kirpilikten kurtulduğu, azalıp ağarmaya başladığı iki binli yıllarda zararlı bir urdan ölen sevdiğim kadın için yazdığım ve radyolarda okuttuğum bir şiirin ardından bu şarkının çalınacağı hiç aklıma gelmezdi elbet.
Teyzemin sokağında muskalar yazan, çok esmer, kalın dudaklı bir hoca vardı, sallanan alt dudağı hep yere düşecek sanırdım. Cenaze töreninde görünce uzun ömürlü insanların bir örneği olduğunu düşündüğüm için bir garip sevgiyle baktım O’na. Alt dudağı daha da sarkmıştı ama yerinde duruyordu. Teyzemin adı’nın Melek olduğunu söylemedim değil mi…Adıyla bağdaşık bir insandı. Teyzemin şehrinde sanayi caddesinde araba yedek parçası satan dükkânların vitrinine bakınca, sanki o dükkânlarda şeker de satarlarmış hissine kapılırdım; şeker isterdim, annem, teyzem ve teyzemin oğulları gülerdi. Kirpi saçlı çocuk öfkelenirdi! Köyde derenin suyu kesilince renkli çakıl taşları arasında da şeker arardım. Bunu bu dünyadan çekip giden kadınıma anlatırdım, önce gülerdi, sonra ağlardı, daha sonra yanaklarımdan öperdi. Sonra da renkli şekerler alırdı bana. Şimdi şeker yemiyorum artık.
Teyzem öldü ya Aynur, annemin karındaşı bir insan eksilmesi değil, bir dönemin bitmesi olarak sersemletti beni.
Seni üzdüm biliyorum. Badem acısı bir tebessümle, hüzün arasında ifadeye bürünen çehreni görür gibiyim. Şimdi seninle paylaşacağım, mutluluk duyduğum bir olguyu anlatmadan önce coşkularımda dengeleme oluşturan bir şiirini birlikte okuyalım mı diye sorsam, yüzündeki o hüznün dağılacağını biliyorum.
“bir nisan yağmuru” nda ıslandın mı hiç / damlalar akıp giderken yüreğinden / fısıltı çığlığın karıştı mı sularına /içindeki çocuk da baktı mı gözlerine / tuttun mu teninin doruğunda göz izini / soludun mu rengini gökyüzünün /ışığın kırıldığı yerde, gülümsedin mi yoksa /gülümsedin mi söyle
Aslında bu şiiri sana neden yazdım biliyor musun? Sularıma karışan fısıltılı çığlıkla öyle uyumlu tümleşiyor ki sana anlatacaklarım...
Dün akşam sevdiğim kadın ile baharın bu serin günlerinde alış-veriş merkezlerinde gezmek, sinemaya, tiyatroya gitmek yerine Ankara Vadisinde yürüyüş yapmayı kararlaştırdık. Ben O’na Cantanem diyorum, o bana “sıpam” diyor. Hani şu bildiğimiz eşek sıpalarından... Sevimli ve çok şirin söylediği için sıpalığı memnuniyetle kabul ediyorum, senin çayırlıklarında neşeyle zıplayan diye ekliyorum. O gülümseyip şımarma diye frenleme yapıyor. Dilinden dökülen her sözcük ruh durumuna göre ayrı bir notayla okşar gibi çıkıyor. Tomurcuğun çiçeğe dönüşmesinin hızlandırılmasını yaşatıyor O’nun gülümsemesi. Dudakları, tertemiz muntazam dişleri oranlı biçimde kurak toprağa dökülmüş su büyüsünde yüzüne yayılıyor gülümserken, bu benim çok hoşuma gidiyor. O yüzden gülüşlerini tam göreyim diye hep karşısına oturuyorum. O da bunu çoktan anladı, gerekçenin iyi bilinmesinin gururuyla biraz da kasılıyorum karşısında. Çok hüzünlendiğinde kanserden yitirdiği annesine sığınıp “annem, annem” diye mırıldanarak sakince ağlıyor. O zaman ben çok kötü oluyorum. Arabasını kullanırken başını hafif yana eğip, gözleri yoğunlaşmış bir dikkatle baktığında daha güzel görünüyor. Bu O’nun yan profilden hayran olduğum hâli.
Dün akşamı anlatıyordum ben aslında, değil mi? Vadi serindi, bu serinlikten korunmada kedi keyfi vardı. Üşütmeye yakın serinliğin hadi birbirinize sokulun davetini kaçıracak denli ürkek olamazdım. Zaten hava yavaş yavaş kararıyordu, ağaçların arasındaki renkli süs ışıkları yanmıştı. Önceden bir poşette hazırladığım yiyecekleri piknik masasına serdim. Bu bir gece pikniğidir dedim. Portakalı kabuğu bir bütün olarak kalacak biçimde soydum, içine mum yaktım. Portakal renkli bir gece lambası oldu. Mihriban’daki lambada titreyen alev üşüyor dizesi aklımıza geldi. Serin havada mum alevi bu kez bizden ısındı. O üşüdükçe bana, ben üşüdükçe ona sokuldum. Yanaklarımdan bol bol öptü. Ara sıra hile de yaptık. Sorar gibisin: “içindeki çocuk da baktı mı gözlerine/tuttun mu teninin doruğunda göz izini/soludun mu rengini gökyüzünün” diye. Yanıtı bilmektesin.
Hadi yeniden sırası, parmaklarına kondurduğum ibre hünerini göstermenin. Mektuptaki gülümsemeleri toplayıp resme başlayabilirsin. Sonra aynaya baktığında gördüğün gülümsemede ılık bahar esintisi duyacaksın. Bunu da gülmen için bir muziplik tuzağı olarak kabul edebilirsin.
Benim huzur veren dostum Aynur.
Ben çoktan uzattım yanaklarımı; hadi sen de uzat.
Ramazan Topoğlu
Ankara;13 Mart 2010
***
Mektuba Gelen Yanıt:
***
Canım arkadaşım;
Çok etkileyici bir mektup yazmışsın. Anlattıklarının etkisinde öyle kaldım ki yanıt yazmakta geciktim. Yazacaklarımın içinde başka konular olursa mektubunda anlattıkların dağılacak gibi garip bir kaygı belki de bu. Her insanın ölümü kendisinden daha fazla değerin ölümü gibi geliyor bana da. Öte yandan, her insanın varlığı, kendisiyle birlikte başka değerleri de anımsatma vesilesi olduğuna göre, ölümden sonraya kalacak olan ize bir sebep gibi de düşünülebilir. Bunları kafamda evirip çevirirken gözüm, camdan dışarı ilişti. Bulutların güneşi örttüğü bu havada denizin içinden gövdesini uzatan bir yunus girdi görüntüme. Dikkatimi sivriltip aynı noktaya odaklanınca birbirinin izini süren yunusları gördüm. Güzel şeylerin altı güzel şeylerle çizilir, derler. Vapurun camından geçerek bana ulaşan çizgiyi okuyunca, sana yanıt yazma zamanımın geldiğini anladım.
Özellikle parlak yüzeyli kâğıtlara yazmayı severim ben. Ve, sana yazarken harflerime zemin olsunlar diye parlak kâğıtlar taşıyordum çantamda bir süredir. Evet, mektubuma böylece başlamış oldum sanırım.
Şu sözünü ettiğin resim var ya, benden çizmemi istemişsin. O resmi nasıl çizmeli Ramazan…Elim uz olmadığı için resim çizemesem de, kâğıdın köşesine bir yunus kondurmak hiç fena olmaz. O barışçıl canlı, kalemin kâğıt bedeninde gezindiği böylesi bir dostluk mektubuna yakışır doğrusu.
Telefon konuşmalarımızın birisinde benimle ilgili olarak yapmış olduğun bir tanım vardı. Hayatı öyle ince yerlerden gözlemliyorsun ki, yüzeysel bakan birisi senin için kolaylıkla “romantik” der; çıkar işin içinden, demiştin. Belki de bu tanımlama çabaları, Gülten Akın’ın “Ah kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya” dizeleri ile de yakın okunabilir. Romantik miyim bilmem ama iflâh olmaz bir ayrıntıcı olduğum kesin ve sık sık derinlere daldığım. Dolaylı da olsa denizi düşününce camdan dışarı bakıyorum tekrar. ( Bu arada çevremdeki insanların ortalığa yayılan kuru televizyon sesinin bağrında oturduğu halde, kâğıt kalem çıkarmış hummalı hummalı yazan kadına baktığını da fark ediyorum.) Bir görsen, mendireğin üzerine dizilmiş yüzlerce kuş var burada. Belki de bu kuşlarla aynı şehirde yaşamak bile bir armağan sayılabilir dalgınlığıma. Armağan, kıymet gibi kavramlardan söz edeceksem, önce şunu söylemeliyim: Mektubun çok kıymetli bir armağan oldu benim için.
“Gören göz güzeldir.” diye bir cümle kurmuştu bir arkadaşım. Aslında anneannesinin cümlesi olduğunu da eklemişti, anımsıyorum. Bu bilgiyle tanıştıktan sonra hep özel bir şekilde dikkat ettim bu ayrıma. Ve gördüm ki; güzelliklerin kendi varlığı kadar, ondaki cevheri fark eden gözde de vardı keramet. Bu nedenle senin dünyayı algılama ve ifade etme şekillerin, benim için her zaman çok değerli olmuştur. Gördüğün, yaşadığın şeyleri kıymetlendirmendeki en bariz tını, sanırım logar kapağından gelen kokuyu anlamlandırmanda saklı. Seni tanımayan birisi için belki gülünecek bir yan bulunabilir bu yaklaşımda, benim içinse insana dair güzelliğin hâlâ sürdüğü konusunda bir umut barındırdı yaklaşımın.
“Güzel nedir?” sorusunun yanıtını farklı şekillerde irdeleyen bir yazı okumuştum bir tarihte. Yazının ayrıntılarını anımsamıyorum şimdi. Ancak, sevgilisi Leyla’nın çok çirkin olduğu söylendiğinde “O’nu bir de benim gözümle görseniz” diye yanıtlayan Mecnun’dan başlamak lâzım belki de düşünmeye. Belki de “Güzelliğin on par’etmez / bu bendeki aşk olmasa” diyen Veysel’den. Elbette güzellik kavramı üzerine çok şey yazılmış çizilmiş bugüne kadar ancak bazı cümleler vardır; diğerlerinden daha fazla değer içimize. Sanırım hiç tanımadığım bir pamuk anneannenin söylemiş olduğu cümle, bu nedenle bana yakın duruyor hep. Beni tanıyorsun; kendi gördüklerim yetmez bana. Arkadaşlarımın gördükleri yerleri, gözlemlerini ve duygularını da heybeme katarak onların gözleriyle de görmek isterim dünyayı. Yazmak da belki gözler, gözlere köprü olsun umudunu harflere dönüştürme çabasıdır. En azından benim için bu böyle, diyebilirim.
“İnsan öpücüklerden yapılır” demiş ya Eluard, ben de ondan hareketle bir arkadaşıma sordum geçenlerde: “Yazı nelerden yapılır?” Sabırsız tavrımla da harflerden demezsek tabii, diye gereksiz yere ekledim hemen. Şöyle kısa bir düşündükten sonra, “Yazı, hayal ve hayat bilgisinden yapılır.” dedi. Evet, demek ki t ve l harflerinin karıştığı yerde üretiliyor, diye bir cümle kurdum bu kez de. Bu cümle de ilk ek gibi gereksizdi aslında. Ama belli ki; bu değerli bilgiyi hafızamda uzun süre saklamamı sağlayacak bir koda çevirmeye ihtiyacım vardı. Mektuplar da sanırım bu iki bilginin harmanlandığı en sahici aralıktan yazılan özel metinler.
Söz’ün değerini yitirdiği bir dönemde yaşamamıza karşın, sahici ilişkiler kurmayı becerebildiğimiz dostlarımız olduğu için şanslı insanlar olduğumuz kesin. Ve martılar, kanat çırpıyor suların üstünde. Selâm gönderdiklerini söylüyor olmalılar.
Sevgimle…
Aynur Uluç
31 03 2010-İstanbul
YORUMLAR
RamazanTopoğlu
çağcıl amansız bir hastalığın yok ettiği en güzel yanımızı
mektubuzu nede güzel anlatmışsınız
Bizler çok mu şanslıydık?
iyi kötü paylaştığımız mektuplarımız var bir yerlerde hala saladığımız bir kaç özel mektup da tabiiki..Gençlik yıllarımızın anı defterlerini arasında sıkışmış kalmış bir çiçek yada gül yaprağı...Pek klasik işler sayılsada hala bizim için değerlidirler..
Peki ya yarının çocukları?
hayatlarınada hiç mektup olamayacak..Müfredat proğramlarına sıkıştırılmış kırk beş dakikalık bir edebiyat dersinde mektup bölümünü okuyup geçecekler..Bir failatün leri öyle okuyup gitmedikmi başımızn doğrultusunda..
Mektubun edebi yönüne her hangi bir katkı yapacak durumda değilim zaten ben içindeki insanı var eden duygularıa baktım..Geçmişin güzel alışkanlıklarını anımnsadım...Birde; o mektubu yazıpta cevabının geleceği günü parmak hesabıyla yapıp ranzamda beklemenin sabırsızlığını yaşadım yeniden...Askerde mektup beklemek zordur derler
Birde mahpushanede mektup beklemek zordur ki...her posta okunduğunda insanların iç dünyalarındak ıyametler kopardı...benimde çok kopmuştu.
Deli Sedat asker olunca bir şans yarattım kendime ve 30 yıl sonra mektup yazmanın güzelliğini yaşadım...
Yaşattığın güzel duygular için teşekkürler Sevgili dostum...